Patronsuz Medya

Baba, oğul, futbol

Mustafa Muammer Elöz - 16 Mayıs 2012  


Futbol oynamayı hiç beceremedim. Genetik bir şey mi bilmem. Rahmetli babamı top oynarken görmüşlüğüm yoktur. İki ağabeyim var, onların da top oynadıklarını pek hatırlamıyorum. Babamla birlikte televizyonda maç seyretmişliğim vardır ama stata gidip canlı maç seyretmedim hiç. İçimde uktedir babamla statta maç seyretmemiş olmak.

Çocukken, mahallede top oynamaya hevesli akranlarımla ben de giderdim top oynamaya. Fakat, yeteneksizliğim bilindiği, bilinmese bile oynamaya başladıktan kısa süre sonra, bütün çıplaklığı ile ayan beyan ortaya çıktığı için, genellikle çok tercih edilen bir oyuncu değildim. Bilenler bilir, oyuncu seçilirken "aldım - verdim" yapılırdı. Bunu da genellikle topun sahibi olan çocukla, iyi futbol oynadığı herkes tarafından kabul edilen çocuk yaparlardı. Ben fakir, eğer oradaysam, asla tercih edilmez, en sona kalır ve mecburen bir takımın başına belâ olurdum.

Çocuklar gerçeklerin ifade edilmesi konusunda acımasızdır, malûm! Erişkinlerin birbirine asla söyleyemeyecekleri şeyleri büyük bir rahatlıkla söylerler. Bendeniz de hep itilmiş kakılmışımdır bu futbol hadisesinde. Oyuncu seçimi yapılıp, takımlar belirlenir belirlenmez, başlarına dert olacağım takımdakilerden ilk duyduğum şey, emir kipindeki "sen kaleye!" seslenişi olurdu. Karşı taraftakiler de gizlemeye gerek bile duymadan, benim karşı takımda olmamı kutlarlardı.

Çocuktum, çok alınmazdım. Zaten maç başladıktan bir süre sonra herkes herkesle kavga etmeye başlar, kimse kimseyi beğenmez ve sapla saman birbirine karışırdı. Ben de bayağı bir özgüvenle başkalarını eleştirirdim. "Pas versene be", "Boşum lan, boşum", "Kafanı kaldırsana oğlum", "Penaltı, valla billa penaltı", "Ekmek-Kuran çarpsın elime değmedi oğlum" ve benzeri klişeler, herkesin özgür kullanımına sunulmuş repliklerdi ve uygun jestlerle bir araya getirilirse bayağı da inandırıcı olabiliyorlardı.

En son futbol oynama girişimim lise sondaykendi. Liseyi yatılı okudum ben. Bir pazar sabahı, gazete filân bir şeyler okuyorum. Dersliğin kapısı açıldı ve "hadi abi, gel maç yapıyoruz" komutu ile maça davet edildim. Biraz daha büyümüştüm tabii, gerçeklerin daha farkındaydım. "Oğlum, ben oynamayım, beceremiyorum" gibi bir şeyler söylemeye çalıştım. "Adam eksik lan, artistlik yapma" ifadesi ile kendime getirildim. "Adam" eksikse, "artistlik" yapmanın bedeli olabilirdi. Onun için mecburen kalktım. Ayakkabıları giydik. Sahaya çıktık. Gene "ya, ben oynayamıyorum abiler" dememe kalmadan Nail, "sen kaleye geçersin koç" dedi ve beni kaleye doğru iteledi.

Kendimi parçalamama, oradan oraya atmama, kolumu bacağımı yaralamama rağmen yarım saat içinde 10-12 gol yemeyi başardım. Sonunda "gel abi sen biraz ileride oyna, gel" diye beni kalecilikten çıkardılar. On dakika sonra da "koçum hadi sen git, biz eksik oynarız" diyerek, o gün jübilemi yaptılar diyebilirim.

Yıllar geçti. Baba oldum. Oğlum 6-7 yaşındayken okulda arkadaşlarıyla top oynadıklarından söz etmeye başlayınca hem sevindim, hem de kıllandım; "Acaba benim üstün (!) futbol yeteneğimden nasiplenmiş olabilir mi bu çocuk" diye. Sanırım ikinci sınıftaydı bizim oğlan. Bir gün gelip de "baba bana ayağımda top sektirmeyi öğretir misin" deyince, acı gerçeği öğrenmiş oldum. Armut dibine düşmüştü. Bu öğretilir bir şey değil ki. Allah vergisi. Varsa yeteneğin yaparsın. Ya da ben öyle sanıyorum.

Ama, bir baba olarak görevimi yerine getirmeliydim. Hafta sonu oğlanın topunu aldık. Hanımla arabaya atladık. Sahil yoluna gittik. Çevrede halkımız piknik faaliyetine başlamış. (Bu da ayrı bir yazı konusudur ha! Abi, nasıl bir şey bu ya? Oturacak yer yok, masa yok, su yok arkadaş, su yok. Tuvalet yok. Çimler ıslak. Ama yüzlerce insan, küçük mangallar üzerinde bir şeyler kızartıyor, piknik tüpler üzerinde çaylar demleniyor… Neyse, lâfı dağıtmayalım). Uygun bir alana konuşlandık. Topu ayağında sektirmeyi öğreteceğim bizim mahdum beye.

Topu diktim. Çocukluğumda becerikli arkadaşlarımın nasıl yaptığını hatırlamaya çalışarak ayağımın ucuyla topu kendime doğru çekerken, birden ayağımı altına sokup havalandırdım ve sektirmeye çalıştım. Top sahil yoluna, ana caddeye kaçtı. Kornalar, küfürler, kıyamet. Neyse, çarpılmadan topu aldım, geldim. Kara kara ne yapacağımı düşünürken, karım hızır gibi yetişti.

Topu aldı. Bizim oğlana "bak tatlım, şöyle yapacaksın" diyerek topu ayağında bir sektirmeye başladı, ohooo! Biraz sonra bizim oğlanla birbirlerine şut atıyorlar, bizim hanım neredeyse kafasında sektiriyor, topuk pası veriyor… Tabii çevrenin de dikkatini çektik ve gene tabii, bizim karizma çizildi de çizildi.

Yazık ki, oğlumuz futbol konusundaki genlerini annesinden değil de benden aldığı için, o hafta sonu antrenmanının oğlumuzun futbol becerisine büyük katkısı olmadı. Geçen yıllar içerisinde, oğlumun arkadaşları ile top oynama girişimlerini her görüşümde kendi çocukluğumu yeniden yaşıyormuşum gibi geldi bana. Ama o da alıştı bu duruma.

İşin ilginç tarafı, ikimiz de futbol seyretmeyi seviyoruz. Kuralları öğrenmek ve futbol nasıl oynanır konusunda bilgi sahibi olmak fazla bir yetenek gerektirmediğinden, oğlum daha küçükkenden başlayarak, televizyonun ve teknolojinin sağladığı olanakları değerlendirdik ve fırsat buldukça maç seyrettik.

Biraz zaman geçip de oğlan büyüyünce, dedim ki kendi kendime: "Bak, sen hiç babanla canlı maç seyretmedin ve buna kafanı taktın durdun. Fırsatın da var, al şu çocuğu maça götür, o da senin gibi hissetmesin büyüdüğünde!"

Çok mantıklı geldi, bu kendime seslenişteki içerik. Bir kaç yıldır, taraftarı olduğumuz takımın maçlarına gidiyoruz. Bu arada fanatizm, "fair play", centilmenlik, psikopatlık, anti sosyal kişilik bozukluğu, tükürük köftesi, dilimizin argo zenginliği ile ilgili eğitimleri de almış oluyor oğlumuz tabii. Arkadaşlar edindik statta. Bir yığın fanatik holiganın yanında bizim gibi gerçek sporseverler de var etrafta. Hatta bazıları o kadar efendi ki, çevredekilerden fırça yedikleri oluyor. Bağırmıyorlar, küfretmiyorlar, en azından, kimseyi eleştirmiyorlar diye.

Ben çok keyif alıyorum oğlumla maça gitmekten. Yorumlar yapıyoruz. Nasıl olsa eleştirmek bedava, verip veriştiriyoruz. Hakemlere, teknik direktörlere, futbolculara. Gerçi son zamanlarda, maç öncesinde yaşıtı bir kankası ile takılıp beni ekiyor, kerata. Sadece maçta görüşüyoruz ama olsun. Gene de hâlâ bir şeyler öğretebiliyorum kendisine.

En son öğrettiklerim çok anlamlı oldu. Geçen hafta sonu maça giderken dedim ki buna: "Kalabalık olur. Geç kalırsanız, girmekte zorlanırsınız. Erken gelin, içeride sohbet ederiz."

"Ham hum şaralop" dedi. Kaşını gözünü oynattı. "Ya tamam anladık!" filân gibisinden küstahlaştı.

Ben bir arkadaşımla birlikte erkenden gittim. Stadın çevresinde polisler var. Sayıca çoklar ve teçhizatları ile korkutucular. Bazılarının sırtında hani şu haşerelere karşı ilâçlama yapan görevlilerin kullandığına benzer bir şeyler var. Arkadaşım "biber gazı" diye bilgilendirdi beni. Ama çevre o kadar sakin ki, neredeyse elimizi kolumuzu sallayarak stada girdik. Gittik yerimize oturduk. Çay içtik, çekirdek çitledik…

Maç saati yaklaşıyor, bizimkiler yok ortalıkta. Bizimkiler diyorum; benim oğlanla kankası. Maça 40 dakika kala, arkadaşı telâş içinde geldi. "Amca, giriş acaip kalabalıktı, birbirimizi kaybettik. Ben girdim, o turnikenin dışında kaldı. Haberleşebildiniz mi" diye ajitasyon yapmaya başladı. Bir yandan da polisin pis daldığını, jop, gaz filân kullandığını söylüyor. "Jopla girişiyorlardı. 'Abi ne yaptık ki biz, dedim. 'Yürü git lan'dedi" diye de dialoglarını anlatıyor. Bu arada başka gelenler var. Gözyaşları içinde. O haşere ilacı gibi makineleri taşıyan abilerin, donanımın kullanımı konusunda ne kadar bonkör olduklarını anlatıyorlar.

Hay Allah. Cebinden arıyorum. Gürültüden birbirimizi anlayamıyoruz. "Çok kalabalık" diyor. O kadar. Maçın başlamasına 10 dakika kala gelebildi. Saç baş dağılmış. Boynu, ensesi, elleri kıpkırmızı. "Eee…" dedim "Eğitim bu işte. 'Erken gelin'dedik, di mi?"

Polis abiler vermişler gazı, vermişler copu. Bu biraz uzun. Gaz gözüne gelmemiş. Hem kafayı çevirmiş, hem yüzünü eliyle kapamış. Ama ense kulak nar kırmızısı. Heyecanlanmış da. Adrenalin had safhada…

Uzatmayalım. Maçı seyrettik. Malûm sonuçla bitti. Çevre ısınırken, eğitimin son kısmını verdim oğluma: "Yavaştan uzayalım, birazdan burası karışacak." Girişteki biber gazı işe yaramış. Hiç ağzını yüzünü eğmedi, kaşını gözünü oynatmadı. Yanım sıra yürüdü geldi.

Çıktık, hızlı adımlarla uzaklaştık biraz sonra muharebe meydanına dönecek mahalden. Arabaya binip radyoyu açtık. Bizden sonra yaşananları öğrenince, beni mutlu eden yorumu duydum abiden: "Baba sözü dinleyeceksin arkadaş!"

Ensesindeki ve elindeki yanık konusunda yorum hakkım baki kalmak koşulu ile, emniyetimize teşekkür ediyorum, mahdum beye verdikleri ders için.

Yorumlar

Hikayenin bir bölümü sanki benim gençlik yıllarımı anlatıyor gibi. Hatta bir ara -okurken- "acaba beni yakından tanıyan bir arkadaşım, şakacıktan, kendi hikâyesini anlatıyormuş gibi yapıp, bana kılçık mı atıyor" diye bile düşündüm açıkçası.

Ben de hemen hemen hiç sokakta top oynamamış, ille de lâzımsam, mahallenin en kamalağı olduğum için kaleye geçirilen kişisiydim.

Zamanında (70'ler) bir gün Gırgır ve Mikrop dergileri arasında yapılan bir maçta, adam yokluğuna kalede durduğum 15 dakikalık süre içinde tam 12 gol yiyip, akabinde hezimeti daha da büyütmemek için yerimi orada seyirci olarak bulunan bir başka arkadaşa devretmiştim.

Maçın sonucu mu? Ben kaledeyken 12-0 olan skor, oyundan çıktıktan sonra 12-6 oldu da, hiç değilse Gırgırcılar "yenildik ama ezilmedik" diyebilme şansını yakaladı.

O nedenle, yazının gerisini okurken, aslında güncel bir olayı anlattığını görüp, "oh neyse, bir tek ben değilmişim top görse karpuz zanneden" diyerek rahatladım, şişim indi biraz.

Necdettin Efendi - 16 Mayıs 2012 (14:47)

Efendim, sizin gibi, benim gibiler hiç olmazsa haddimizi biliyoruz. Durumumuzu içselleştirebilmişiz. (Nasıl ama, yeteneksizliği kamufle etmek için iyi lâf buldum di mi?)

Siz bakmayın bu futbol becerisi konusunda attı mı mangalda kül bırakmayanlara. Epeyi bir vakit evvel, birkaç arkadaşım halı sahada maç yapacaklarını söyleyip beni de "seyretmeye" davet ettiler. Gittik. Başka bir abi var aralarında. Kılık kıyafete, tavırlara bak, sanırsın Alex'i o yetiştirmiş, Hagi'ye frikik atmayı o öğretmiş.

Takımlar belli oldu, bu "Ben ileride oynayım, iyi adam eksiltirim" filân diyor. Maç başladı. Arkadaş! Bu abi yalnız karşı takımdan değil, kendi takımından, hatta seyircilerden de adam eksiltiyor. Ama, gülmekten! Adam aikido, hentbol, aletli jimnastik karışımı bir spor yapıyor sahada. Gazoz içiyordum kenarda, boğuluyordum az kalsın seyrederken bu abiyi.

Dolayısı ile "Ben şöyle iyi oynarım, duran toplar benim işim, kornereden gol atarım" usturalarına inanmayınız, efendim.

Dediğim gibi siz, biz olduğumuz gibiyiz. Futbol oynayamıyoruz ama kendimizi biliyoruz. Çok büyüğüz biz. Yalnız var ya, ben acaip basketbol oynarım ha! Orta sahadan basket atarım. NBA'den teklif geldi de gitmedim (atış serbest nasıl olsa!)

Mustafa Muammer Elöz - 16 Mayıs 2012 (18:13)

Ben uzunca bir süreden beri futboldaki yeteneklerimi, PC de bilumum versiyonlarında gösteriyorum, FIFA09, FIFA11, FIFA12. "Seyirci taşkınlık yapsın mı, sahaya insin mi?" modlarını henüz geliştirmediler olsun öyle de onlarsız oynayabiliyorum.

Alper Uzun - 16 Mayıs 2012 (19:14)

Playstation 3 için FIFA 2012'yi de tavsiye ederim. Kalori harcatmıyor ama kafayı dağıtmaya yarıyor.

Melih Özel - 16 Mayıs 2012 (19:30)

Futboldaki beceriksizliğime, kalecilikteki kazmalığıma ve bu yüzden itilip kakılmama rağmen, o zamanları bazen özlüyorum. Şimdi kendi çocuklarımızın yaşayamadığı bir zenginliğin içindeymişiz meğer.

Düşünsenize, sokaktan camdaki ya da balkondaki anneye bağırıp, senin için izin isteyen, kolunun alında topla kapıyı çalıp, oyuna çağıran; maçtan sonra kan ter içinde, ağzın yüzün toza, çamura bulanmış vaziyette, caminin şadırvanındaki musluğa ağzımızı dayayıp birlikte su içtiğimiz çuvalla arkadaşımız varmış.

Hayatın futbola benzerliği konusu da enteresan bir bakış açısı. O çocukluk döneminde içinde olduğumuz futbol yaşantılarındaki rollerimizin kişiliklerimiz, yetiştiğimiz ortam, aile ve sosyal yapılarımızın etkileri ile dağıtılan / üstlenilen roller olduğu kanısındayım.

Bu etkilerin uzantıları da erişkin dönemindeki rollerimiz üzerinde belirleyici rol oynuyor, hiç şüphesiz.

Gene de çocukken böyle oyunlar oynayanların, ileride takım çalışmasına daha yatkın oldukları kesin.

Ben şeyi merak ediyorum yalnız: Toplumsal bazı hadiselerde, kalabalığı karşısında görünce çocuk-mocuk, yaşlı, genç, kadın filân demeden copla, gazla Allah ne verdiyse girişen arkadaşlar, çocukken ne tür oyunlar oynuyorlardı ki acaba?

Mustafa Muammer Elöz - 17 Mayıs 2012 (12:22)

Yıllar önce Moda sahilinde yürüyorum. Adetim olduğu üzere, biraz hızlı tempoda…

Önüm sıra, üniformalarını belli ki yakın zamanda giymiş, bıyıkları terlememiş iki polis memuru, konuşarak yürüyorlar.

Yanlarından geçerken, ister istemez konuşmanın birkaç cümlelik bölümüne kulak misafiri oldum.

Şöyle diyor birinci polis:

"Ben çok ezildim hoca. Çok ahdettim. Güçlü bir adam olayım, biraz da ben başkalarını ezeyim istedim. Hakim savcı kaymakam falan olayım istedim; ama puanım yetmedi. Subay-astsubay olayım dedim; onun da sınavlarından geçemedim.

En son polisliğe başvurdum; aldılar. Eh, artık devletin silâhı belimde. Artık kanun benim. Çok can yakacam çok!"

Yanındaki daha temiz yüzlü olanı "olur mu arkadaş, bizimki kamu hizmeti" falan demeye çalışıyor ama içi garez ve hınçla bilenmiş genç polis onun sözünü ağzına tıkıp, daha da inatlaşıyor.

Bir karikatürden alınmış replikler gibi değil mi? Ama ben bunları kendi kulaklarımla işittim.

Bir an durup o çocuğa üç beş lâf etmek geçti aklımdan, ama hemen vazgeçtim, yürüdüm gittim. Ola ki konuşmaya kalksam, birlikte gezindiği kankasına bile itiraz hakkı tanımayan o polat alemdar parçasının ilk hareketi, her halde, silâhına davranmak olurdu.

Bu anektod Muammer Bey'in son sorusuna katkı olsun diye anlatıldı. Daha nicesi var. Lâkin yenim dar.

Necdettin Efendi - 17 Mayıs 2012 (13:25)

diYorum

 

Mustafa Muammer Elöz neler yazdı?

61
Derkenar'da     Google'da   ARA