Patronsuz Medya

Zor be kuzum!

Melih Özel - 18 Mayıs 2013  


Gözlerini açtı. Sokak lâmbasının ışığı, karanlık odada tül perdenin desenlerini duvara yansıtıyordu. Ürperdi. Zaten uyumamış mıydı, yoksa yeni mi uyandı anlamadı.

- "Uyudum mu ben ya?"

Sanki uyumuş da uyanmış gibi hissediyordu. Her akşam yatarken başucuna çevirdiği sandalyenin üzerine koyduğu pilli saate baktı: Yeşil ışıklarla 02:05 diyordu saat.

- "Uyumuşum tabii!"

Birden midesinin bulandığının farkına vardı. Bu yüzden uyanmış olmalıydı.

Güçlükle sol yanına döndü. Hep halinden şikâyet ederken kızına söyledikleri geldi gene aklına.

- "Yaşlanınca yorgan bile ağır geliyor insana, yatağımda yan dönemiyorum. Yaşlılık zor be kuzum."

Olmadı! Yan dönünce sanki midesinde bir şeyler yer değiştirdi gibi olmuştu. Karnı guruldadı. Tekrar sırtüstü döndü. Karyolanın kenarına tutundu sol eliyle, sağ dirseğine dayanıp doğrulmaya çalıştı.

Başı dönmeye başladı. Yok, yok! Zaten dönüyordu, daha fena oldu doğrulunca.

- "Aman, şimdi her yanımı, her tarafı berbat etmem inşallah!"

Ağzına çok kötü bir koku geldiğini anladığında midesindekiler boğazına yükselmişti bile.

- "Kıza seslensem bir…"

Bu düşüncesini eyleme geçiremedi. Ne beş on saniye sonra burnundan, ağzından boşananın kan olduğunu fark edebildi, ne düşerken devirdiği sandalyenin gürültüsüne koşan kızının çığlıklarını, ne de ambulans görevlilerinin telâşlı çabasını.

Renkli ışıklar ve siren sesi, meraklı komşuları pencerelere çıkarırken, kızı panik halinde bir yandan telefonla konuşuyor, bir yandan ambulansa binmeye çalışıyordu.

* * *

Kızgınlıkla direksiyonu yumruklarken, vitesi ikiye aldım. Ayağım debriyajda, el frenini indirdim. Ayağımı frenden çekerken, bu küçücük yokuşun eğiminin, arabayı yeterince hızlandırabilmesi için bütün kalbimle dua ediyor, bir yandan da eğer olmazsa, gecenin bu saatinde arabayı ittirecek adamı nereden bulacağımı düşünüyordum.

Satacağım da bu zıkkımı, yerine ne alâcağım? Hiç olmazsa ayağımı yerden kesiyor. İşte akşamları böyle yokuş aşağı park ediyorum. Sabah çalışmazsa "vurdururum" diye. Oldu oldu! Olmadı, etraftan ittiriyorlar filân, çalışıyor. Ama gecenin saat üç buçuğunda biraz zor tabii.

Arabanın yeterince hızlandığını düşündüğümde ayağımı debriyajdan hızla çektim. Bir - iki sallandı, at arabasından biraz daha modern '78 model, 18 yaşındaki arabam. Ardından bir - iki kez öksürdü. Gazı iki defa pompaladım. Sol ayağım debriyajda kontrollü hareketler yaparken, motor hırlayarak çalıştı. Gaza bastım. Sanki hiç bir şey olmamış vitesi değiştirdim. Sinyali verip, caddeye çıktım.

Araba hızlanırken, sol elimle yüzümü sıvazladım, gözlerimi ovaladım.

- "Kendime geldim mi acaba?" diye şöyle bir düşündüm. Evet gelmiştim. Soğuk da yardım etti tabii. Araladığım camı kapattım. Bir de üşütmeyelim.

Son 30 dakikayı bir daha geçirdim kafamdan…

Telefon çaldığında saat üçü biraz geçiyordu.

* * *

Ambulansın sesi mi, sallantısı mı, yoksa durmadan bir şeyler soran o beyaz gömlekli çocukların uyarıları mı bilincini kendisine getirdi, bilemedi.

- "Vedia Hanım, aç gözünü bakalım!"

Verdikleri serumun ve içindeki ilâcın etkisiyle biraz açıldığını, ama sonra gene kendini kaybettiğini sonradan, çok sonradan anlattı kızı. Hastaneye nasıl ulaştığını, acile nasıl girdiğini ise hiç hatırlamıyordu.

Bir ara gene kendine geldiğinde, sağında solunda hortumlar, şişeler, bip-bip sesleri çıkaran aletler ve koşuşturmalar olduğunu gördü. Kızının "ben nasıl bulayım kan, siz yardımcı olamaz mısınız?" deyişini duyduğunu söyledi. Ama kimse inanmadı.

- "Hep baygındın, hep! Hiç kendine gelemedin ki!"

Bir ara bir daha bulantı hissetti, gene terler bastı soğuk soğuk. O kötü koku gene geldi. Ardından öğürdüğünü hatırlıyordu. Gerisi gene karanlık.

- "Acili de batırdın o gece, her yer kan oldu vallahi."

* * *

Yolu neredeyse yarılamıştım son 30 dakikayı düşünürken.

Gece bayağı geç yattım. Yazmam gereken bir şeyler varken, her zamanki gibi önce televizyondaki filmi seyredip, sonra yazıya oturunca, bir buçuğu buldu yatmam. Yatarken de "yarın nasıl olsa cumartesi" diye kendimi avuttum.

Telefonu kaçıncı çalışında duydum bilmiyorum. Ama duyduktan sonra da, açana kadar bir kaç kez çaldığını sanıyorum.

Sağımda, başucumda duran telefonu sağ elimle açmaya çalıştım. Bayağı zorlandım o ters hareketi yaparken. Üstelik, kendi üzerine dolanmış kablosu yüzünden ahizeyi de düşürdüm. Neyse, bir şekilde almayı başardım ahizeyi; kulağıma götürdüm ve "alo!" dedim.

Karşıdaki sesin sahibi adeta makineli tüfek gibi nasıl hızlı konuşuyordu, anlatmam mümkün değil:

- "Abi, doktor Ali ben. Acilde nöbetçiyim. İcapcı sizmişsiniz. Şimdi bir hasta geldi. Yetmişdört yaşında, kadın hasta. Hepatit C nedeni ile takipteymiş. Özofagus varis kanaması geçiriyor. Ambulansta bir hayli hipotansifmiş. Bilinci kapalı sayılır. Biz 250 mcg somatostatin puşe yaptık; serum içine de 3 mg koyduk. Saatte ne kadar verelim abi? Bir de endoskopik girişim düşünür müsünüz? Bayağı kan kaybetmiş. Biz kan istedik, ısıtılıyor, takacağız birazdan…"

Allahım, bir uyansam ne dediğini anlayacağım ama!

Doğrulup oturduğum yerden ayağa kalktım, camdan dışarı bakarken:

- "Ali, bir nefes al abicim. Bir daha, ama tane tane anlatsana, tam uyanamadım galiba" dedim.

Ali, şaka gibiydi telefonda. Aynı heyecanla:

- "Ha abi uyuyor muydunuz? Pardon, kısaca özetleyeyim" dedi ve tekrarladı durumu. Bir iki soru, bir iki öneri sonrasında:

- "Endoskopi ekibini toparlayın, ben de geliyorum" dedim, bir yandan gömleğimi giymeye çalışırken."

Gecenin o vaktinde her zaman 40-45 dk süren yolu 15 dakikada almıştım. Hastaneye yaklaşırken, yapacağımız işlemi aklımdan geçiriyor, "yoğun bakımda yatak var mı ki?" diye düşünüyor ve "acaba kontrol edebilir miyiz kanamayı?" kaygısını içimden atmaya çalışıyordum.

Arabayı otoparka götürmeye zahmet etmedim. Doğru acilin önüne park edip içeri koştum.

Ali, bir kaç başka arkadaş daha, hemşireler, diğer personel; bir kalabalık var ortada. Adeta başka hasta yok gibi herkes onunla meşgul. Kısa boylu, zayıf ellili yaşlarda, son derece heyecanlı, panik görünümlü bir Hanım yolumu kesti:

- "Ağzından burnundan kan boşandı doktor Bey, çok korkunçtu. Durumu ağır değil mi? Ne yapacağız şimdi?" filân gibi pek çok şeyi bir arada söylemeye çalışıyor.

Bir doktor arkadaş koluna girdi. Biraz uzaklaştırdı bir şeyler söyleyerek.

Sedyeye yaklaştım. Saçları da teni de çarşaf kadar beyazdı. Nabzı son derece hızlı ve yüzeyel, tansiyonu düşük ama bilinci açıktı.

Sevimli, tonton bir yüzü, oldukça kilolu bir vücudu vardı. Gözlerini açtığında korkuyla etrafa bakıyor, kendisine ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

* * *

Korkmaya başlamıştı. Etrafında bir koşuşturma olduğunun farkındaydı ve koşuşturanların yüzünde bir endişe hissediyordu. "Neyim var benim, ne oldu?" sorularına da "hastanedesin, kanama geçiriyorsun" şeklinde malûmun ifadesinden başka bir şey olmayan yanıtlar alıyordu.

Sonradan gelen, saçları dökük, gözlüklü bir doktor göğsünü, kalbini dinleyip, karnına baktıktan sonra "Yemek borunuzda var olduğunu tahmin ettiğimiz varisleriniz kanıyor diye düşünüyoruz. Biraz tansiyonunuz yükselsin, size endoskopi yapacağız. Kanayan yerlere müdahale edip, kanamayı durdurmaya çalışacağız." dedi.

Doktorun dediklerinden hiç ama hiç bir şey anlamadı. Başı dönüyor, kulakları uğulduyordu. En önemlisi de korkuyordu. "Benim karaciğerim hasta…" diyecek oldu. Lâfını kesti doktor:

- "Evet, biliyoruz! Zaten o yüzden kanamışsınız."

Birden ağlamaya başladı. Neden ağladığını o sonradan gelen doktora bir kaç gün sonra anlatacaktı.

Eşi, Muzaffer, sağken hep derdi. "Bu karaciğer hastalarında kanama olurmuş. Çok tehlikeliymiş. Dikkat etmemiz lâzım" diye.

- "Adamcağız benden korkarken kendisi prostat kanseri oldu, öldü gitti. Bak benim de başıma bu geldi işte!"

Endoskopi odasına götürüldüğünü, oradaki koşuşturmayı, ağzına bir ilâç sıkıldığının farkındaydı. Ardından bir kadın sesi bir ilâç yaptığını haber verdi, ama ses giderek uzaktan geliyormuş gibiydi.

Belleğindeki bir sonraki görüntü daha sakin, daha sessiz bir yere ait. Endoskopide ne oldu, yoğun bakıma nasıl geldi, ne zaman kendine geldi sorularına cevapları çok sonradan alabildi. O gece gördüğü kişilerin çoğunu bir daha görmedi.

O son gelen doktorla uzun bir süre daha irtibatı oldu ama. Tam 14 sene daha…

* * *

Vedia Hanım o geceyi atlattı. Yaşadıklarını, hissettiklerini o kadar çok anlattı ki, bu hissiyatı onun ağzından bile yazmak mümkündü. Hem yaşadıklarının, hem atlattıklarının farkında idi ve durumundan hep şükrederek söz ederdi.

Hem o gece, hem de sonraki yıllar boyunca hemen her konuşmamızın sonunda, muayene odasından çıkarken "Hastalık zor be kuzum!" ya da "Yaşlılık zor be kuzum" derdi. Eşi yaşıyor olsa her şeyin daha kolay olacağını söyler, kızına yük olduğundan üzüntü duyardı.

Sonradan bir kanaması daha oldu. Daha hafif ve daha az gürültülü. Ama her şeye rağmen hastalığı kontrol altında kalabildi ve büyük sıkıntıları olmadan uzunca bir zaman gelip gitti hastaneye, çeşitli aralıklarla.

Karaciğer yetmezliğinin başka komplikasyonları ile 88 yaşındayken, 2010 yılında, böyle bir Mayıs ayında kaybettik kendisini.

Bu yazıya kaynak olan olayları neden hatırladığımı soracak olursanız, kızı geldi geçen gün. Her görüşmemizde bir yerinden bir şeyleri hatırlayıp konuştuğumuz, o soğuk 1996 yılı Kasım ayı gecesini gene hatırladık. Gene konuştuk, hem o geceden hem de Vedia hanımdan.

- "Yaşlılık zor be kuzum; hastalanınca hele daha da zor!" deyişini hatırladık bir daha.

* * *

Zaman geçip, yaşlar ilerledikçe onu ve onun gibi dostlarımızı daha iyi anlar oluyoruz. Anladıkça onları daha çok hatırlıyor, daha çok anıyoruz. Yaşadığı zorluklara rağmen gene de uzun bir yaşam sürebildi Vedia Hanım. Şanssızlığı, sağlıklı yaşlanabilme imkânı bulamamasındaydı her halde.

Sağlıklı yaşlanabilme şansı bulabilenlere ne mutlu!

* * *

Not: Vedia hanımın gerçek adı bende saklı. Hem kendisinin hem eşinin buradaki adları "müstear" …

Yorumlar

Sevgili Melih Özel, lütfen daha sık yazınız. Keyifli ve akıcı anlatımınız, kuvvetli kaleminiz bize iyi geliyor.

Erdem Abaka - 18 Mayıs 2013 (21:32)

Bana da iyi geliyor…

Neva Zil - 18 Mayıs 2013 (21:45)

Hayatın koşturması içerisinde kısa süreli de olsa bazı şeyleri bizlere düşündürdüğün ve yaşadıklarını böyle akıcı bir dille anlatabildiğin için eline sağlık, teşekkürler…

Emire Bor - 20 Mayıs 2013 (11:37)

Çocukken ve ergenliğimde, ihtiyarlar (özellikle de büyük annem) gözüme dünyaya arsızca tutunan, bencil ve sevimsiz insanlar gibi görünürdü. Tam olarak bilincinde miyim bilemiyorum ama sanırım ben de, toplum zihnine sinsi bir hastalık gibi çöreklenmiş olan 3 fetişin (gençlik, güzellik, zekâ) tahakkümü altındaydım.

Belki o yaşlarda okuduğum takoz gazetelerin ve romanların da bu düşünceyi besliyen bir yanı vardı. Yirmili yaşlarımın başlarında bile yaşlıları, bu dünyanın daha güzel bir dünya olmasına ayak direten engeller olarak görme eğilimindeydim.

Jetonum ilk kez babamı kaybettiğimde düştü. Yirmili yaşların ortalarındaydım. O günden sonra ne zaman yaşlı bir insan görsem, tansiyonu falan yükselmişse, sesi titriyorsa, baygınlık geçiriyorsa, gençten birinin koluna tutuna tutuna yürümeye çalışıyorsa, içim eziliyor, GATA'nın bir odasında, babamın başında geçirdiğim son birkaç güne geri dönüyorum.

Abartmadan duramayanlardanım belki. Ya da dogmatizm kanımda var. Her ne ise, son 30 yılımı da yaşlılara karşı zaaf içinde, onlara topyekûn borçluymuşum da ne yapsam ödeyemezmişim gibi bir duyguyla, ağzıma yapsalar da nazlarını çekmem gerekirmiş gibi bir vazife hissiyle geçiriyorum.

Çapkın erkeklerin güzel kadınlar karşısında takındığı tavizkar tutumun bir benzerini de yaşlı insanlar karşısında takındığımı, kendimi istismar ettirdiğimi görüyor, durup durup "sen adam olmayacak mısın necdet" diye kendimi paylarken buluyorum.

Hayat zor… Akıl sır erdirmek daha da zor. İnsanız; çelişkiler yumağıyız. Sen tut, yazılarında "anneler kızlarının kanıyla beslenir" gibi 'kafaya odun' kıvamında cümleler kaleme al, hem de hiç tanımadığın teyzelere amcalara gönüllü kölelik eden acaip bir adam ol; işte o benim.

Ne dersiniz canımdan çok sevdiğim güzin ablacığım, bu hastalığım yaşlanırsam geçer mi?

Necdet Şen - 20 Mayıs 2013 (12:40)

Aman, bir yanlış anlamaya meydan vermeden baştan söyleyeyim, Güzin abla rolüne soyunmadım. Durduk yere akıllar fikirler vermek gibi bir lüzumsuzluk geldi üstüme. Dökülüyor kelimeler klavyeden ekrana.

Güzin abla gene de bir cevap versin lütfen.

Sanırım yaş ilerledikçe, insanın gerek fiziksel gerek zihinsel kapasitesinde - ister istemez - ortaya çıkan kısıtlanmalar, sınırlanmalar, reaktif bir korunma mekanizması olarak, dışarıdan "bencillik" olarak algılanabilecek bir duygu ve davranış kalıbı gelişmesine neden oluyor.

Yaşça daha genç olanların hemen algılayamadığı ve dolayısı ile anlayış gösteremediği şey bu olsa gerek. "Bencillik" olarak algılanıyor diyorum ama, aslında yaşlılık, bencillikle bir arada bence. Kısmen doğal karşılıyorum. Bazen abartılıyor elbette. O da kişiden kişiye değişen dozlarda oluyor.

Buna neden, önündeki yaşam süresinin kısaldığı düşüncesi mi, hayatta ıskalananların yarattığı can sıkıntısı mı, yaşanan bu günlerin gençlere sunduğu olanaklara, kolaylıklara kendi genç ve muktedir hayatında sahip olmamanın getirdiği ruh hali mi, yoksa hepsi mi? Bilmek zor.

Ama hayatın, yaş ilerledikçe kolaylaşmadığı da kesin.

Dolayısı ile henüz yaşlanmadan önce, yaşlanınca hayatın zorlaşacağını ve bizi bencil yapacağını düşünmeli ve yaşlandığımızda çevremizdeki gençlere eziyet etmeden yaşamımızı sürdürebilmek için neler yapmak gerektiğini şimdiden belirlemekte yarar var her halde. Bunun en başında, sağlığın korunması için gerekenlerden asla taviz vermeden yaşamak geliyor diye düşünüyorum.

Gençlere de durumu idare edebilmek düşüyor. Bunu yaparken bir gün kendilerinin de yaşlanacağı düşüncesi akılda tutulursa, belki biraz daha tahammüllü olunabilir.

Sanırım orta yaşın son bölümünde olunca bunları söylemek kolay. Ben de bencilleşiyorum her halde.

Sevgili meslektaşım Ahmet Faruk'un "huysuz ihtiyar olmak" diye tanımladığı bir projesi var. Aslında bu konu tam onun mecrası. Bakalım o ne diyecek bu konuda?

Melih Özel - 20 Mayıs 2013 (14:09)

Yaşlılar bizim yaşımıza gelemeyecek ama biz onların yaşına gideceğiz, düşüncesiyle yaşarsak sorun çıkmaz. Yok efendim" kuşak çatışması, yaşlı bencilliği, huysuzluğu, nazlanması" yaşlanmak cidden zor-:)

Celâl Gün - 21 Mayıs 2013 (12:21)

Akraba ninelerimizden birinin kızdığı zaman dediği gibi: "Ben sizin gibi olamam ama siz benim gibi olursunuz."

"Narayama Türküsü "diye bir film izlemiştim. Üretimin kısıtlı olduğu bir dönemde Japon toplumunda üretken olmaktan çıkan yaşlıların dağa bırakılması geleneği anlatılıyordu. Biz de dağa atmasak da artık yaşamın dışına atıyoruz yaşlıları. En son torunlarına da baktırdıktan (ki bu torunlar için büyük bir şanstır), son bir kez daha sömürdükten sonra uzaklarında bir yerlere taşınıp bencilliklerinden, inatçılıklarından şikâyet ediyoruz. Belki bencillik dediğimiz, onca şey verdikleri çocuklarından gördükleri karşılığa cevaptır.

TRT de "Ömür Dediğin" adlı programi- ibretle izlerim. Bazan o okuma imkânı olmamış insanlardan biri hayatından damıttığı öyle bir söz söyler ki, en değerli yazarlar belki o duyguyu öyle ifade edemezler. Herkesin hayati- değerli ve önemli. Hayatımıza şefkat katan yaşlılarımızın değerini bilelim.

Şule - 22 Kasım 2020 (14:38)

diYorum

 

81
Derkenar'da     Google'da   ARA