Patronsuz Medya

Zaman mı hoyrat insanlar mı?

Melih Özel - 28 Ekim 2013  


Bu satırları yazarken bir yandan da müzik dinliyorum.

Vivaldi. "Dört Mevsim" .

Antonio Vivaldi, 1723'te bestelemiş bu keman konçertolarını. Her mevsim için üç bölümlü birer konçerto.

1723'ten 2013'e… İkiyüz doksan yıl.

* * *

Hava nasıl güzel!

Güneş çok güzel bir sonbahar günü hediye etmiş bize.

Kadıköy'den vapurla Karaköy'e geçtim. Fotoğraflar çekerek, köprüde balık tutanları, geçen gemileri, motorları seyrederek Eminönü'ye yürüdüm.

Maksadım yürüyerek dolaşmak. Süleymaniye Camisine kadar gideceğim. Biraz resim çekerim. Sonra Beyazıt, Çemberlitaş, Sultanahmet, Sirkeci turu yapıp geri dönerim.

Mısır Çarşısı'nın önünden geçtim. Önce yan sokağa sola, oradan da Hasırcılar Caddesine sağa döndüm.

Taze çekilmiş kahve, baharat, kurutulmuş bitki ve meyve, sabun kokularını içime çekerek yürürken bir yandan fotograflar çekiyor, bir yandan da çarşıda satılmakta olan ürünlerin çeşitliliğine şaşırıyordum.

Biraz ileride sağda, kalabalığın arasında Rüstem Paşa Camii'nin girişini gördüm. Altında dükkânlar var, cami yukarıda. Girişte küçük bir açıklama var. Buradan, caminin Kanuni'nin damadı Sadrazam Rüstem Paşa tarafından, 1561 yılında Mimar Sinan'a yaptırıldığı öğrendim.

Kısa bir hesap yapınca, tarihin derinlerinde bir yerlere yürüdüğümün farkına varıp, şöyle bir dolaşayım dedim caminin çevresini ve içini.

Çevredeki ve aşağıdaki dükkânların pejmürdeliği; yapıdaki bozulmuş, dökülmüş güzelim çinilerin hasarlı bölümlerinin çimento ile kabaca sıvanmışlığı, her tarafta sarkan kablolar, gelişigüzel borular ve oraya buraya konulmuş gereksiz malzemenin yarattığı kargaşa bir araya gelince o "tarihe yolculuk" heyecanım biraz gölgelendi doğrusu.

"Dur bakayım" dedim kendi kendime. "Bakalım planladığım güzergâhta birer abide gibi yükselen o güzel camiler dışında bunun gibi tarihî, ama ihmal edilmiş başka camiler görecek miyim?"

Yürümeye devam ettim, bu kez çevreye bu gözle de bakarak.

Lafı uzatmayayım. Yarım günümü alan tahminen 7-8 kilometrelik yürüyüşüm sırasında daha birçok böyle cami gördüm.

En genci 300 yaşındaydı bu yapıların.

Rüstem Paşa Camii'nden hemen biraz ileride adeta Süleymaniye Camii'nin gölgesinde kalmış iki küçük cami vardı: "Yavaşcı Şahin Mehmet Ali Paşa Camii" ve "Saman Emin-i Evvel Camii". Her ikisi de Fetih Dönemi'ne ait camiler. Onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında yaptırılmışlar.

Yavaşcı Şahin Mehmet Ali Paşa Camii, uzaktan bakılınca gerçekten çok güzel, çok zarif ve inanılmaz tarihi bir yapı. Ama yaklaşınca insanın içi acıyor. Avlu diyebileceğimiz küçücük alanın bir tarafındaki alçak duvar, camiyi hemen yanına açılmış et lokantasından ayırıyor. Duvarın üzerine lokantanın adı yazılı cam plakalar konulmuş. Lokantada "Virginia Angus" eti servis edildiği yazılı camlarda.

Caminin avlusu, girişi, duvarları biraz dikkatli incelenince insanda "yahu bu yapı nasıl dayanmış altı yüz yıldır bu hor kullanıma" duygusu oluşuyor.

Saman Emin-i Evvel Camii için de aynı şeyi söylemek mümkün. Kendisine özgü şerefesiz minaresi ve özgün mimarisi ile aslında bir anıt durumunda olan caminin önü "otopark". Otoparklarımızın çoğu gibi düzensiz, kargaşa içerisinde bir yer. Cami üç tarafından çirkin ve bakımsız binalarla adeta kuşatılmış durumda.

Sonra Süleymaniye Camii ve eklentilerini dolaştım. Elbette buraya aktarılan kaynaklar ve gösterilen özen nedeni ile diğer küçük camiler için sözünü ettiğim olumsuzluklar burada yoktu. Binanın mimari güzelliği dışında, büyüklüğü de etkileyici. Hiç bir açıdan fotograf makinemin vizörüne sığdırabilmek mümkün olmadı.

Caminin içinde, çevresinde ve eklentilerinde epeyce zaman geçirdim. Sonra yan taraftaki lokantalardan birinde kurufasulye - pilav - ayran üçlüsü ile karnımı doyurdum ve yola devam ettim.

İstanbul Üniversitesinin bahçesinden, Beyazıt Kulesinin önünden yürüyerek diğer tarafa geçtim.

Beyazıt Camii tadilâtta idi. Sahaflar Çarşısından geçtim. Öğrenciliğimdeki hali gözümün önüne gelince burada da bir hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim. "Sahaf" sözcüğünün maalesef artık adında kaldığını görmek çok üzücü idi.

Kapalı Çarşıya girsem mi, girmesem mi tereddüdünü kısa süre yaşadıktan sonra, girmemeyi seçip caddeye çıktım. Sola döndüm. Biraz yürüyünce solda Çorlulu Ali Paşa Camii ve Medresesi ile karşılaştım.

Burada hayal kırıklığımın doruğuna ulaştım. İki ayrı girişi olan bu cami ve medresenin durumunu anlatabilmek için şunu söyleyeyim: Google'a yazın medresenin ismini… Karşınıza ne çıkıyor biliyor musunuz? "İstanbul'un en iyi nargile mekanı" !

Girişlerden birisinden girdiğinizde halı ve giyim kuşam satan dükkânlar görülüyor. Caminin eklentilerinin güzelim mimarisini bozacak şekilde yerleştirilmiş su depoları mı ararsınız, kablo ve boru çirkinlikleri mi ararsınız, cami alanına defnedilmiş kişilerin mezar yerlerinin pejmürdeliği mi dersiniz?

Diğer kapıdan içeriye girdiğinizde ise önce sizi yoğun bir nargile dumanı ve tütün kokusu karşılıyor. Çepeçevre bir kahvehane ortamını görünce, insanın aklına ister istemez "Cami neresi? Medrese nerede? Burası 300-400 yıllık bir tarihi yer mi?" soruları geliyor. İçeride ciddi bir sağlık sorununun söz konusu olduğunu da söylemekte yarar var elbette.

Dışarı çıktım. Karşı kaldırıma geçip, yapıya bir daha baktım. Burasının tarihi özelliklerinin öne çıkarılarak düzenlenmesi ile nasıl gözükebileceğini hayal etmeye çalıştım.

Sonra yürümeye devam ettim.

Yerebatan Sarnıcı'nın girişinin hemen karşısındaki Yerebatan Üskubî İbrahim Ağa Camii 1491'de imar edilmiş şirin mi şirin, küçük bir cami. Etrafında öyle dükkân, kahvehane vesaire yok, ama girişi, avlusu ve şadırvanının bakımsızlığı ve düzensizliği, binanın genel olarak bakımsızlığı burada da dikkat çekici idi.

Ayasofya'nın oraya kadar gelip sola aşağıya Alemdar Caddesi'ne dönerek biraz ilerleyince, aşağıda köşede, Gülhane Parkının girişinin karşısında Zeynep Sultan Camii'ni görüyorsunuz.

Kapıdaki açıklayıcı bilgi içeren levhada caminin mimarının Mehmet Tahir Ağa olduğu ve camiyi Sultan III. Ahmet'in, kızı Zeynep Sultan için 1761 yılında yaptırdığı yazılı. Ayrıca caminin "haziresinde" Zeynep Sultan ve eşi Melek Mehmet Paşa'nın kabirlerinin olduğunu, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'nın kabrinin de sonradan bu hazireye nakledildiğini öğreniyoruz.

Gerçi bahçeye girince içerideki kabirlerin hangisi kimin anlamak mümkün değil. Zira hiç bir açıklayıcı işaret yok.

Bu bilgi levhasındaki en ilginç bilgi şu idi: "Cami, çevresindeki yapılara uyumlu olması amacı ile Bizans mimari üslubunda inşa edilmiştir" .

Bu güzel cami de daha öncekiler gibi neredeyse boğulacak kadar sıkı bir şekilde muhtemelen yirminci yüzyıla ait binalarla kuşatılmış durumda idi ve yazık ki bu binaların yapımında herhangi bir "uyum" kaygısı güdülmediği kolaylıkla anlaşılıyordu.

Girişinde artık kullanılmaz haldeki güzelim çeşmenin hali ve eklentisi olan yapının bir "büfe" olarak kullanılıyor olması da insanda hüzün yaratıyordu.

Bahçeye girip, arkaya dolaşınca gördüğüm cami arazisi içerisindeki binalardan ikisi bayağı ilgi çekici idi. Binalardan birisi Osmanlı Araştırmaları Vakfı'na aitti. Diğerini görünce gülmekten kendimi alamadım. Binanın girişinde "Anıtları Koruma Derneği – 1948" yazıyordu.

Artık yorulmaya başlamıştım. Sirkeci'ye kadar olan güzergâhımı tamamlayıp vapura bindim. Üst güverteye çıkıp oturduğumda, gördüğüm 300 ilâ 600 yıllık o güzel camileri tekrar gözümün önüne getirip hüzünlendim.

Ne büyük bir tarihi zenginliğe sahip olduğumuzu bir kez daha anladım, bu yarım günlük küçücük İstanbul gezisi sırasında. Ama bu zenginliğin sürüdürülebilmesi için ne kadar çok çaba gösterilmesi gerektiği de dank etti kafama.

Besteciler şanslı. Yapıtları, küçük farklılıklar ve değişiklikler dışında yıllar içerisinde yıpranmıyor.

Oysa resim gibi, mimari yapılar gibi eserler hem zamanın hem de kullanıcıların hoyratlığına maruz kalıyor.

* * *

Vivaldi.

"Kış" çalıyor. İkinci bölüm.

Acaba 1720'lerde ilk kez çalındığında nasıldı?

Yorumlar

Yıllardır kurduğum bir hayalim var:

Beyazıt'tan Tophane'ye kadar olan alanın (tarihi yarımada ve cıvarının) araç trafiğine tümüyle kapatılıp, çevrenin tarihsel dokusunu bozan tüm işyerlerinin başka yerlere taşınıp, cami, havra, kilise gibi tüm anıtsal yapıların çevresinin açılarak yeşil alan ve meydanlara dönüştürüldüğü, ulaşımın sadece tramvay, tabanvay ve benzeri ulaşım araçlarıyla sağlandığı -ki zaten bu alan hasta olmayan her insan için yürüme mesafesidir- geniş bir açık hava müzesine dönüştürüldüğü bir bölge olması.

Bu hiç de yapılamayacak bir şey değil. Ama tabii ki değerli kentsel alanları inşaatçılara (jet kazanca) açmak kadar "ekonomikman fizibıl" olmayışı, bugün için ciddi bir engel oluşturuyor.

Ama böyle gayrı-çılgın bir projenin orta ve uzun vadede -eş dost ahbap açısından değilse de- devlet hazinesi açısından muazzam bir gelir -ve prestij- kapısı olacağını belki birileri muktedirlere anlatır, bakarsın bu hayal de gerçek olur.

Necdet Şen - 30 Ekim 2013 (13:43)

Mimarlık eğitimi sırasında öğretirler. Kullanıcı kirliliği diye bir kavram var gerçekten.

Yeni dökülmüş şap zemine ayak basarak ya da anıtsal ağaçlara isim yazarak dünyada kalıcı bir iz bırakan vandallardan bahsetmiyorum, güzelim binaların cephelerine asılan ölçeksiz, yakışıksız reklam panalorından da… Bunlar kirlenmenin sayısız örneklerinden sadece birkaçı.

Yapıların amaçları dışında kullanılmaları da yıpranmayı hızlandıran sebeplerden biri. ''Buraları halka açalım, çay bahçeleri, gözlemeciler yapalım, taş bunlar taş, bi şeycik olmaz' 'anlayışıyla ranta yem edilen binlerce şahane bina var İstanbul'da. Turizm denen illete yem olmuş sayısız bina. Binanın kullanılmaması da başka bir yıpranma sebebi ama, ''vur deyince öldür'' zihniyeti yok mu. Asıl kirlenmişlik tam da burada aslında. Şehri yol ve viyadükten ibaret gören, prestij yollarına çiçek dikip, sürekli makyajlayan zihniyet. Ne yazık ki, devamlı botoks yapılan yaşlı bir kadın gibi İstanbul.

Dünyanın en değerli doğa ve anıtsal mirasına sahip şehirlerinden birisi olan İstanbul'un bu denli fütursuzca, hoyratça kullanılması insanın içini acıtıyor gerçekten.

Zaman hoyrat ancak, insanlar daha hoyrat Melih Bey, tam da tespit ettiğiniz gibi…

Bilge Bozkurt - 2 Kasım 2013 (18:13)

diYorum

 

70
Derkenar'da     Google'da   ARA