Patronsuz Medya

Mahallenin Top'ları

İlker Gökçen - 11 Temmuz 2009  


Tekmeleyerek yürüyorum karları. Yokuş bir yoldan düşe kalka gitmeye çalışıyorum. Düz bir yeri yok sanki bu şehrin. Altıparmak denilen tırtıl gibi yükselen bir caddeden Tophane denilen semte gidiyorum. Evim orada.

Aslında bir evde yaşamamam gerekiyor. Normal olan her öğrenci gibi bir yurtta, bir barınakta kalmalıyım, ama öyle değil. Anlatması uzun hikâye. Çok ama çok mutsuzum. Tekmeliyorum karları. Hiç sevmem kışları, zengin mevsimi, burjuva ayları. Fakirsen kıçın donar, sokakta yaşayan bir kediysen donarak ölürsün, paran yoksa kömür alamazsın. Nefret ediyorum Uludağ'dan ve oraya giden sahte kahkahalı insanlardan, ayağımın altındaki şu kardan.

Yokuşu çıktıkça yol daha çok uzuyor sanki. Şehirde bu saatte bir tek ben sokaktaymışım gibi bir his doluyor içime. Ve aklıma diğer insanların ne yaptığı merakı doluşuyor. Şu güzel binadaki ışığı açık dairedekiler ne yapıyordur? Ya da İsveç'te birileri sıcak şöminenin karşısında şarabını içip şarkılar söylüyor mudur? Donmadan eve varabilecek miyim?

Eve vardığımda Ertuğrul'u sabah bıraktığım şekilde televizyonun karşısında buluyorum. Eve televizyon geldiğinden beri ilk kez televizyon görmüş Hakkari köylüleri gibi hiç bir şey yapmadan beyaz cama bakıyor. Korkuyoruz bir yandan da, adam zaten tuhaf. İçerisi dışarıdan daha soğuk. Bir ay önce pencereden aşağı çay dökerken kırılan ve bir daha da kimsenin ilgilenmediği kırık camdan soğuk giriyor.

Bir binanın en üst katında oturuyoruz. Aslında oturamıyoruz. Kirasını ödeyemiyoruz buranın ve yeni bir kiralık ev arıyoruz. Herkes okuluna giderken, kolunda sevgilisi, tavla oynarken, sınıflarda ders dinlerken biz ev arıyoruz.

Dört deli, birbirimizi orduevinde bulduk. Aynı okulu kazanmış ama yurda girememiş onlarca asker çocuğunun içinden birbirimize sığınmıştık sanırım.

Ev arama çalışmalarımız tam bir fiyaskoydu. Cüzzamlı bir maymun muamelesi görüyorduk şehir halkından. Öğrenci denilen şey parasız, arsız, sapık, her dakika karı kız düşünen, leş gibi ortamda mis gibi yaşayan bir canlıydı onlar için. Haklı oldukları yanları vardı tabii ama genel olarak acımasızdılar. Öğrencilerin pis olduğu kesindi. Mesela bizde nöbetçi temizlikçi uygulaması getirmiştik. Haftanın her günü dönüşümlü olarak bir kişi evi temizleyecekti. Aykut sözünü tutup evi temizlemişti. Atilla sıra kendine gelince bir bahane uyduruyor ya böbrek ağrısından ya da mide ülserinden muzdarip oluyordu. Ertuğrul ise her ay başı kira ödeneceği zaman ortadan kaybolup Balıkesir'deki evine gidiyor muhakkak üç dört gün sonra acı bir haberle geri dönüyordu. Bir seferinde babasının kalp krizi, diğerinde ölümlü bir araba kazası, anlattıkça anlatıyordu. Gözlerimiz doluyor, içimiz sızlıyor onun kirasını biz veriyorduk. Ama altıncı ayın sonunda ne kadar salak olsak da bizi dolmaladığını anladık.

Ne diyordum? O günün sabahında yaşlı bir adam bizi kovmuştu kapıdan. "Defolun gidin okulunuza, eşek sıpaları" diyerek çıkışmasına şaşırmak yerine gebererek gülmüştük. Yaşlı teyzeler yüzünü buruşturarak kapıyı kapatıyordu."Ben kolej okudum siz karışmayın" diye konuşmaya çalışan Atilla daha cümleyi bitirmeden kapının suratına kapanışını görüyordu.

Daha yaşım on dokuzdu ama kendimi yaşlanmış gibi hissediyordum. Gözlerim evlerin camlarında, tüm gün reddedilmişliğin verdiği bezginlik ve kiraların pahalılığı karşısındaki dehşetle, sigarayı kemirerek içiyordum. Kolejlinin en büyük kazığıydı bu sigara bana. Önce "eşlik et" diye tutturmuştu. Bir ay kadar içime çekmeden idare etmiştim. Sonra içime çekmediğimi anlayınca "böyle keyif alamazsın, salak" diyerek bir yaşam koçu edasıyla sigara nasıl içilir göstermişti. Ben de hayatta yaptığım en büyük haltı yaparak başlamıştım içmeye.

Herkesin asabı bozuktu. Yıllar sonra hayatımın belli dönemlerinde içimi saran bir duyguyla geziyordum. Hayatın kendine has bir espri anlayışı vardı. Hani şu çekik gözlülerin yin/yang dedikleri türden. Hayatımızın en deli, en güzel, en neşeli çağını parasız yaşıyorduk. Gelen parayı bazen gereğinden fazla ayakkabıya, kıyafete bazen gereksiz İstanbul gezilerine harcıyor, ayın ortasında parasız kalıyorduk. Sonraki yıllarda param olduğunda zamanım, zamanım olduğunda param olmadı. Gençlikteki arkadaşlıklar biraz saf, tamamen karşılıksızdı. Yaşım kırka geldiğinde hayatta karşılıksız tek şeyin sevgi olduğunu öğrendim, gerisi yalandı.

Bir gün, Aykut sevinçli bir haberle geldi eve. Yanakları elma kırmızısı, yüzünde bir sevinç." Siz böyle öküz gibi oturun bakalım. Moron gibi televizyon seyredin, hiç bir şey yapmayın. Ben yaptım. Öpün bakayım elimi, ev buldum ulan size!" Şaka yapma ihtimaline karşılık bön bön baktık. Atilla sigarasından derin bir nefes çekti. Ertuğrul televizyondan kafasını çevirip Minsk öküzleri gibi hüzünlü bir bakış attı. Ben de nefesimi tutup bekledim.

"Ulan, ev buldum diyorum öküzler!" dedi tekrar. "Dört oda, eşek kadar bir salon, 24 saat sıcak su, asansör, cadde üzeri hem de."

Daha önce de acaip şakaları olmuştu ama yalan söylemezdi. Hem böyle sevindiğine göre gerçek olmalıydı. Ama söylediği evin kirası bir servet olmalıydı. İşte bu bile eşek şakası olmaya yeterliydi. "Kaç para şekerim?" dedi Atilla. "Beş milyar falansa bize ne desin?" Oturduğu yatakta hem gülüp, yuvarlanıyor hem de sigarasının küllerini yakalamaya çalışıyordu.

"200 lira" dedi Aykut. Acaip bir sessizlik oldu. Herkes kafaya alınma ihtimaline karşılık temkinli davranıyordu. Salakça tepkiler veriyorduk. "Ev, Gemlik'te ama, o kadar da kusuru olsun" dedi.

"Gemlik neresi?" dedi Ertuğrul. Bilirkişi kolejli Atilla; "Bandırma'nın ilçesi anasını satayım" dedi. Gülüştük. "Bursa'nın ilçesi" dedim. "Ne işimiz var orada?"

Gerisi uzun hikâye. Kendimizi Gemlik'te bir evin içinde bulduk ertesi hafta. Ev şahaneydi gerçekten. Tek sorun üniversiteye 1.5 saat uzakta olmamızdı. Sabahları kasabadan kampüse kalkan bir belediye otobüsü vardı. Uyanabilen ona binip gidiyordu. Uyanamayansa akşama kadar evde kendine meşgale yaratmak zorundaydı.

Şahin tepesi gibi bir yerde askeri gazino vardı. Yemeğimizi yemek için oraya gidiyorduk. Şimdi olsa aç kalmayı tercih ederim de o yolu yürümem. Ne yemek yapmasını bilen ne de eli bulaşığa giden vardı içimizde. En iyisi buydu, onca yolu yürümeye değiyordu. Mönüde sadece köfte ve rus salatası oluyordu. Bazen tavuk çıktığı da olabiliyordu.

Bilardo masası vardı bir de, yemekten sonra bilardo oynuyorduk.

Akşamları eve dönerken evin yanındaki esnafın önünden geçmemiz gerekiyordu. Önce kasap, sonra bakkal, zeytinci, uncu, büfeci… Uzun bir sıraydı. Biz de onlar da tuhaftık. Biz onlara "merhaba" demiyorduk onlar bize tuhaf tuhaf bakıp arkamızdan süzüyordu. Sevmiyorlardı bizi bunun farkındaydık.

Bir gün Atilla can sıkıntısında askeri gazinonun kuaförüne "kimse yok, benim saçlara röfle yapsana" dedi. Asker tamam deyince, Ertuğrul'da "bana da meç yap o zaman" dedi. Uzun kumral saçları vardı, yakışıklı çocuktu ama bu meç olayı nereden çıkmıştı?

Aykut midesini tutup gülüyor, "manyaksınız oğlum siz, bundan sonra sizin yanınızda yürümem, görünce tanımam ona göre" diye debeleniyordu oturduğu sandalyede.

O sahne unutulacak bir an değildi. Asker, Atilla'nın saçlarını yakmıştı. Yanımıza geldiğinde kesif bir yanık kokusu içimize doldu. Yavru bir av köpeği gibi kokuyordu. "Beyinsiz _bne, mahvetti kafamı!" diye küfürler savuruyordu.

Tam onunla neşemizi bulurken Ertuğrul'u görünce bu sefer gülme travması yaşadık. Sarsıla, titreye gülüyorduk, midem ağrımaya ve acımaya başlamıştı; çıkardığımız gürültüye ve seslere diğer tüm askerler toplanmıştı. Karşımızda tam anlamıyla bir Zeki Müren duruyordu. O ne sarıydı öyle! Kanarya kakası hesabı, yüz kilometre öteden karanlıkta kesin fark edilebilecekti. "Dönmelere benzedin lan, bu ayki kirayı kesin ödersin artık!" deyip yere düştü Aykut. Saçları berbat eden kuaför bile gülüyordu hallerine.

Akşamın bir vakti eve doğru giderken esnafın önünden geçerek evimize girecektik. Kasap, bakkal, zeytinci, uncu uzaktan bizi dikkatle süzmeye başladı. Ertuğrul lâf atılası bir güzellikte, aramızda en dikkat çekenimizdi. Atilla ise merhum Micheal Jackson gibi tuhaf bir kişilik arz ediyordu, eli sürekli saçlarında, tükürükleyip öne doğru tarıyordu. Tam önlerinden kendi kendimize kıkırdayarak geçiyorduk ki arkadan bir ses duyuldu:

"Beyler, mahallenin topları geçiyor."

Aykut "sizin yüzünüzden top da olduk" diye söylendi asansörü beklerken. Atilla, "bana demediler, bu salağa dediler" deyince sinirimizden tekrar gülmeye başladık.

Aradan yirmi yıl geçti. Artık hepimiz sinirli adamlarız. Atilla bir yerde içkisi geç gelince fırça atıyor. Aykut, 15 yılın sonunda Amerika'dan geldi ve düzenin tüm unsurlarına sövüyor. Bense her sene bir cenazeye katılmaya başladığımdan beri, kolestrolümün 400 olduğunu öğreneli insanları fazla takmamaya çalışıyorum. Gene de trafikte ehliyeti olmayan öküzlere dayanamayıp küfrü bastığım, turistlere olmadık şeyler yapan yaratıkları görünce elimi koluma hakim olamadığım çok oluyor. Ama bu aralar bize çok ağır gelecek o lâfa bile o zaman bozulmamıştık.

Gençlik işte…

Yorumlar

Gençlik işte… Geçip gidiyor ya İlker Bey, bu yazınız hem güldürüp hem de bu "zamanların kıymetini bilin" nasihatinin çooook güzel söylenmiş hali gibi geldi bana… Mutlu bir hayat diliyorum size.

Asya Ender - 16 Temmuz 2009 (13:57)

Harika bir yazı gerçekten. Çok etkilendim. Hayatınızda başarılar dilerim.

Duygu - 1 Ekim 2009 (09:04)

diYorum

 

İlker Gökçen neler yazdı?

74
Derkenar'da     Google'da   ARA