Patronsuz Medya

Tahta Atın Süvarisi

Gökhan Akçiçek - 10 Şubat 2011  


İlk ne zaman görmüştüm onu? Hatırlayamıyorum. Annemin, o yılların en sağlam markası olan "Singer" marka dikiş makinesinin pedallarında oynarken anımsıyorum yüzünü.

Yüzü, benim yüzüme göre biraz daha tombuldu. Gözleri durmaksızın dönen topaçlar misali, bir saniye bile aynı açıya bakmadan mütemadiyen gezinirdi. Ninemin temizliğe gittiği Doktor Nükrettin Bey'in evinden getirdiği, kumaşı pörsümüş, ayakları kıvrımlı bir tahtayla sabitlenmiş, başı öne eğildikçe üzerindekini ileri geri sallayan, içi saman dolu o ata sırayla binerdik onunla. Her defasında atın üstünde onun daha çok süreyle kalmasına içimden itiraz eder, ama bu itirazımı çok da dillendiremezdim nedense.

Serzenişimin sonuçsuz kalacağından mıdır, yoksa onun, üstümde kurduğu otoriteyi sessizce onaylamamdan mı, nedir; sükûnetle sıranın bana gelmesini beklerdim.

Giysilerimizin de aynı renk ve aynı model oluşunu fark ettim bir ara. Öyle ya ikimize de ayrı ayrı kumaşlardan üst baş dikilecek denli zengin sayılmazdık. Bir örnek giydiğimizden, zaman zaman bizi karıştıranların "ikiz mi bunlar?" sorusuna, annemin, omzumdan tutarak beni kendine çekip "yok, bu bir yaş büyük" demesiyle "ağabey" olduğumu da hatırlardım.

Ben ne kadar sessiz, sakinsem, o aksine daha atak, daha hareketliydi. Yerinde duramaz, evin, mahallenin altını üstüne getirirdi. Muhitimizin bütün çocuklarını döver, beni marizleyenleri de bir güzel pataklardı. Ben de bunun karşılığı olarak bana ait oyuncakları ya da eşyaları onun emrine vererek kapatırdım bu açığımı.

Benden bir yaş küçüktü ama boyu ve kilosu benden daha fazlaydı. Annemim, "yemiyor ki büyüğü, bak kardeşine maşallah" demesine alışmıştım artık. Ne yaparsam yapayım, onun, benim aleyhime yarattığı bu atmosferi bir türlü değiştiremiyor, ilgiyi kendi üzerime odaklayamıyordum. Sırası gelecekti elbet…

Ataktı. Gözünü sakınmazdı belâdan. Ben, sessiz, silik dönerdim etrafında. Oyunların kuralını o koyardı. Ben ve mahallenin diğer çocukları, itirazsız kabullenirdik dediklerini. Evde en çok bağırtıyı da o işitirdi. Benim giysilerim daha uzun dayanırken, onunkiler hemen yırtılır, eskir, kullanılamaz hale gelirdi. Özensizliği de çabasıydı. Öyle ya! O efora giysi, ayakkabı mı dayanırdı? Ne söylenirse söylensin çok umur etmez, yine yapacağını yapar, bazen karşılığında bir güzel haşlanırdı. Böyle anlarda kaçar, ninemim ardına saklanır, babamın veya annemim hışmından korunmaya çalışırdı.

Sevimliydi de. Kolayca kendini affettiren bir tatlığı vardı. Bir türlü akıl sır erdiremezdim onun yarattığı ilgi halesine. Tombişliği mi, ele avuca gelişi mi sağlardı ona bu hoşgörüyü, bilemiyordum? Benim de, uslu ve terbiyeli oluşumdan dolayı takdir edilmeyi beklediğim anlar olurdu. Zaten, çok sözle olmasa bile, ev halkının bana bakışlarındaki sevgi dolu ışıltıyı görür, sevinirdim. Beni de en az onun kadar sevdiklerini, hatta onun kadar yaramazlık yapmadığımdan dolayı da, sanki daha çok sevdiklerini, ama bunu onun yanında söylemenin doğru olamayacağı anlatan ifadeleri okurdum yüzlerinden. Sevinirdim. Onun gibi kucaklarda hoplatılmayı, yalap şalap sevilmeyi, adeta mıncıklanarak, morartılarak öpülüp koklanmayı isterdim içimden. Galiba çelimsiz, sıska bedenimi yormak istemiyorlardı. Anlıyordum onları…

Her yaz bir kıza âşık olur, sevdalandığı kızın ismini bağıra çağıra sokaklarda ilân etmekten çekinmezdi. Eylül gelince de unutur, yeni sevdalara davetiye çıkarırdı. Kimseye söyleyemediğim ilk platonik aşkımı bile benden önce kendisine mal etmiş, duygularımı içime gömmeme neden olmuştu.

Ben kütüphanelere, resimli kitaplara takılırken, o dereden çıkmaz; balık ve kuş avından geri gelmezdi. Nerede bir hinoğlu hinlik varsa mutlaka orada olurdu. Mahalledeki tüm alengirli işlerin ya sorumlusu, ya ortağıydı. Sapanla cam kırmak mı, kedilerin kuyruğuna teneke bağlamak mı, mahalleden geçen tanımadık çocukları kovalamak mı dersiniz; hepsi onun da dahil olduğu bir çeteden sorulurdu.

Çok tutumlu da değildi. Aynı anda kumbara alır, harçlıklarımızı biriktirmeye karar verirdik. İlk başlarda eşit ağırlıklarda olan kumbaralarımızın doluluk oranı gün geçtikçe farklılaşırdı. Benimki 2-3 ay içinde dolarken onunki hâlâ yarıda beklerdi. Gizli gizli kendi kumbarasını tırtıklar, bazen de benimkini yoklardı.

Kimi gün mahalledeki marangoza yardım ederdim. Hızar makinesinin önündeki talaşları süpürür, bir çuvala doldururdum. Tahta parçaları istifler, biten işlerin bir köşeye yığılmasına o cılız bedenimle yardımcı olurdum. Marangoz da, atık tahta parçalarını almama izin verirdi. O parçalardan ufak bir sandık yapmıştım kendime. Bir de küçük kilit uydurmuştum. Bilyelerimi, deniz kabuklarımı, futbolcu ve artist kartlarımı, gazoz kapaklarımı (o günlerin gazoz markaları: Fruko, Fertek, Ayşecik, Yedigün…) topacımı, düğmelerimi ve bana ait birçok nesneyi o sandıkta saklardım. Futbolcu ve artist kartlarımın gittikçe eksildiğini görüyordum. Sayıyorum, her defasında 40-50 tane eksik çıkıyordu. Meğer bizimki saç tokası ile sandığı açıyor, benim kartlarımı aşırıp, diğer çocuklara satıyormuş.

Ağustos sonuna doğru mahallemizin yakınında bulunan fındık bahçelerine, başak yapmaya giderdik. Dallarda unutulan ve ağaç diplerinde kalan fındıkları toplar, kurutur, bakkala satardık. Bakkal para vermeye yanaşmaz, bazen karşılığında gofret, bisküvi, şekerleme; bazen de mantar tabancası alır oyuna dalardık.

Tesadüf, bir sene arayla aynı gün dünyaya merhaba demiştik onunla. 15 Mart 1961'de ben, 15 Mart 1962'de o doğmuştu. Göğsümüzün orta çizgisine yakın sol tarafında, hemen hemen aynı yerde, kahverengi birer benimiz vardı. Yine sol kolumuzun aşı yerinde de birbirine benzer benimiz mevcuttu. Annemim komşularla yaptığı konuşmalarda duyardım bazen. Onunkilolarının, üç yaşında geçirdiği bir rahatsızlık sonrası yapılan iğnelerden dolayı arttığını söylüyordu. Öyle ya, aynı yemekleri yiyor, aynı özenle besleniyorduk. Bu fark niyeydi ki?

Aramızdaki fiziki gelişme gittikçe belirginleşiyor, onun bana "abi" deyişini duyanlar şaşırıyor, basıyorlardı kahkahayı. Ben dert etmiyordum. Nasılsa ağabey bendim. Bu kolayıma da geliyordu üstelik. Beni, bazı sorumluluklarda da otomatikman kurtarıyordu. Onun dayak yemesinin hesabını benden sormuyorlardı ne de olsa. Ama ben dayak yediğimde "niye abini gözetlemedin" diye onun başına biniyorlardı evdekiler.

Yaz ayı gelip çatmıştı. Koyu renk meşin çantasının üstünde "fenni sünnetçi" yazan o kısa boylu adam sokağımıza girdiğinde, bütün çocuklar köşe bucak kaçıştı. Günlerden Pazar günüydü sanırım. Koyu çantalı adam babamın davetiyle konuğumuz olmuş, evimizi bir hengâme sarmıştı. Çantalı adamın bize geldiğini gören mahalleli odalara doluştu. Oğlanlar kapı aralıklarından olacak bitecekleri seyretmek için yer kapmakta, kızlar utana sıkıla annelerini ya da perdeleri kendilerine siper etmekteydiler.

Şaşırmıştım önce. Elindeki usturanın ucunu, uzun bir köseleye sürte sürte keskinleştiren ve bir yandan da pamuk paketini ve içinde sıvı dolu olan küçük cam şişeleri çantasından çıkarıp önüne dizen sünnetçi, gömleğinin üst düğmesini de gevşetip babama döndü:

- Hangisinden başlayalım?

O anda evin içi karıştı. İlk şaşkınlığı üzerimden atarken, kardeşimin masanın altına kaçtığını, orada sıkışınca da açık olan mutfak penceresinden fırlayıp bahçeye atladığını gördüm. Peşinden onu yakalamaya koşanları izlerken, diğer meraklı gözler de bana çevrilmişti.

Evin içine dolan o anlamsız sessizlik, ne yapacağıma karar vermemi de kolaylaştırmıştı bir bakıma. Artık sahneye çıkma sıram gelmişti. Ya büyüyecektim, ya gölgede bir ağabeyliğe razı gelerek bu oyunu sürdürecektim. Bu aralar bile nereden geldiğini bilemediğim bir cesaretle, o an büyümeye karar verdim ve ağzımdan şu cümleler döküldü:

- Benden başlayın!

Arkan Akçiçek (sağda, yerde oturan) 16 Mart 2007'de, 45 yaşında iken vefat etti…

Yorumlar

Ayhan Songar'dan öğrendiğim bir deyimdir 'yetim-i akran olmak'. Yaşlıların akranları birer birer öte aleme göçmesi üzerine söyledikleri bir sözdür. Burada yaşıtım birinin kırkbeş yaşında vefat ettiğini öğrenmek iç üşümesi yaptı. Anlatı ve sonundaki resim de aynı şekilde etkileyici. Edebiyat gerçek öyküler ile ne kadar farklı güzel.

Ahmet Faruk Yağcı - 12 Şubat 2011 (22:42)

Hikayenizden çok etkilendim, ölümün soğuk yüzünü bütün çıplaklığıyla hisettim.

Başınız sağolsun…

Hasan Seyyitoğlu - 22 Mart 2011 (16:08)

Başkaların acısına yakından bakmak, şahidi olduğumuz kaderlerin bizi bulmayacağı sanarak avunmak… Hayat geçiyor, behyude!

Gökhan Akçiçek - 30 Mart 2011 (00:02)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

51
Derkenar'da     Google'da   ARA