Patronsuz Medya

Önce kendimiz mi yoksa toplum mu?

Mehmet Atılgan Aslan - 19 Ocak 2009  


Okuduğumuz metinlerde bizi içine çeken şey nedir? Dil cambazlığı mı, akıcılık mı, üslup mu, yoksa kendimizden bir şeyler bulmak mı?

Berna Moran: "Dil amaç değil, araçtır."

Faruk Duman: "Edebiyatı değerli kılan şey dilidir."

Mario Levi: "Bir metinde önemli olan samimiyettir."

Yaşar Kemal: "Edebiyatın özel biri dili olmalı. Günlük dilde konuşur gibi yazamazsın. Her roman kendi özel dilini yaratmalı!"

Bu sözlerin her biri de ayrı bir tartışma konusudur ve çıkartılan anlamlar okuyucuyu o kadar da bağlamaz. Çünkü o gene de yüreğinin sesini dinler ve tıpkı Mario Levi'nin söylediği gibi okuduğu metinde samimiyet arar. Sıcaklık ve doğallık arar. Pek çok okuyucu da okuduğu kitapta dil işçiliğine, entelektüel donanıma, hayatı yorumlayışına bakmaz. Yazarın yazdığı şeylerde ne kadar samimi olduğunu, ne kadar yüreğini katarak yazdığını hissetmeye çalışır. Bu açıdan bakarak Dan Brown'u ve bir dönem Avrupa'nın en çok okunan yazarı (maalesef sadece iki kitabı bize çevrildi) David Gemmell'in son derece basit dil tekniklerine rağmen neden bu kadar çok sevildiklerine sanırım aradığımız cevabı bulabiliriz.

"Eğer bir insan sevginin, paylaşmanın ve fedakârlığın ne olduğunu hiç bir zaman anlayamamışsa, yaşadığı kent, içinde bulunduğu çevre ne kadar gösterişli ve güzel olursa olsun, kendini samimiyetten uzak ruhsuz bir boşluğun içinde bulur ve bir gün eskimiş, yıpranmış ruhunu değiştirmek, bu kişiliksiz karmaşanın içinden kendini kurtarmak isterse, benliğine giydireceği yeni bir ruhu şeytandan satın almak zorunda kalır!"

Tüm dünya ülkelerinde sosyal eşitsizlikle orantılı olarak suç oranının arttığı bir gerçek. Ben zaten sanatla yaşarsak suç oranı ortadan kalkar gibisinden kavramsal sanat özentisi burjuva enetellerine yakışacak komik bir saptama yapmaya çalışmıyorum. Gasplar, cinayetler, soygunlar, hortumcular zaten devletin ve korudukları sistemin ürünü. Ben "psikolojik suçlardan" ve bunun çıkış noktasından, maruz kaldığımız zaman kapısını çalıp şikâyetçi olamayacağımız derin suçlardan bahsediyorum.

Karşısındakini susturmaktan, onun etnik kimliğinden nefret etmekten, hoşgörüsüzlükten, cahillikten, tüketim çılgınlığından, şakşakçılıktan, haksızlığa ses çıkartmamaktan, koyun gibi güdülmekten, paylaşmamaktan, sorgulamamaktan, araştırmamaktan, düşünmemekten ve kitapsız olmaktan bahsediyorum.

Evet özellikle de kitapsız yaşamaktan. Esas suç budur. Kendi beyinlerinin katilidir bu insanlar. Tek bir tane kitap, bir tane bile köşe yazarı okumadan, gelişimlerindeki kültürel boşluğu, saldırgan bir milliyetçilikle, inancını yerine getirme kaygısından çok başkalarına propaganda yapmak için bağıra bağıra Cumaya gitmekle, ana dillerinin tahribatına ve İngilizce saldırısına hiç ses çıkartmayıp özellikle kadın-namus konularında örflere, gelenek göreneklere kör bir sadakatle bağlanmakla, ve hayatı yorumlama amacından çok birer sömürme ve çıkar aracı haline getirdikleri "din-millet-vatan" kavramlarıyla kapatmaya çalışarak, her fırsatta aydınlara,sanatçılara düşünen ve tartışan insanlara 301'lerle, kanunlar susturmayı başaramazsa bu sefer tabancalarla, toplu linç girişimleriyle saldıran ve birer "düşünce katillleri"ne dönüşenlerin işledikleri seri suçlardan bahsediyorum.

Karşınıza bir gün ülkeyi ve toplumu kurtaracağını iddia eden bir mücahit çıkarsa, ona önce kitap okuyup okumadığını sorun. Vereceği cevap olumsuz olursa bu kez de ona kendi zihnindeki fakirliği zenginleştirmeden nasıl ülkedeki aç insanların karnını doyurmaya cesaret ettiğini sorun?

Konuyu bakanlığın ortaöğretim okullarına önerdiği 100 Temel Eser'e getirecektim, ama sanırım başarısız bir giriş oldu, kabul ediyorum. Fakat demin anlattığım şeyler o kadar da alâkasız değil bu konuyla. (Şu günlerde tartışılan 100 Temel Eser'in çocuklara uygunluğundan, çevirilerindeki hatalarından, kitapların geri çekilip çekilmeme tartışmasından bahsetmeyeceğim.) Ben şahsen, çocuklara, içinde çizgi romanların olmadığı bir okuma alışkanlığı kazandırma çalışmasının samimiyetinden şüphe duyduğumu belirtmek istiyorum. (Devlete değil tabi, çocuklarına okumayı sevdirmek isteyip de başaramayan ve sayıları gitgide azalan kültürlü ebeveynlere söylüyorum bunu.)

Düşünün bir, samimi olarak, hepimiz çocuk olduk, o yaşlardaki çocukların zihninde maceralar vardır, hareket vardır, Örümcek Adamlar, Süpermenler, Kızılderililer kovboylar vardır. O yaşlardaki çocukların görsel algılaması çok geniş ve derindir. Çocuklar zekâsını, görsel temalarla zenginleştirmeyi sever. Bu yüzden çizgi filmleri kaçırmazlar. Renkleri, canlılığı, hareketi, hızı severler.

Evet, Enid Blyton'dan Jules Verne'e kadar çocukların aradığı bu hızı, canlılılığı, macerayı doyurmayı başaran çoğu yazar vardır şüphesiz. Hatta hiç çizgi roman okumadan kitap okumayı seven, bunu alışkanlık haline gitirmiş insanlar da vardır.

Ben sadece şöyle düşünüyorum: Okumayı eğer keyif verici bir uyarıcıya benzetecek olursak, nasıl esrar kullananlara ilerde eroine alışırsın diye caydırıcı telkinlerde bulunuluyorsa, çizgi romanla okumaya başlayan çocukların da ilerde Kafka'yla Dostoyevski'yle ve Edgar Allan Poe'yla müptelâlılıklarını arttıracaklarına eminim!

Çocukları biraz rahat bırakmada fayda var. Kendimden biliyorum. Hiç unutmam, orta okul ikinci sınıfta (edebiyattan çok zor geçer, her dönem kompozisyon dersinden çakardım) dönem ödevi almıştım. Konum Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek kitabıydı. Okuyup özetini, ana fikrini falan çıkartıp yazacaktım. Yaklaşık dört ayda derin sancılar çekerek okudum ve o kitabın zihnimde açtığı tahribatı tamir edebilmek için uzun bir süre elime yeni bir şey alıp da okuyamadım.

Kitap belki de güzeldi, edebiyat açısından eleştirmiyorum, 12 yaşındaki bir çocuğun gözüyle bakıyorum ve (belki benim için) bu kitap oldukça ağır ve karanlıktı. (Çünkü o yaşlarda ben kendimi Jedi olma yolundaki cesur Luke Skywalker'la özdeşleştiriyor, binaların tepesine ağ atarak mahalledeki güzel kızları ve ablaları serserilerin elinden kurtaracak Örümcek Adam olma hayalîyle yaşıyordum. Çünkü orta okulda ve ilkokulda zora koşulan ve sınav psikolojisiyle tembelliğe itilen beynimin ezilmiş hayallerini, çevremdeki dünyanın karmaşasını ve amaçsızlığını çaresizce hayalî karakterlerin kahramanlık hikâyeleriyle doldurmaya çalışıyordum. Ertesi sene Ostrovoski'ninVe Çeliğe Su Verildi romanını okudum da kendimi Pavka Korçagin'in melankolik dünyasına sokup binaların tepesinden ağ örerek kızları kurtarmak gibi tehlikeli hayallerimden vazgeçmiştim.)

Neyse, çocukların hayal güçlerindeki zenginliği karşılayabilecek güçte eserler ancak onların ayaklarını yere basabilir, ya da daha da yükseltebilir. Ama zorla okutulan hiç bir kitaptan hayır gelmez! Nitekim çocukların düşlerindeki Örümcek Adam'ların, Süpermenlerin yerini büyüdüklerinde versacelerden giyinip sokaktan simit alan badem bıyıklı samimiyetsiz halk kahramanlarının dolduracağı gerçeğini unutmazsak, çocuklarımızın en azından çocukken hayalî ama samimi kahramanlarla beslenmelerinde fayda var.

Bunun için çizgi romanların, mizah dergilerinin hayatımızda, kültürel gelişimimizde çok önemli bir yeri olduğuna inanmışımdır her zaman.

İnsan önce kendini güzelleştirmeden toplumu güzelleştiremez. Gerçekçi olmadan imkânsızı isteyemez.

Biz "her Türk asker doğar" geleneğinden geldiğimiz için her şeyin emirlerle, muhtıralarla gerçekleşebileceğine inanan bir milletiz. Bir emir çıkartılırsa demokrat olunacağını, cop yenirse devletçi olunacağını, üniforma giyilirse adam olunacağını, 301 gösterilirse milliyetçi olunacağını, okullarda dayak atılırsa çocuklarımızın okuyup adam olacağını sanan bir toplumuz. Hepsinin yalan olduğunu, bu yalanların da başka yalanlarla örtülüp hoşgörüyle düşünen ve üreten medenî dünyadan iyice kopmaya başladığımızı sanırım yavaş yavaş da olsa anlıyoruz. Zorla, baskıyla, emirle, işkenceyle dayakla belki bir süre korkutmayı başarabildik, ama insanların ruhunu değiştiremediğimizi, insan yüreğinin hiç bir kanunu dinlemeyecek kadar asil bir kastan yapıldığını, onca kültürel tahribata, onca yasaklamalara, onca cezalara, onca yakılan kitaba, sürgün edilen ve öldürülen yazara rağmen hâlâ konuşan, fikirlerini korkmadan açıklayan, bizimle aynı sıkıntıları çekmesine rağmen hiç usanmadan yazan çizen, tüm bu olumsuzluklara yegâne yürekleriyle direnip burada bizimle kalan üretken insanların var olduğunu gördükçe daha da iyi anlıyoruz, anlayacağız.

Bu yüzden her şeyden önce evimizi, arabamızı, mücevher kutumuzu (tabi varsa) dolabımızı, değil, kendi beynimizi dolduralım diyorum.

Estetik ameliyatla burnumuzu, ağzımızı düzelttirebilir, sarkan suratımızı gerdirebilir, makyaj malzemeleriyle çirkinliklerimizi gizleyebiliriz; ama beynimizdeki çirkinlikleri, yamuklukları, onu kullanmamaktan kaynaklanan sarkıkları hiç kitap okumadan nasıl güzelleştirebiliriz ki?

O yüzden çocuklar, haydi çizgi romanlara!

Yorumlar

1978'de bir pazar sabahı, Fatih İlçesi'nin Çarşamba semtindeki evinden çıkan çocuğun elinde dört cilt cizgi roman vardır. Avucunda da sıkılı kâğıt beş liralık. Darüşşafeka caddesi boyunca yürüyüp Fatih Camii'ne yakın tezgâh açan sahafa gitmektedir.

Beş cilt götürünce dört cilt alabilirsiniz. Bir hafta elinizdeki beş cildi götürüp dört tane alırsınız. Diğer hafta da dört cilde ilâve beş kâğıt götürüp, beş kitaba sahip olursunuz. Tezgâh açan, şirin, karadenizli bir amcadır. Standarda bağlamıştır. 2. 5 liraya bir eski cilt. Kıymetli olanlar ya da serisini biriktirdiklerinizi bulunca hemen alır geri götürmezsiniz. Biriktirirsiniz.

Teks'te Kit Carson'ı, Zembla'da Rasmus'u, Kaptan Swing'de Mister Blöf'ü kendinize yakın bulursunuz. Tommiks'in o iki ayyaşla takılmasına, Rodi'nin dağ tepe zorlu şartlara dayanmasına, Zagor'un yanında o şişman Çiko'yu taşımasına akıl erdiremezsiniz. Ve bu kitaplardan hızla Afacan Beşler ve Gizli Yediler serilerine terfi edersiniz. Ardından Hazine Adası, İki Sene Mektep Tatili, Denizler Altında 20. 000 Fersah, Demiryolu Çocukları, Huckleberry Finn. Ne derslerinize zararı olur ne de sosyal hayatınıza. Aralarda ders de çalışırsınız, ıslıkla seslenildiğinde arsaya top oynamaya da gidersiniz.

Yıllar geçer ve o zamanlarda aldığınız hazzı unutmazsınız. Kırklı yaşlarınızı Tenten, Red Kit ve Asteriks biriktirme işine adarsınız. Kitaplarınızı nazikçe alıp indiragandi yapanlara Kaptan Haddock gibi güzel bir küfür savurursunuz.

Ahmet Faruk Yağcı - 20 Ocak 2009 (00:11)

"Karşınıza bir gün ülkeyi ve toplumu kurtaracağını iddia eden bir mücahit çıkarsa, ona önce kitap okuyup okumadığını sorun. Vereceği cevap olumsuz olursa bu kez de ona kendi zihnindeki fakirliği zenginleştirmeden nasıl ülkedeki aç insanların karnını doyurmaya cesaret ettiğini sorun?"

Yukarıdaki fikre sonuna kadar katılmamak elde mi?

Ben Lise yıllarımda dahil fazlaca kitap okuyan biri değildim, ama Red Kit, Örümcek Adam, Conan, Ve Milliyet Çocuk dergisinde yayınlanan Dünya Çocuk Klasiklerinin çizgi romana dönüştürülmüş hallerini hiç kaçırmadan okurdum. Üniversitede ise hızla bir kitap kurduna dönüştüm. Çocukken öğretmenlerimce elime verilen ilk kitap Pollyanna idi ve o kitabı bitiremediğim gibi Pollyanna'dan da nefret etmiştim. Oysa Pollyanna'nın çizgi filmini büyük bir zevkle izlemiştim trt ekranından.

Çocukların kitaba alıştırılmalarında çizgi resimli romanların en önemli faktörler olduğunu düşünüyorum. Çocukluğunda çevremde çizgi roman okuduğunu bildiğim insanların en az eğitim almış olanları bile hiç değilse düzenli birer gazete okuru oldular.

Çağrı Öztürk - 10 Mart 2009 (21:30)

diYorum

 

Mehmet Atılgan Aslan neler yazdı?

50
Derkenar'da     Google'da   ARA