Patronsuz Medya

Ufaktan "Kadirizm" durumları

Necdet Şen - 28 Haziran 2002  


Şu iltifat denen haspayla oldum olası bir aşk-nefret ilişkisi yaşadım durdum.

Hem arzuladım, kovaladım, kışkırttım onu, halvet olmak için olmadık numaraları denedim; hem de gördüğüm an huylandım, sıvıştım, yolumu değiştirdim.

Ne onunla ne de onsuz olabildim şunca zaman.

Kim hoşlanmaz? Babam bile hoşlanır İltifat Hanım'dan. Ama onun sinsi otoritesinden de ölümden korkar gibi korkar azıcık aklı sezgisi olan biri. Çünkü iltifat, onu arzulayanın üzerinde manevî iktidar kurmanın en yalın ve garantili yoludur. Baştan çıkaran ilâçlı bir içkiye benzer usturuplu yapıldığında. Bütün büyük yapıların kapılarına uyan alengirli bir maymuncuk gibidir.

Bırak sanatçıyı, sporcuyu, allâmeyi, afrodit'i, adonis'i, hayatı boyunca bir tek düzgün iş yapmamış insana bile "dünyanın en karizmatik kişisi sensin" diye gaz versen, belki yüzüne karşı "yok canııım" falan dese bile için için inanası gelir.

İnsanın doğasında var bu zaaf, bendeniz tazmanya canavarında niye olmasın?

Yazıp çizen, eser veren bir insansan, "millet bunu okuyor mu, okuyorsa ne hissediyor, ölürsem kabrime gelir mi" gibi meraklar içindesindir. Zaman zaman bir yerlerden yankılanır, bir nebze fikir edindiğin olur. Hatta bazen boşluğa fısıldadığın kırık dökük bir yazı, okuyandan sevgi olarak geri döner, mutlu olursun; ya da nefret olarak döner, incinir burulursun.

İş bu risale, aslına bakılırsa, şu ana kadar bu fakire ya da yazıp çizdiklerine dair kaleme alınmış yorum ve mülâkatların ne gibi izler bıraktığına dair bir itirafname niteliğini taşımaktadır. O yazıları ve mülâkatları okuduğumda, çoğu zaman "peeeeh, tıpatıp ben, nasıl bilmiş de yazmış köftehor" diye düşünüverdiğimi fark ettim ve bu itirafnameyi kaleme almak farz oldu.

Sonra da ağzımın kulaklarıma değdiğini gören kimse var mı diye sağıma soluma bakındım. Yoktu; çünkü odamda yalnızdım. Cariyelerimin, muhafızlarımın, aşçımın, seyisimin, şoförümün ve gövdemi muz yaprağıyla yelpazeleyen siyah tenli kölelerimin hepsi haftalık izne çıkmıştı. O hem "kırılgan" hem de "huzursuz" kahramanı yapan eden allâme-î cihanın ben olduğumu öğrenemediler.

Hayır, şimdi durup dururken, hiç kimsede olmayıp da bir tek bende olan "karizma"ya dair lâf salatası yapmak niyetinde değilim. Beni bile bayan bu konu elâlemi haydi haydi bayar. Yok öyle bir şey. Yalnızca yukarıda zikrettiğim yazılardaki bazı cümleler üzerinde biraz kafa patlattım. Bu husustaki fikirlerimi meraklısıyla paylaşmakta (kafa ütülemekte) yarar görüyorum.

Bu yazılardan birinin bir yerinde "elbette bir sanatçı olarak siz 'benim takdir toplamak gibi bir çabam yok' diyebilirsiniz ama buna gerçekten inanır mısınız, işte bu pek belli olmaz" diyor bir yazar. Büyük lâf. Konunun o kısmını az biraz eşeleme, sarahate kavuşturma arzusu ve ihtiyacı içindeyim.

Merak etme kıymetli okur, yeni bir "Kadirizm" vakasıyla karşı karşıya değilsin. Ben de herkes gibi son tahlilde potansiyel gübreyim. Dahası, bunun bilincindeyim ve şikâyetim yok.

(Ansiklopedik bilgi: Kadirizm, uzun yıllar evvel yakışıklılık kontenjanından Yeşilçam sokağına avdet etmiş ve başlangıçta mahallenin en baygın bakışlı ve kadınlara karşı en melankolik tavırlı delikanlısıyken, zamanla nalet suratlı, kızgın bakışlı -ama kendisine sorarsan feci şekilde karizmatik- orta yaşlı erkeğine dönüşen motivasyon uzmanı "Kadir Abi"'mizin -sanırım kendi kendine vehmettiği- bir izm'dir ve "zat-ı şahanelerine duyulan hayranlığın artık bir ideolojiye dönüşmüş olduğu" safsatasına dayanmaktadır.)

* * *

Sadet:

Bu ilmî makaleyi yazma nedenim tabii ki hakkımda kalem oynatan kadir kıymet bilir üstadlara, TRT'ye, Grup Laçin'e, Çıtır Kızlar'a, Üç Beş İyi Adam'a, Beyaz Kelebekler'e, Fecri Ebcioğlu'na, Meral-Zuhal ikilisine (eskisi), Rana-Selçuk Alagöz kardeşlere, Keloğlan'a, Hacivat'a, yedi cücelere, kırk haramilere, Ferdi ve şürekasına yalakalık etmek değil. Baştan da söylediğim gibi, bu şarkının ana fikri, yazıda geçen "takdir (yani takdis) edilmek/edilmemek umurumda mı" klişesine inanıp inanmadığım ve şahsen öyle bir iddiada bulunup bulunmadığım.

Şimdi tutup "umurumda değil" desem ikna olacak mı kimse? Sormaz mı ahali, "be soytarı, o zaman senden ve yazıp çizdiklerinden bahseden gazete, dergi, kitap, vd yazılarını sitende neden yayınlıyorsun" diye?

Elhâk, sorar.

Niye yayınlıyorum peki?

Bir: Bilmeyen de bilsin bizi, bilenlere selâm olsun diye.

İki: Hızlı Gazeteci -ya da onu yazıp çizen bu hakir- hakkında üşenmeyip makale falan yazan kalem erbabı, aynı hayat hikâyesini her seferinde bir daha anlattırmasın, oradan okusun diye.

Üç: O yazıların yazarlarına duyduğum "şükran" duygusuna tanık olunsun diye.

Dört: Bakın görün bu moruk bir vakitler ne mühim bir zerzevatmış diye.

Beş: O yazıların çoğunda beşeriyete zaten anlatmak istediğim bir şeyler var diye.

Altı: Onları okumak etmek belki birilerinin ilgisini çeker diye.

Yedi: Derkenar'a yeni yazılar koymazsam kamuoyu başka sitelere dadanır diye.

Peki nedir o zaman muhtemelen bu satırları yazan kişi (bendeniz) tarafından daha evvel bir yerlerde bir biçimde söylenmiş olma ihtimali bulunan "takdir edilmek umurumda değil" benzeri yorumların aslı astarı?

Diğer "mühim" şahıslar (özellikle de Kadir abim ve Türkân ablam) adına konuşma yetkim yok, sadece kendi adıma söylüyorum; evet, takdir edilmek, pohpohlanmak, yağlanıp yıkanmak tabii ki hoşuma gider; ama bunun için benden rüşvet bekleyen, daha çook bekler.

Övgü var, övgü var. Bir övgüyü çok lâtif ve zarif yapan şey, biraz da öven kişinin meseleye damardan yaklaşabilecek kapasitede oluşudur. Yoksa kokteylde falan karşıma dikilip "ah üstad, eserlerinize bayılıyorum!" dedikten sonra "bir de Salim Hemecan'ın çizimlerine ve Zülküf Viraneli'nin şan tekniğine bayılıyorum!" diyen hazrete o anda belki nazik ya da ketum davranabilirim; ama neticeten, içimden "al da kafana çal o övgünü" diye düşüneceğimden herkes emin olabilir.

Hakikaten de bu konulardan anlamayan, sadece sayın maarif vekâletinin ezberlettiği "sanatçıları seviniz, gıdısını okşayınız" klişesiyle sınırlı bir ufka sahip niyet tavşanlarının ne övgüsünü isterim, ne de hayatımda kuru kalabalık yapmalarını.

Beş uzun yılını anne evindeki duşakabin irisi bir odada heder etmiş küskün ve münzevî bir adam olarak, o tarz boş lâfları çerçeveletip duvarıma asamayacağımı, hedefini ıskalayan içi boş övgünün içimdeki sık sık depreşen yalnızlık duygusunu daha da katmerleştirmekten başka halta yaramadığını da tecrübelerimden bilirim.

* * *

"Ay ben sizin hayranınızııım!" / Eee, ne yapalım?

Galiba ciddileşmeye başladım yine. Ne demek istediğimi en iyisi, on yıl öncesine ait bir hatıramı naklederek izah edeyim.

On yıl önce, zorba'ya "zorba!" dediğim için çizgi romanımın "Devlet" aşığı adamlar tarafından zapt edilen batık gazeteden cart diye kaldırılmasını izleyen aylarda, o sıralar ikamet etmekte bulunduğum semtte, bir gün marketin önünde üzerime doğru sırıtarak seğirten kısa saçlı, gözlüklü bir hanımefendi gördüm.

Halinden anladım, "kesin övecek bu" dedim ve o mesafeden sıvışmayı beceremeyeceğim için de mecburen boynumu yana yatırıp "estağfurullah" pozisyonu aldım.

Bak, burası çok önemli, gün gelir de kıyısından köşesinden medyatik olursan anlarsın; eğer bir "hayranın" yolunun üzerine dikilir de destursuz bağa girer gibi yağlama yıkama cilalama sağanağı başlatırsa, ondan mümkün olan en kısa sürede kurtulmanın yolu, o övgüleri itirazsız dinlemekten geçer. Eğer sıkıldığını belli edersen, o saat "ben de onu bir halt sanmıştım" fakültesine yatay geçiş yapar. Daha da beteri, övgülerden sıkılır da "yok, öyle biri değilim" falan dersen, seni sahiden "değerli" olduğuna inandırmak için o kadar ısrar eder, abanır, kündeye getirir, kurt kapanına alır ki, dellenip maraza çıkarabilirsin. O nedenle en iyisi türkan sultan taktiğidir, diyorum. Yani, "teveccühünüz efemm, beni siz yarattınız" falan demek ve karşında ezilip büzülen hayranınla birkaç poz fotograf çektirip sıvışmaktır.

Fakat bu seferki "hayran" benden daha "ünlü" bir yazar çıkmasın mı? Hay Allah! Meğer beni cıvardaki bakkala çakkala giderken birkaç kez görmüş, ama o kadar hızlı yürüyormuşum ki, koştuğu halde arkamdan yetişemiyormuş.

Tabii yetişemez, Hızlı Gazeteci'yi yazan çizen adam öyle yürür.

"Ah, öyle hayranımmış ki, ben var ya ben, öyle accaip bir sanatçıymışım ki, eşim menendim yokmuş, zaten biz sanatçılar öyleymişiz de böyleymişiz…"

Yine aksilik, bu yazar hanım her ne kadar halkım tarafından çok okunuyor ve beğeniliyorsa da -kazlığımdan olacak- benim o güne değin onun hiç bir eserini okumuşluğum yok. Hazırlıksız sözlüye kaldırılmak gibi bir durum hasıl oldu bir bakıma. Eksik aklımla sanırım o an şunu düşündüm: Acilen ben de onu övmeliyim ki skor berabere olsun. Yoksa Kadirizm manzarası kaçınılmaz olur. Kasılmasan da el kızı kasıldın sanır.

Hemen evimin önündeydi karşılaştığımız yer, "madem o kadar koştunuz, bir yorgunluk kahvesi ikram edeyim size" dedim. Kırmadı geldi. Üstüne sıcak su boca edilen hazır kahvelerden ikram ettim.

Hem yudumluyor hem övüyor…

- "Niçin o gazeteden ayrılmışım? Niçin artık çizmiyormuşum? Niçin? Ama niçin, niçin?"

Sıkıldım. Bu mavra uzarsa daha da sıkılacağımın bilinciyle, kestirme yola sapıp en çatal dilimi çıkardım ve "canım çizmek istemiyor" diye kestirip attım.

Belli ki abla mesajı almadı. Aaaa, olur muymuş, biz sanatçılar her dakika üretmeliymişiz, kendisi her gün sekiz saat yazıyormuş da yazıyormuş (tabii hafta sonları hariç), ben de öyle yapmalıymışım… Öyle özlü bir öğretme kürü ki, her eve lâzım.

(Disipline bak, her halde Cuma günü mesai saatleri bitiminde de göndere bayrak çekip istiklâl marşı da okuyordur.)

Sanırım ters tarafımdan kalkmış olmalıydım o gün. Ya da belki günün erken saatleri olduğu için afyonum patlamamıştır. Dar çevredeki kötü şöhretime yakışır bir aksilikle, "peki ne yazıyorsunuz her gün sekiz saat; hayatınız masa başında tahrirat kâtibi gibi tuşlara vurarak geçiyorsa, ne yaşıyor, daha sonra yazacaklarınızı nereden biriktiriyorsunuz" diye bir soru sordum. Cevap: "İşte efendim, estetikmiş de köstetikmiş, öyle yapmak lâzımmış, hemi de okurlarım beni çok seviyorlarmış vesaireymiş…"

(Koduğumun okuru! Sadece süpermerket raflarında göz hizasındaysan okur ve hayran kalır. Sapa sokaklarda dolanıyorsan hemen unutur, yeni bonibonların peşine takılır.)

Bunları düşünüyordum muhtemelen bilmem kaçıncı kez. "Niye sevsinler ki yav, ben sevilecek adam mıyım" derken buldum üftadeye kendimi.

Haydaaa! Bakar mısın hem zırtapoz hem de iç evreni karanlık zibidi'ye, neler söylüyor? Niye değilmişsin ulan? Tabii ki sevilecek adamsın! Herkes kadar… Ne eksik ne fazla. Sadece dilin sivri.

Belki biraz moralsizimdir o günlerde…

Abla istim üstünde, suratsızlığımdan yılmıyor. "aaa, niye öyle diyorsunuz, sizi çok seviyor okurlarınız" diye ısrar ediyor. Ben de, gıcıklığım tutmuş ya bir kez, "hayır" diye diretiyorum.

Baktım biteceği yok, daha da kestirmeden gidip, dedim ki sonunda:

- "Onlar beni sevdiklerinden değil, olsa olsa, kendi didişmelerinde haklı çıkmak adına, birbirlerine 'bak, necdetşen de böyle düşünüyor' diye beni şahit göstermek için, belki de hem kızıp hem ilgisiz kalamadıkları için, ya da hasbelkader moda olduğumdan, modanın gerisinde kalmamak için okuyorlardır; artık başka bir emzik bulur onu emmeye başlarlar, ben de kafamı dinlerim azıcık."

Bunları nasıl bir ses tonuyla ve surat ifadesiyle söyledim, pek kestiremiyorum. Konuğum kahvesini bir dikişte bitirip "ben kalkayım" dedi ve gitti. Gidiş o gidiş.

Eh, o nazik ve cana yakın hanım kızımız benim gibi aylaklık etmeyip günde sekiz saat yazı yazmanın ödülünü çok okunan ve kitaplarının telifiyle geçinebilen bir yazar olarak kazandı. Bu nobranın akıbetini ise bilen biliyor, tekrara gerek yok.

Yıllarca "Leylâ! Leylâ!" diye çöllerde dolanan Mecnun'un, Leylâ karşısına dikilince "sen de kimsin" demesi gibi bir şey bu. Öyle bir açmaz ki, övüldüğümde Kinova gibi kafa derim karıncalanıyor; ama övülmezsem daha da fenası oluyor, nevrotik hezeyanlarım sıklaşıyor, "bu dünyada beni seven ve takdir eden bir yaradanın kulu yok belli ki" duygusu gelip, şurama, döşüme yerleşiyor.

Yani sen sen ol, beni her fırsatta öv; ama övmüyormuş gibi yaparak öv ey okur. Kandır yani. Tufaya getir.

* * *

Bırak azıcık böbürlensin zavallı, kime ne zararı var?

Ya, işte böyle şekerim… İşin özeti şu ki, pîrimiz, üstadımız, ahududumuz, çatalkaramız sayın necdetşen bey hazretleri de aslında gizliden gizliye sevilmek, pohpohlanmak, sırtını kaşıtmak, kendisi ve ifrazatı hızlı gazeteci hakkında yazılmış ulvî edebî fenasî yazılar okumak, sağda solda "yahu kızların hepsi sana hasta, nereden geliyor bu vahşi cazibe" kabilinden sorulara muhatap olmak, doğum günlerinde "iyi ki doğduun sanat güneşimiz" şarkısını olabildiğince kalabalık bir korodan dinlemek, testis yerine konmamak, tahtırevanla taşınmak, keratayla kaşınmak, faytonla tuvalete gitmek, gecenin bir saatinde Angelina'nın etli dudaklarından dökülen saksofon nağmeleriyle uyanmak ister.

Ama sokakta yürürken alık tayfasının arkasından "hişt hacer gız, şu giden herif, evveli günü televizyona çıkan kelek diğil mi" gibi lâflarını işitmek, ya da "ben seni övdüm, hadi şimdi de sen beni öv" pazarlıklarına eyvallah demek istemez.

Haa, bir de şu "Kadirizm" konusuna geri dönersek, madem Kadir abimizin böyle bir masala inanmaya ihtiyacı var, bırak inansın. Madem Türkân ablamızın her yerde kraliçe muamelesi görmeye ihtiyacı var, pohpohlayan pohpohlasın, kime ne zararı var?

Ama ola ki bir yerlerde bana rastlar da ne yapmaya çalıştığımı anlayamadığın halde sırf kestirmeden ahbap olmak için översen, bil ki çok fazla oramda olmaz, yüz vermem.

Yoo, seni önemsemediğimden değil, boş lâkırdıya karnım tok olduğundan…

* * *

Sanma ki bir tek sensin yağlanıp yıkanan yâ kavruk çelebi!

Anlatmak istediğim şey şu: Davulun sesi uzaktan nasıl duyulur bilmem (yakından da bilmem) ama zaman zaman aniden gelen şöhretin bazı kimselerde bir çeşit "Kadirizm" sakatlanması yarattığını bizzat deneyimleyerek gözlemlemiş bulunuyorum.

Belki bir spor dalında "en" olmuşsundur. Ne bileyim, belki dünyanın en görkemli turistik noktalarına banka flamaları falan dikmiş, oksijen azlığından ve hırstan ağlamış, bizi de ağlatmışsındır. Belki kızlar sana bayılıyordur. (Mühim adamları pek severler, neye benzerse benzesin.) Yahut da belki anne-kız meyhanede sürterken ucuz adamlara denk gelip cinayet işlemiş ve bazı metres gazetecilerin empati duygusuna denk gelmiş, jandark ilân edilmişsindir. (Kevaşelik altın bileziktir plaza medyasında.) Veya belki evlerimiz başımıza yıkan bir depremin ardından sırıta sırıta "ben demiştim" diye ortaya fırlamış, kolon sağlamlaştırmış, iyi para kırmışsındır. Yahut enkaz altından çok adam kurtarmışsındır ve halen bir kanaldan ötekine dilenci vapuru gibi seğirtip duruyorsundur…

Ya da her neysen osundur işte; 15 dakikalığına ünlü olma sırası şimdi de sana gelmiştir…

Patlayan flaşları görünce, birden bire kendini çok mühim bir kişi zannetmeye başlamış olabilirsin. O an sanırsın ki, bu memlekette bir tek sen ünlüsün, her saniye yayında olan onlarca ulusal ve yüzlerce yerel kanaldan birinde arada sırada birkaç dakikalığına görünüyorsun diye adın tarihe altın harflerle kazındı sanırsın. Sanırsın ki, şöhret senin tapulu malın ve millet ilelebet senin ne yediğinle ne giydiğinle ilgilenecek…

İşte o noktada sana "ağır ol, havalara girme, hercai şöhret yarın da başka kucaklara oturur, elin böğründe kalır" diyen sağduyunun sesini işitemiyorsan, birileri çıkıp seni bu ülkenin cumhurbaşbakanı olman gerektiğine bile ikna edebilir. Sen de inanırsın kek gibi, "niye ben" diye sormazsın.

Öyle ya, bu ülkede senden daha karizmatik kim var?

Bi tek Kadir abi var; ama onun da göz altları torbalı.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

68
Derkenar'da     Google'da   ARA