Patronsuz Medya

Benim Cem Karaca'm

Meltem Tolunay - 18 Şubat 2004  


Onu ilk kez İzmir Fuarı'nda görmüştüm. Bordo tunik ve pantolonuyla, boynundaki beyaz incilerle, masallardan çıkmış bir kahramana benziyordu. Türkiye'deki sol hareketin belki de son altın yıllarıydı o zamanlar.

Sene 1976-1977 olabilir. Anımsayamıyorum tam olarak. Sahneye çıktığında seyirci kendinden geçmişti. Herkes aynı idealizm ve umutla "bir şeylerin değişebileceğine", hatta şarkı, şiir gibi gücün ve şiddetin önünde her zaman yenilmeye mahkûm nahif araçlarla değiştirilebileceğine inanıyordu o zamanlar. Henüz cinayetler gündelik hale gelmemişti.

Annem ve babam umutla şarkılarına eşlik ediyorlardı, bense her zaman bezgin, coşkularını kaybetmiş, aile içi tartışmaların ve bozulmasından ölesiye korktukları o küçük düzenin kısır döngüsüne kendini kaptırmış bu iki insanı böyle umutlandıran şeyin ne olduğunu merak ederek onları izliyordum sessizce. 9-10 yaşlarındaydım "Tamirci Çırağı" nı ilk kez söylediğinde o. O gün ve hâlâ ağlayarak dinlerken bu şarkıyı, çoğunluğa inat, aşkın yaş, ırk, dil, din, cinsiyet, ait olunan sosyal sınıf ve eğitim düzeyi gibi tüm kısıtlamaların üzerinde olduğuna inanıyorum şimdi de.

Sonra ütopyalar yerini kanlı bozgunlara ve izleri bir ömür sürecek acılara bırakırken, gidiverdi Cem Karaca buralardan. Ben gidiverdi diyorum ya bakmayın tabii ki cümledeki fiil doğru değil, ama ben böyle yazmak istiyorum nedense. O oralarda Boğaz'da annesiyle balık tutma hayalleri kurarken, bizler geçirdiğimiz travmaların etkisini bile hissedemeden her şeyi içine alan bir değerler değişiminin içinde yüzmeye başlamıştık. Bırakın, abilerimiz, ablalarımız gibi düzeni değiştirmeye çalışmayı, biz ayakkabımızın, hırkalarımızın, tokalarımızın renklerini bile değiştiremiyorduk.

O döneme baktığımda tek anımsadığım renk lacivert. Sonra bir şey oldu, dönüverdi Cem Karaca buralara. Ama sırtında giderken yanında götürdüğünden daha ağır bir yükle: "Dönek" diyordu herkes ona, "Özal'ın elini nasıl öper?" diyorlardı. Bunu ona söyleyenlerin çoğunluğunun kendi yaşamlarında idealleri uğruna kıllarını bile kıpırdatmadıklarını ve bunların sıcak oturma odalarında çay içilirken söylenen sözler olduğunu bir yana bıraktığımda bile, onu biraz olsun anlayabilecek bir gurbet deneyimim var benim. Kendi isteğimle gitmeme rağmen, döneceğim güne dek her günü takvimde tek tek çizmiştim.

İlk şarkılarını nasıl sevdiysem, son şarkılarını da öyle sevdim. Nedense adı yüzümde bir tebessüm yarattı hep. Hamasi şeyler söylemek istemiyorum, sonuçta üzerine yapıştırılan onca etikete rağmen o da bir insandı hepimiz gibi. Kendine özel hayalleri, düşünceleri olan, dışarıda başı dik ama belki sabahları aynaya baktığında yenilgilerinin, acılarının izlerini gören orada ya da ne bileyim hâlâ çocukluğunda babasından alamadığı bir "aferin"in ya da eksik bir okşayışın hüznünü içinde taşıyan. Bilmiyorum.

Öldüğünü okuduğumda tesadüf annem de, babam da yanımdaydı. Üzüldüler çok. Babam "birer birer gidiyor bizim kuşak" dedi. "Sıra bizde". "İnsanın ruhu yaşlanmıyor, onun için ancak kendi yaşıtlarını kaybedince anlıyor kişi yaşlandığını" dedi annem. Kaset yığınının içinden bulundu çıkarıldı tüm kâsetleri o gün, kaybedilen her şeyden sonra yaşanan o "telâfi etme" telâşıyla.

Oysa giden çoktan gitmişti ve bize şöyle sesleniyordu:

"Bir çiviyi çakar gibi
Vura vura günlere
Dört nala gidiyoruz
Bizi bekleyen yere."

diYorum

 

Meltem Tolunay neler yazdı?

52
Derkenar'da     Google'da   ARA