Patronsuz Medya

Kendime ait bir oda

Meltem Tolunay - 1 Şubat 2004  


Bu aralar bir bekar evini özler oldum. Hatta şakayla karışık kendime bir garsoniyer tutacağım diyorum etraftakilere. Ama burası genelde kullanıldığının aksine, uyumak için olacak. Sadece uyumak için.

Hiç bir şeyi düşünmek zorunda olmadan, en ufak bir sese fırlayacak tedirginlikte olmaksızın yatacağım bir ev. Telefonu, televizyonu, gürültü yapan komşuları olmayan ve hatta ışık almayan karanlık bir oda istiyorum. Yorganın altında huzur içinde ne zaman kalkacağımı bilmeden yatmanın keyfiyle kaybolmak, ısıttığım yatakta kendi sıcaklığım ve kokumla yatmak istiyorum. Saatler ya da günler geçse de oradan ancak kendi istediğim zaman kalkacağımı bilerek.

Aslında bir otelle anlaşıp haftada birkaç gece orada uyumayı da düşünmedim değil. Ama otellerin vazgeçilmez gerçeğidir, siz ne kadar kapıya "rahatsız etmeyiniz" yazısını da assanız, gereksinim duyduğunuzda asla gelmeyecek bir görevli eften püften bir sebeple kapınızda bitiverir. Dolayısıyla otel benim aradığım mutlak çözüm değil.

Yalnızlığı oldum olası severim. Kendisiyle baş başa kalmaya yarım saat bile katlanamayıp, sırf bir başkası olsun diye önüne her gelenle konuşan, birlikte alışverişe çıkan, ya da ahbaplık eden insanlardan olamadım bir türlü. Sinemaya, yemeğe, dolaşmaya yalnız gidebilmek benim için bir zevktir. Çünkü içinde kimseye hesap vermeksizin, ya da ikna etmek zorunda kalmaksızın karar değiştirme özgürlüğünü barındırır. En görmek istediğim filmlere yalnız giderim.

Birliktelikler hangi anlamda olursa olsun, diğer kişiyi ve yargılarını da dikkate almayı ya da bunlara önem vermeyi de içerdiğinden, eskisi kadar olmasa da, yanımdaki kişinin, benim için can alıcı bir sahnede esnemesi ya da sıkıldığını ima eden bir jest yapması, o anda aldığım zevki ya da heyecanı diyelim gölgeler.

Eskisi kadar olmasa da diyorum, çünkü eskiden okuduğum bir kitapta çok beğenip altını çizdiğim bir sözü ya da bir şiiri paylaştığım kişinin aynı heyecanla karşılamaması beni çok üzerdi. Sanırdım ki sevgi ancak aynı şeyleri aynı yoğunlukta beğenerek olasıdır. O dizeyi anlamayan birisi beni de anlayamaz. Bir şeyi aynı gözle görebilmek, aynı yoğunlukta duyumsayabilmek için ekonomideki ceteris paribus misali, ancak aynı öznel deneyimleri yaşamanın bir ön koşul olduğunu o zaman bilmiyordum. Üstelik bu ön koşul başlı başına da yeterli bir koşul değildir. Yani her şeyi aynı yaşadığınız bir kişiyle örneğin kardeşinizle bile, olaylara yüklediğiniz anlamların farklı olması nedeniyle aynı iletişimsizliği yaşayabilirsiniz. Kısacası Murathan Mungan'ın dediği gibi "en yakınıyla bile saat farkı" olabiliyor insanın arasında. Ve ben kendi saatimde kendi iklimimde yaşamayı özlüyorum.

Böyle bir isteği dile getirmek, yaşamı paylaştığınız insanlarda incinmelere, küskünlüklere, "acaba benden bıktı mı?" lara, "annem bizi sevmiyor" lara yol açıyor doğal olarak. Oysa sevgi illâ da iç içe geçmek değil, "biz" i oluşturan "ben"lerin "ben" olarak da var olabildiği ama ancak birlikte olmaktan zevk alacağı anları çoğaltarak beslenmesi gereken bir duygu bana göre. Kurulu bir robot gibi, kulvarları çok önceden belirlenmiş bir parkurda pili bitene kadar yan yana yürümek değil benim birliktelikten anladığım ve beklediğim. Arada bir durmak, dinlemek, yanından başkalarının geçip gitmesine izin vermek, ya da tamamen o yolu değiştirmek ve tüm bunları yaparken de aslında sessizce, yıpratmadan ama tutkulu sevmek, düşünmek.

Şimdi tüm bunlardan sonra duyar gibi oluyorum benim ve herkesin aklından geçenleri. Şöyle diyor karşı ses: Peki ama nasıl? Ve ardından da sıralıyor tüm engelleri: Yaşam koşulları, değer yargıları, iş-ev kısır döngüsü, sorumluluklar vs. Vs.

Yazmak kadar kolay değil yaşamak, biliyorum. Cesaret istiyor. Bir yerlerden başlamak en azından hayal etmek gerekiyor. Onun için bu karanlık ve sessiz oda benim hayalim. Yoksa bu hayali de yaşatamazsam Tolstoy'un durumuna düşeceğim:

Tolstoy'a "depresyon nedir" diye sormuşlar. O da "şu anda karşıma bir cin çıksa ve dile benden ne dilersen dese, dileyecek hiç bir şeyim yok!" demiş.

Benim hâlâ var: "Kendime ait bir oda!"

Yorumlar

Eskisi kadar olmasa da diyorum, çünkü eskiden okuduğum bir kitapta çok beğenip altını çizdiğim bir sözü ya da bir şiiri paylaştığım kişinin aynı heyecanla karşılamaması beni çok üzerdi. Sanırdım ki sevgi ancak aynı şeyleri aynı yoğunlukta beğenerek olasıdır. O dizeyi anlamayan birisi beni de anlayamaz.

Bir şeyi aynı gözle görebilmek, aynı yoğunlukta duyumsayabilmek için ekonomideki "ceteris paribus" misali, ancak aynı öznel deneyimleri yaşamanın bir ön koşul olduğunu o zaman bilmiyordum.

Üstelik bu ön koşul başlı başına da yeterli bir koşul değildir. Yani her şeyi aynı yaşadığınız bir kişiyle, örneğin kardeşinizle bile, olaylara yüklediğiniz anlamların farklı olması nedeniyle aynı iletişimsizliği yaşayabilirsiniz.

Kısacası Murathan Mungan 'ın dediği gibi "en yakınıyla bile saat farkı" olabiliyor insanın arasında. Ve ben kendi saatimde kendi iklimimde yaşamayı özlüyorum.

Meltem hanım, çok güzel ifade etmişsiniz ancak insan bazı şeyleri belli bir yaşa geldikten sonra farkedebiliyor.

Biri için çok güzel olan bir şey diğeri için "beş para" etmeyebiliyorken, biri için "ilk" olan bir şey de diğeri için "ikinci" veya üçüncü" olabiliyor.

Dolayısı ile insanların, -ya da bilinçlilerin demek daha uygun olacaktır-, yaptıklarının farkında olması, yaptığının gerçekleştiği anda oluyor.

Yıllar sonra "aa bak şu şöyle olmuş" demenin ayırdına varmak için yılların geçmiş olması "geçmiş olsun" fikrini çağrıştırıyor.

Ya da benim gibi 2 günde bir hemşire gören biri için her tedavi sınucunda "geçmiş olsun" temennisini duyduktan sonra "geçmiyor ki, zira öbür gün gene geleceğim" demek te çok mantıklı olamayabiliyor.

A&b - 22 Ocak 2008 (16:00)

diYorum

 

Meltem Tolunay neler yazdı?

51
Derkenar'da     Google'da   ARA