Patronsuz Medya

Bütün büyük anneler birbirine benzer

Meltem Tolunay - 17 Mayıs 2004  


Bir ölümün ardından bir başka yazıya önsöz

Kadın bir taraftan hortumu onun morarmış bacaklarına tutarken, bir taraftan da ağzının içinde bir şeyler geveliyor. Öyle yoğun bir gül kokusu hakim ki odada nefes almakta zorlanıyorum. Kullandıkları sabundan olsa gerek.

Ama benim kafamda bu koku artık ölümü çağrıştıracak bundan böyle, biliyorum. Oyuncak bir bebekle evcilik oynayan yaramaz çocuklara benziyorlar. Sürekli orasını burasını çeviriyorlar. Önce sabunlayıp sonra su tutuyorlar. Ve sürekli mırıldanıyorlar. Bense köşede bir filmi izlermişçesine ama ne izlediğimi anlamadan bakıyorum onlara.

Bir ara kadın bana "nereli?" diyor. Soruyu anlamıyorum. Tekrarlıyor, boş gözlerle ve şaşkın "Sivaslı" diyorum, ama yine de neden bunu sorduğuna anlam veremiyorum. Gideceği yerde de hemşehrilik ilişkileri mi hüküm sürüyor yoksa?

Öyle hızlı ve otomatik olarak yapıyorlar ki her şeyi, şaşırıyorum. Oysa o da onların işi. Onlar alacakları bahşişe ve kendilerini yormayacak orası burası dağılmamış ölülere bakıyorlar sadece. Morarmış bedeninden köpüklü sular sızıyor. Kurulayıp çenesini bağlıyorlar, bilumum deliklere pamuk tıkıyorlar. Yaşlılıktan o kadar küçülmüş ki, aldığımız kefenin yarısı yetiyor onu sarmaya. Her tarafı kapandığından yeni doğmuş kundaklı bir bebeğe benziyor. Üzerine kına ve çörek otu serpiyorlar. Tabuta yerleştiriyorlar.

O ölü benim babaannem. Bizi yıllarca kırıp geçiren, en basit yaşam haklarımıza bile ipotek koyan, bize sürekli bir hesap verme duygusu yaşatan ve bunu söylemek zor, biliyorum, ama yine de söylemek istiyorum, çocukluğumun uzun gecelerinde "Allah'ım ne olur ölse de kurtulsak" diye dua ettiğim. Şimdi gasilhanede izlerken onu, hem ona, hem kendime hem yaşadıklarımıza, ama en çok da yaşayamadıklarımıza ağlıyorum sessizce.

Bundan 7 ay evvel bir ses kulağıma fısıldamış, durup dururken onu ziyaret etmeye karar vermiş, gidip ona sarılmış uzun uzun ağlamış, başını okşamıştım. O çoktan Alzenheimer olmuş aklıyla ne beni tanımış, ne de o an yaşananları fark etmişti. O gün orada onu, kendimi, yaşadıklarımızı affetmiştim. Şimdi diyorum ki iyi ki yapmışım bunu.

Güle güle Babanne, bunu senin için yıllar önce yazmıştım.

Arkası yarın

"Kadifeden kesesi
Kahveden gelir sesi,
Oturmuş kumar oynar
Ah ciğerimin köşesi"

Bir taraftan şarkıyı mırıldanıyor, bir taraftan eski naylon çoraplardan, masa silmek için bez dikiyor. "Çocuklar iğreniyormuş, onlar kendi kıçlarından iğrensinler" diyor kendi kendine. Epeydir farkında olmadan kendi kendine yüksek sesle konuşuyor. İd'ini daha fazla gizleyemiyor nedense. Çok sevdiğini söylediği, "ne iyi ettin de geldin!" dediği birine, odadan çıkar çıkmaz yüksek sesle "eşşoğlu eşek, ne güzel televizyon seyredecektim, bu saatte de gelinir mi?" deyiveriyor. Farkında değil. Onu tanıyanlar zaten huysuz, kompleksli bir öğretmen emeklisi olduğunu çok iyi biliyorlar ve idare ediyorlar senelerdir, ama bu yanı da ortaya çıktığından beri herkeste bir şaşkınlık, bir çekinme hissediliyor.

Zaten onun görüştüğü kişilerde arkadaşlık, dostluk duygusu yok. Herkes alabildiğine bencil. Onlar "survival of the fittest". *

* Darwin'in evrim teorisindeki ortama en uygun ve en güçlü kromozomların yaşamaya devam edeceğine dair ilke.

Yani iki dünya, bir kurtuluş savaşına, açlığa, hastalığa rağmen hayatta kalanlar. İnsani duygular çoktan ölmüş içlerinde, sadece yaşamaya, herkesi her şeyi kıra döke, hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Dikiş bitti. Üzerinde, esmer, saçına pembe bir gül takılı kadın resmi olan teneke dikiş kutusuna kaldırıyor makarayı, iğneyi özenle. Yaşamı sadece düzenden ve alışkanlıklardan oluşuyor. Sürekli saate bakıyor. Yatılı okulda okumanın getirdiği bir şey bu. Her hareketini kurulmuş bir robot gibi sırayla ve saati gelince yapıyor. "Oo saat bire beş var. Öğle yemeğini hazırlayayım." Her düşündüğünü aynı zamanda söylediği içinse, yaptığı işi tekmil veren askerlere benziyor.

Mutfağa gidiyor. Gelininin pişirdiği taze fasulyeyi dolaptan çıkarıyor. Mutfak dolabından artık kimsenin evinde kullanılmayan, yusyuvarlak bakır bir kâseçıkarıyor. Kasenin üst kısmı delindiği için macun yapıştırılmış. Tencereden beş yemek kaşığı fasulyeyi bakır kaba koyuyor. Her zaman aynı miktarda yemek yer zaten.

"Hem az yemek iyidir."

Ocağın en küçük gözünü yakıp, onu da sonuna kadar kıstıktan sonra kabı ocağa yerleştiriyor. Hayattaki bir diğer ilkesi "tasarruf". O tasarruf diyor, ama çevresindekiler çoktan cimri sıfatını yapıştırmışlar arkasına. Bilse de umursamıyor. Bütün ışıkları söndürüyor. Ellerini bile hızlı hızlı yıkıyor. "Su ziyan olmasın."

Dolaptan bir salatalık bir domates çıkarıyor. Özellikle yumuşamaya başlamış olanları seçiyor. O zaten hep çürümeye başlayan şeyleri sever. Salatalığın kabuğunu ince ince soyduktan sonra, plastiği bile çiziklerle dolmuş eski bir tabağın içine düzgün bir şekilde doğruyor. Sonra doğradığı domatesleri de üzerine aynı şekilde diziyor.

"Salata yapmanın da kuralı vardır. Salatalıklar aşağıda, domatesler yukarıda olmalıdır ki domates altta kalıp ezilmesin" diyor yüksek sesle. Ocağı söndürüyor. Bakır tası nihalenin üstüne koyuyor. Daha ilk lokmayı alır almaz, "serseri, yine iyi pişirmemiş, fasulyeler takır takır" diyor gelini için. Zaten o fasulyeyi helva gibi de pişirse fark etmez. Ondan nefret ediyor.

"Çökert bir ağacın altına"

O hep kendisi gibi bir ilkokul öğretmeniyle evlenmesini istemişti oğlunun. Böylece, hem erken yaşta ölen eşinin yerine koyduğu oğlunu bir öğretmenle evlendirerek kendisiyle evlenmiş gibi düşünmeye devam edecek, hem de artık emekli olduğu için dışında kaldığı, eski hükümranlık alanına, dolaylı yoldan da olsa tekrar kavuşabilecekti. Bu öyle bir alandı ki, ona yıllar boyunca hiç birini hak etmediği birçok ayrıcalık sağlamış, üstelik yaptığı tüm acımasızlıklara, hor görmelere rağmen insanlardan saygı görmesini engellememişti. Otuz altı yıl boyunca binlerce çocuk elinden geçmiş, çoğu ezik, zavallı, yoksul bu çocukların, okulla belki de ilk ve son kez tanışacakları o ilkokul sıralarını onlara bir kâbus haline getirmişti.

Kendisi de ezilmişti çok. Ütüle ütüle ütmeyi öğrenmiş herkes gibi acımasızdı. Bu öyle bir hale gelmişti ki ağlamak istediğinde bile gözlerinden yaş akmıyordu. Yetim büyümüş her çocuk gibi ruhunun bir yarısı sakat kalmıştı. O da bu boşluğu, bir sürü komplekslerle, yansıtma mekanizmalarıyla doldurmuş, uzun yıllar da toplum içinde fazla göze batmayacak şekilde idare etmişti.

Babası Birinci Dünya Savaşı sırasında daha savaş alanına bile varamadan tifodan ölmüş, zavallı annesi ise 17 yaşında kucağında o ve erkek kardeşiyle birlikte baba evine dönmüştü. Fakirlik diz boyuydu. Savaştan sağ dönen amcası, atların dışkılarından arpaları ayıklayıp yediklerini anlatır, son zamanlarda ise açlığın ve sefaletin öyle bir hale geldiğinden bahsederdi ki, erat, kendi köseleden yapılmış çarıklarını suda ıslatıp yemeğe başlamış! Annesi o kalabalık, yoksul eve daha fazla yük olmamak için, küçük oğlu da ölünce, onu da yanına alarak ikinci kocasına varmış, bir evlilikten çok, beş tane yetişkin üvey çocuğun ve evin hizmetçiliğini üstlenmişti. Üvey baba tekelde kâtipti. Üvey kardeşlerle birlikte o da 2 sene gecikmeli olarak okula gitmeye başlamış ve bu onun tüm yaşamını bir anda değiştirmişti.

Gerçi, yaşam yine de zordu o ve annesi için. Sofraya herkes yemeğini bitirdikten sonra oturabiliyor, ancak onlardan kalanlarla karnını doyurabiliyordu. Belki de bu yüzden yıllar sonra bile bütün yemeklerin en iyi yerini o yemek isterdi. Mum ışığında derslerini yapacak bir defterlik yer bulamaz, bu yüzden sabahları erkenden hava aydınlanırken kalkar öyle çalışırdı. Dersleri çok iyiydi. Ama onunla ilgilenen kimse yoktu. O evde bir hayalet gibi kimseye fazla görünüp öfkelenmelerine neden olmadan yaşamaya çalışırdı.

İlkokul son sınıfa geldiğinde, vücudunda değişimler başlamış, üvey kardeşlerden tek gözü kör olanının da ona bakışı değişmişti. Hatta bir gün postanede çalışan en büyük üvey ablasının kör oğlana, "yatır bir ağacın altına işini bitir, sonrası kolay" dediğini duyuverdi kapının arkasından. Anlaşıldı, artık bu evde yaşaması imkânsızdı. Gece hiç uyumadı. Hava aydınlanır aydınlanmaz, oturdu ilkokul müdürüne bir dilekçe yazdı. "Benim halim budurken budur, yardımlarınızı rica ederim. Hürmetle ellerinizden öperim" dedi bitirdi.

Sabah her zamankinden erken gitti okula. Müdür gelir gelmez, kapısını vurdu. İçeri girdi, heyecandan ve utançtan kıpkırmızı olmuş yanaklarıyla, elleri titreyerek dilekçeyi masaya bıraktı. Arkasına bakmadan uzaklaştı.

O gün diğer günlerin aksine derslere dikkatini veremedi. Son derste sınıfın kapısı açıldı, nöbetçi öğrenci müdürün onu çağırdığını söyledi. Öylesine heyecanlıydı ki çağırılanın kendisi olduğunu bile algılaması dakikalar aldı. Kıpkırmızı bir yüzle ve dal gibi titreyerek müdürün odasına girdi.

Müdür gülümseyerek "evlâdım" dedi, "dilekçen beni çok mütehassis etti. Senin gibi temiz, çalışkan Türk kızlarına yardım etmek elbette bizim boynumuzun borcu. Üstelik sen şerefli bir Türk kızı olarak, vatan evlâtlarını yetiştirmek istiyorsun. Seni yatılı öğretmen okuluna yazdıracağım. Derslerin gayet iyi. Yalnız biliyorsun Sivas'ta öğretmen okulu yok. Seni Giresun'a göndereceğim. Ne dersin?"

Öyle mutluydu ki kelimeler ağzından çıkamıyordu. Derin bir nefes aldı. "Ben" dedi "her yere giderim." Yalnız mümkünse ben hemen gitmek istiyorum". Müdür şaşkın, "Eylül'e kadar tatilini yap, ondan sonra yazdıralım seni" dedi. "Efendim" dedi "benim evden bir an önce ayrılmam gerekiyor." Müdür "peki" dedi. Zaten gidecek yeri olmayıp da, yaz tatilini de okulda geçiren leylî-i meccanî (parasız yatılı) kızlar da var okulda.

Eve gelip olanları annesine anlattığında sessiz bir ağıt yaktı annesi. Bu evde yaşadığı sığıntı hayat iyice çekilmez olacak, dert ortağı bildiği kızından ayrı kalacaktı. "Anne" dedi, "ben okuyup öğretmen çıkacağım, o zaman seni yanıma alacağım. Kimseye ihtiyacımız olmayacak".

Giresun Öğretmen Okulu

On beş gün içinde tüm akrabalarını dolaşıp vedalaştı. yıl1930, kimsenin verecek fazladan bir şeyi yok. Onun için birkaç tane el örgüsü çorap, bir kaç da ortası delikli metelikten başka bir şey toplayamadı bu ziyaretlerden. Küçük bir çuvaldan çantayla, Sivas'tan Giresun'a gidecek diğer öğretmen okulu öğrencileriyle birlikte Sivas garında trene bindiğinde, annesinden başka onu yolcu edeni yoktu. Kendisini öyle yalnız, öyle terk edilmiş, öyle küçük hissediyordu ki bir anda bu duygular öfkeye dönüştü. Tam olarak kime, neye duyduğunu bilemediği bir öfkeye. "Görürsünüz!" dedi sadece. "Görürsünüz!".

Tren ağır ağır hareket etmeye başladığında, artık bir daha buraya geri dönemeyeceğini düşündü. Diğer öğrencilerde aynı çaresizlik içinde birbirlerine sokulmuş şaşkın şaşkın camdan bakıyorlardı.

Bu yolculuk uzun sürdü. Önce Ankara'ya gitti tren. O gece Ankara'da konservatuarda konakladılar. Sonra ertesi sabah İstanbul'a giden başka bir trene bindiler. Artık birbirlerine alışmaya başlamışlardı. Herkes o kadar benzer koşullar içinde yaşıyordu ki fiziksel özellikler hariç insanların birbirinde kıskanabileceği hiç bir şey yoktu. Trende şarkılar söylemeye başladılar. Oğlanlardan konuşup, kızararak kahkaha attılar.

İstanbul'a geldiklerinde Haydarpaşa Garı'nın o muhteşem manzarası onları büyüledi. Demek deniz buydu. Ne kadar güzeldi, ne kadar büyüktü! Annesiyle Sıcak Çermik'teki havuza gitmişti küçükken. Denizi hep o havuzun biraz daha büyüğü olarak hayal etmişti bunca zaman. Oysa gördüğü şey öyle sınırsızdı ki tüm hayallerinin yanlış olabileceği korkusuna kapıldı bir an.

O gün akşam Giresun'a girecek vapura bindiklerinde, denizden korkmaya başlamıştı. Üç gün süren yolculuk boyunca diğer kızlar gülüp eğlenirken o sürekli yatmış verilen kumanyaların hiç birini yiyememişti. Vapur dalgalarda sallandıkça, batacaklarından, bir daha Sivas'a dönemeyeceğinden, annesini göremeyeceğinden korkuyordu.

Yolculuk üç gün üç gece sürdü. Karadeniz'in acımasız dalgaları geminin Giresun'a yanaşmasına izin vermedi. Bunun üzerine kaptan Sinop limanına doğru harekete geçti.

Sinop'a vardıklarında deniz hâlâ yatışmamıştı. Kaptan filikalarla yolcuların karaya çıkarılacağını söylediğinde korkudan ölmek üzereydi. Gecenin karanlığında, her şeyi ve herkesi içine birkaç saniyede çekebilecekmiş gibi görünen o azgın canavar sanki onu yutmak için bekliyordu. Gemiden sarkıtılan ip merdivenden aşağı, dalgalarla bir sağa bir sola yatan kayığa inmesi gerekiyordu. Arkadaşları teker teker inmişlerdi, ona sesleniyorlardı. Besmele çekti gözünü kapadı, ilk adımını attı. Halat merdiven sanki üzerine gelen yükü taşıyamayacakmış gibi aşağı doğru esnedi. Bir adım daha attı. Aynı boşluk duygusunu hissetti yeniden. Hızla kayığa indi.

Soğuktan ve korkudan kaskatı kesilmişti. Kayıktakilerden birinin kucağına başını koymasıyla kusması bir oldu. Kayığın limana varması yarım saat sürdü. Oysa onun için bu zaman diliminin başı ya dasonu yoktu. Bir hiçlik duygusu içinde yaşıyordu her şeyi. Karaya ayak basmasıyla beraber derin bir nefes aldı. Kendilerini bekleyen faytonlara dörder, beşer bindiler. Şehrin merkezine doğru yol almaya başladılar.

Ortalık zifiri karanlıktı. Yağmurun ve fırtınanın etkisiyle çamur haline gelen yolda arabanın tekeri yavaş yavaş ve zorlanarak hareket ediyordu. Yarım saatlik yolculuktan sonra araba büyük taş duvarlarla çevrili bir binanın önünde durdu. Duvarlar o kadar yüksekti ki burası bir okuldan çok bir hapishaneye benziyordu. Arabaların sesini duyan hademe iki kanatlı demir kapıyı açarak, onları o karanlıkta dipsiz bir kuyu gibi görünen avluya aldı.

Bulaşık suyunu israf etmemek lâzım

"Babanne" dedi bir ses. Öylesine dalmıştı ki eski anılara, bir zaman ne sesi tanıyabildi, ne de olduğu yeri. Büyük torunu okuldan gelmiş, ona sesleniyordu. Gözünün önünde yatılı okulun avlusu, torununa boş boş baktı bir süre daha. Sonra "hoş geldin" dedi. "Yemek sıcak, hemen otur." Torunu sessizce oturdu. "Bu kız da hiç konuşmaz, anasının kızı ne olacak!" diye geçirdi içinden.

Torunu kalktı, radyoyu açtı. Radyonun ısınması zaman aldı. Sonra cızırtıyla haber spikerinin sesi duyuldu derinden. Sessizce yemek yemeğe devam ettiler. Torunu elini taze ekmeğe uzattı. O hemen "dünden kalan ekmekler bitmeden taze ekmek yemek yok" dedi. Uzanan el sessizce çekildi.

Radyoda "arkası yarın" başladı. İkisi de yemeklerini bitirmişlerdi. Masada oturup radyoyu dinlediler. Piyes her zaman olduğu gibi en heyecanlı yerinde bitiverdi. Onlar da daldıkları bu hayal dünyasından yavaşça uyanarak masayı toplamaya koyuldular.

Bulaşık yıkanan tencerenin içindeki su, kahvaltıdaki bulaşıkların yıkandığı artık bulanıklaşmış suydu. Torunu "ben yıkarım" dedi. O mutfak masasını özene bezene diktiği çoraptan bezlerle sildi. Banyoya ağzını yıkamaya gitti. Torunu hemen bulaşık tenceresindeki suyu döktü. Temiz suyu ocağa koydu ısınması için. İçine de deterjan atıp köpürttü ki suyun değiştirildiği anlaşılmasın. Babannesi banyodan gelene kadar o bulaşıkları yıkamayı bitirmiş, durulamaya başlamıştı bile. "İyi çabuk bitirmişsin" dedi. Suyu fazla harcama."

Torunu sessizce durulamaya devam etti.

Odasına giderken "serseriye bak cevap vermiyor" dedi yüksek sesle. Bugün kabul gününe davetliydi. Artık pek kullanılmayan koyu ten rengi kalın çoraplarını giydi ayaklarına. Diz üstünden bir karış yukarıda duracak şekilde lâstik geçirip, kıvırdı çorabın üst kısmını. En az yirmi senelik tayyörlerinden birini giydi üstüne. Saçlarını taradı aynada. Artık döküle döküle, yer yer kafasının göründüğü saçlarını. Başına plastik bir taç geçirdi, kahverengi. Ellerine "tokalon" krem sürdü. Yüzüklerini taktı. Naylon bir poşete misafirliğe gittiğinde yanında götürdüğü siyah kadife üzerine sarı simli terliklerini yerleştirdi. Kapıyı kapatmadan anahtarını kontrol etti. Torununa "Allahaısmarladık" dedi. İsteksizce söylenen bir "güle güle" geldi kulağına içeriden. "Şuna bak gidiyorum diye bayram ediyor".

Büyükannelerin kabul günü

Kabul gününe gittiği kişi aynı sokakta, birkaç apartman ileride oturuyor. Nihal Hanım yalnız yaşıyor. Kocasını kaybedeli çok olmuş. Diplomatmış kocası. Kendisi de Fransız mektebinde okumuş. "Hiç çalışmamış ki o!" diyor küçümseyerek. Nihal Hanım'ı sevmesinin ya daöyle görünmesinin nedeni her 24 Kasım'da onu arayıp "Öğretmenler Gününü" tebrik etmesi.

Doğum günü belli olmayan tüm insanlar gibi, her yıl yapılan doğum günlerine, gelen hediyelere gıptayla bakmış, kendince birkaç kez uydurma doğum tarihleri belirleyip kutlama yapılmasını beklemiş ama ne oğlu ne de torunları bununla ilgilenmeyince tam bu işten vazgeçmişti ki, devlet bir günde ona bir gün armağan ediverdi: "Öğretmenler Günü".

O günden beri, 24 Kasım günü çalan tüm telefonları, o açıyor. Onun bu hassasiyetini bilen konu komşu ve kendisi gibi öğretmen emeklisi birkaç arkadaşı bıyık altından gülerek, her 24 Kasım'da onu arayıp "Öğretmenler Gününü" kutluyorlar. O da her telefonda bir heves bu memleket için 36 yıl hizmet verdiğini gözleri dolarak anlatıyor- yıllardır ağlayamıyor-.

İşte Nihal Hanım da bu taifeden. Nihal Hanım, hiç Türk'e benzemiyor. Bir seksen boyunda, sarışın, mavi gözlü, kürklü mantosu ve tepesinde topladığı saçlarıyla kıta Avrupası'nda bir kentte yaşarken, yanlışlıkla buraya gelmiş bir kahraman gibi kabul günlerinde sırıtıyor. Abartılı bir nezaket ve aksanı bozuk Türkçe de cabası. Kimse Nihal Hanım'ın burada, Ankara'nın bu orta halli semtinde ne aradığını bilmiyor. Nasıl geçindiğini de.

Kapıyı çalıyor. Nihal Hanım açıyor kapıyı, yüzünde geniş bir gülümseme. Giriyor, terlik torbasından özenle çıkardığı terliklerini ayağına giyip salona doğru yürüyor. Salondaki en iyi yeri belirlemeye çalışıyor oturmadan. Bu yer öyle olmalı ki camdan uzak, sehpaya yakın ama herkesi görmesini sağlayacak kadar da salona hakim. Bir de kanepeleri sevmez. Bu koşullar altında camın önündeki berjer en iyisi. Gidip oturuyor. Sonra saatine bakıyor. Çünkü bir kabul gününde en az 3 saat oturur. Geliş saati önemlidir o yüzden.

Nihal Hanım "Nasilsiniz?" diyor. O da "hastayım" diyor. Başlıyor en sevdiği şeyi yapmaya, hastalıklarını en ince detayıyla yüzüncü kez anlatıyor. Hastalanmak onun için ilgi çekmenin, biraz olsun sevgi görmenin tek yolu. Bu yüzden, onlara gözü gibi bakıyor. Aslında hiç biri önemli değil hastalılarının, herkeste her zaman olabilecek şeyler. Ama o öyle uzun, öyle ballandırarak anlatıyor ki yeni tanışan insanlarda istediği ilgiyi uyandırabiliyor. Nihal Hanım'sa her zaman ki nezaketiyle "vah vah" larla dinliyor.

O sırada kapı çalıyor. Bedriye Hanım gelmiş. O da kocayı öbür tarafa erken gönderenlerden. Elinden hiç eksik etmediği içi yün dolu torbasıyla salonda bitiveriyor. Üstünde kendi ördüğü bir kazak, kanepeye yerleşiyor.

Bedriye Hanım, Nihal Hanım'ın aksine erkek gibi konuşur. İçinde kime neye olduğu belli olmayan bir öfke taşır. Bir gün politikacılara verir veriştirir, bir gün fiyatları çok yüksek diye köşedeki bakkala.

Bedriye Hanım oturur oturmaz torbadan örgüsünü çıkarıyor. İpi boynundan geçirip örmeye başlıyor. "Ne örüyorsun, modeli nereden buldun?" konuşmaları kapı sesiyle kesiliyor. Nihal Hanım kapıyı açıyor. Bu kez gelenler iki kişi. Yine torbalardan terlikler çıkıyor. Her gelen daha önce gelenlerle öpüşüyor. Nihal Hanım saati kontrol edip, "kahveyi nasıl alırsınız?" diyor. Gelenler acıkmış olduklarından, "ay boş ver kahveyi sen bize çay yap daha iyi diyorlar." Nihal Hanım mesajı alıyor. Mutfağa giriyor.

Salondakiler kendi yaşamlarında anlatacak kayda değer bir şey olmadığından, başkalarının hayatlarına sondaj yapmaya başlıyorlar. Önce mahalle normlarına göre açık giyinen, saçlarını her akşam birayla yıkayan dul alıyor nasibini bu sohbetten. Sonra sanatçıların son sevgilileri, son arabaları, son saç modelleri tartışılıyor uzun süre. Hepsi aynı gazeteyi okuyup, aynı programları seyretmelerine rağmen, kurdukları her cümle "ay duydun mu şekerim…" ya da"ne olmuş biliyor musun?" larla başlıyor. Dinleyenlerse "ay senin yeni mi haberin oldu?" ya da"ben de okudum o haberi"lerle zaten konuyu takip ettiklerini hissettiriyorlar.

Pasta tarifleri

Tam üzerinde konuşulacak mevzuular sona ermişken, Nihal Hanım elinde pasta tabaklarıyla salona geliyor. Salondakilerin dikkati bir anda tabaklara yöneliyor. Şu anda en çok merak edilenler, ikram edilecek olan pasta ve böreklerin minimum dört çeşit olması kuralına uygun olup olmadığı, evde mi yapıldığı yoksa pastane mamulü mü olduğu, herkesin bildiği bir şey mi yoksa yeni bir tarif mi olduğu.

Nihal Hanım yıllardır kabul günü müdavimi olduğundan, bu normlardan haberdar. Pasta tabaklarının altına peçete koymuş, onları köşeleri aşağıya gelecek şekilde yerleştirmiş. Çay bardakları ile çay kaşıkları takım ve gümüş. Çayla beraber olmazsa olmaz sunulması gereken limonların kabuğu soyulmuş, küçük doğranmış ve ikili özel çatalı da hazır.

Yiyeceklerin ve çayların dağıtılmasıyla salonda derin bir sessizlik oluşuyor. Sadece çatal, bıçak sesleri duyuluyor. İlk çayların bitmesi ile birlikte herkeste doymuş, mutlu bir gülümseme beliriyor. Yavaş yavaş sohbet tekrar başlıyor. Pazardaki sebzelerin fiyatları, genel olarak hayat pahalılığı da, bir yarım saat sürüyor. Nihal hanım sürekli çayları tazeliyor. Beşinci çayını içmiş olan Bedriye Hanım, çay kaşığını çay bardağının üzerine yatay şekilde kapatıyor. Bu "artık içmeyeceğim" demek.

Duygu ve düşüncelerini söylemenin patavatsızlık, isteklerini paylaşmanın arsızlık sayıldığı bir kültürde, herkes gerçek isteğini ancak sonu gelmez ısrarlarda ortaya koyabiliyor. Nihal Hanım da bunu iyi bildiğinden çay tiryakisi Bedriye Hanım'ın bardağındaki kaşığı kaldırıp, "Allahaşkına bir tane daha için, bak bu sefer çok açik dolduracağim." diyor. Bedriye Hanım mutlu "tamam" diyor.

Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Nihal Hanım ışıkları yakıyor. Sarı ışığın altında salon hüzne bürünüyor. Artık konuşulacak konuların sonuna gelindiğinden herkes sessizce oturuyor. Birisi Nihal Hanım'a böreğin tarifini soruyor o an. Nihal Hanım hepsine kâğıt kalem getiriyor. Önce malzemeleri not ettiriyor yaptığının beğenilmesinin verdiği gururla. Sonra da tarif etmeye başlıyor.

Her kafadan bir ses çıktığından, kimse bir diğerini dinlemediğinden her cümleyi en az üç kez tekrarlıyor. Böylece yarım saat daha geçiyor. Sonra yavaş yavaş herkes kalkmaya başlıyor. Öpüşmeler, terliklerin torbaya konması, teşekkürler ve tekrar evlere dönüş.

Gelin-Kaynana dırdırı insanlık kadar eskidir

Eve geliyor. Küçük torunu da gelmiş. Elindeki tüp çikolatayı yiyerek, çizgi roman okuyor. "Bu kız da yemek yemez, parayı çikolataya şekere yatırır." diyor içinden. Odasına gidip üstünü değişiyor. Sonra 4 metrekarelik oturma odasına gidip, her zaman oturduğu yere geçip, arkasındaki yastığı düzeltiyor. Gelini geliyor az sonra. İki torunu da kalkıp karşılıyorlar annelerini. Kıskançlıktan kuduruyor. "Ne anlıyorlar bu köylüden anlamıyorum" diyor yüksek sesle. Gelini yarım ağız bir merhaba deyip odasına gidiyor. Hemen üstündekileri değiştirip, üniforma haline getirdiği eşofman altını ve turuncu kazağı giyiyor. Üstüne de yeşil el örgüsü yeleği geçirip mutfağa yöneliyor. Kızlar da annelerinin peşinden mutfağa gidiyorlar. O gün okulda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

Odada yalnız kalmaya daha fazla dayanamıyor. Elleri arkasında mutfağa geliyor. O gelince konuşmalar kesiliyor. Herkes elindeki işe konsantre oluyor. O da konuşmaya girebilmek için "Fasulyeyi iyi pişirmemişsin!" diyor. Gelini suratını asıyor, cevap vermiyor. Haksızlığa dayanamayan küçük torunu "söyleneceğine sen pişirsene, annem zaten çalışıyor" diyor. Küçük bir çocuğun ona cevap vermesini kaldıramıyor. Başlıyor bağırmaya. "Kırk yıllık kargaya cik cik mi öğretiyorsun? Ben yemek pişirmem. Sen bana cevap veremezsin. İnsan büyükleriyle böyle mi konuşur?"

Kimse cevap vermiyor. Kendi kendine "eşoğlu eşşekler" diyerek odasına gidiyor. Gelin içeride sessizce ağlıyor. Hâlâ böyle bir kayınvalideye alışamamış. Kendini feda ederek var olmayı seçmiş bir insan için takdir görmemek, sürekli eleştirilmek, su verilmeyen bir çiçeğin günden güne solmasına benziyor. O da her gün daha mutsuz, daha yorgun hissediyor kendini. Sürekli baş ağrıları çekiyor. Her yıl bir yerinden ameliyat geçiriyor.

Az sonra oğlu geliyor işten. Yüzlerdeki ifadeden gene bir şeyler olduğunu anlıyor. Zaten akşama kadar Genel Müdürün kapısında imza için beklemekten bunalmış. Bir de evdeki bu bitmek bilmez huzursuzluk iyice öfkelenmesine sebep oluyor. Önce bir posta annesine bağırıyor. Annesi "sen zaten hep bana kızarsın. Allah şu canımı alsa da kurtulsam "diye söylenerek koridorda dolanıyor. Bu sefer karısına gidiyor. "Sen de idare etsene şunu, azıcık tatlı dil güler yüz göstersen her şey yoluna girecek." Karısı küskün küskün "şimdi beni konuşturma. Sanki o bana güler yüz gösteriyor da" diyor. Çocuklar olan bitenden bıkmış odalarına çekiliyorlar. Küçük olanı ağlıyor. "Anneme köylü diyemez o" diyor. "Hem köylü milletin efendisidir."

Ablası daha sessiz, daha içinde yaşıyor her şeyi. Ona "boş ver" diyor. "Hiç kimse değişmez. Bu kavgalar da böyle sürer gider. Sen karışma. Sadece bir an önce büyüyüp bu evden kaçmak için dua et."

O anda babası ikisini de mutfağa çağırıyor. "Siz söyleyin" diyor "kim haklı, kim haksız?" Büyük kız susuyor. Küçü, " anneme köylü dedi o diyor." Babaları "ne haliniz varsa görün" diyor bezginlikle.

Sofraya oturup yemek yemeğe başlıyor. Anneleri yatak odasına gidip yatıyor. Çocuklar sessizce yemeklerini yiyorlar. Bir süre sonra babaları "gidin babannenizi sofraya çağırın" diyor. Babanne geliyor. Herkes ölüm sessizliğinde yemek yiyor. Sofrayı toplamak kızlara kalıyor. Babanne ellerini yıkamaya giderken "eşşoğlu eşşek hep karısını tutar zaten" diyor kendi kendine… Büyük kız bulaşıkları yıkıyor. Odaya geldiğinde herkesin yatmış olduğunu görüyor. Radyonun düğmesine basıyor. Tiz bir kadın sesi doluyor odanın içine:

"Gurbete kaçacağım
Gurbete tükenmeye
Kopup yalnızlığımdan
Kopup sonsuzluğumdan
Gurbete kaçacağım
Gurbete tükenmeye."

diYorum

 

Meltem Tolunay neler yazdı?

50
Derkenar'da     Google'da   ARA