Patronsuz Medya

Tayfa Kaçan

Deniz Türkoğlu - 30 Mayıs 2011  


İnsan, zamana ve yere bağlı değildir. Gider.

Bir tek insan gidebilir. Ağaçlar gidemez, dağlar gidemez. Onlar yerinde durur. Ama insan isterse gider ve ileriye doğru attığı her adımda, arkasında bıraktığından, bile isteye ayırabilir kaderini. Geride kalana aynı olguda, -o olgu neyse, aşk mı, dostluk mu, arkadaşlık mı- yeniden birleşebilme imkânı bırakmaz bir daha. Böyle şeyleri bilmek lâzım.

Tanıdığım bir kadının başına gelmiş bu. Bir adama rastlamış. Artık aralarında ne geçtiyse, birbirlerine hangi umutları, hangi sözleri verdilerse, hep öyle kalacak sanmış. Halbuki biter.

Adam da bir gün gitmiş meselâ. Gitmeseymiş ne değişirmiş, bilmiyorum. Ama o gidince, kadın bir şeylerini kaybetmiş.

Kaybettiğinden de, bir tek kibir kalmış geride. Yıllardır yatışmaz bir ihtirasla, hırsla, adamın bıraktığı boşluğu kazıyıp durmuş çünkü. Ne kaybetmiş olursa olsun, bundan daha çoğu olur mu?

Sonunda kendi kalbinde tayfa kaçan bir gedik açmış olmalı. Hem de öyle bir gedik ki, artık hiç kimse tutunacak bir tırnak, bir diş, bulamıyor o çukurda. Girdikleri anda, hiç bir çağrışım yapmayan dümdüz bir düşüşle parçalanıp, unufak oluyorlar.

Kadın, hayatın gürül gürüllüğüne rağmen kendi kaybediş hikâyesine kapaklanmış ve dışında kalana kendini sıkı sıkıya nasıl kapatmışsa, ben de öylece kabullendim onun bu durumunu.

Onunla iki kaybeden olmanın dışında hiç bir ortak yanımızın bulunmadığını bile bile, sırf, kaybedenleri kimse sevmediğinden yaptım bunu. Kaybedenleri kimse sevmez ve kimsenin sevmediği birini sevmek, tam bana göre çünkü.

Toprağın doğasını, atmosferin tabakalarını, iklimler de dahil bütün insanlığımızı, bütün zamanlarımızı dönüştürebilecek en iyi fırsat, kaybettiğimizi kabullenme vakarımızdır oysa. Çünkü insan, kaybettiklerinden ürer. Sarsılır ve sarsıntısının şiddetince duyar kendini. Ben öyle bilirim. Ama kaybetmenin, hem güzeli hem de çirkini olur işte böyle.

Zamanla öğrendim ki, bu katı dünyayı boşlukta durduran yerçekimi yasasına benzer, kimselerin akıl sır erdiremediği bir "oluş yasası" daha var. Adı aşk. Ama onu sen bulmazsın, o seni bulur. Sen onun makamı olursan, o da gelir tahtına kurulur. Senin yalnızca teslim olman lâzım. Kaybetmeyi güzel beceremeyenler bilmez işte bunu. Hele bu kadın gibi, öyle teneke gibi kaybedenler, hiç bilemez.

Şimdi yaşamayan, bambaşka bir kadın daha tanımıştım eskiden. Doksan seneye varan ömründe, her türlü acıdan nasibini almış, sevdiklerinden ayrılmış, tek oğlunun erkenci ölümünü görmüştü.

O günden beri haftanın bir günü hariç, her gününü dua etmekle geçiriyordu. Artık yetişmiş, kazık kadar olmuş, her biri işine gücüne bakan, haftada sadece bir gün onu ziyarete gelebilen iki torununa, oğlunun kaybından geride kalan o iki varlığa, birbirinden güzel sofralar hazırlardı.

Yemekte, buruşuk ellerini alnına dayar, sorardı. "Aşk var mı, aşk? Aşk varsa, her şey tamam."

Bir gün onun yaptığı bir yemeği yedim. Hayatımda hiç o kadar güzel, hiç o kadar lezzetli pırasa yememiştim. Daha öncesinde kimse bana pırasa yedirememişti.

Bazen sokaklar boyu uzayıp giden kaldırımlarda, asfaltlarda yürürken, ne kadar "somut" bir gezegenin üzerinde durduğumu ve adımlarımın da ne kadar gerçek olduğunu görürüm fakat bu gezegeni boşlukta hızla döndüren yasanın "soyutluğunu" kavrayamaz, kavrar gibi olduğum her keresinde, düşmemek için bir yere tutunurum.

Hayatla aramdaki ilişki de tıpatıp böyle, hızla dönen bir topaç gibi tepetaklak. Kazanmanın ve kaybetmenin bazen doğru, bazen ters orantılı, bazen somut, bazen soyut çekiminden ibaret bir kısır döngü. Savrulan bir ruhun öyküsü. Savruldukça çizilen, bozulan, yorulan ve düşmemek için o doksanlık kadının öğütlediği gibi, aşka tutunmaya çalışan birinin öyküsü. Ama onu aramakla bulamazsın, eğer hazırsan, o seni bulur. Ve o seni bulduğunda, en sevmediğin pırasa bile şeker şerbet olur.

O pırasanın lezzetini yeniden hatırlar hatırlamaz, diğer kadını dinlemez oldum artık. Anlamsızlığını kavradım çünkü hikâyesinin. Nasıl kavradığımı anlatamam ama ne anlatıcının, yani onun, ne de kurbanın, yani benim gibilerin, dinledikleri o hikâyede duygularımız üremiyordu. Hem de hiç!

Her hangi bir merak, bir istek ya da bir düşünce, canlılığımızı gösteren hiç bir kıpırtı olmuyordu. Durmuştu gelişimimiz. Aramızda dal kıpırdamıyor, hızla çürüyordu.

Yalnızca sıkıntı. Nefsini bir an bile unutamamış en nihayet iç ölümü gerçekleşmiş birini seyretmenin verdiği hüzün dolu bir sıkıntı. Aşkın bir daha uğramayacağı tuz buz olmuş bir ruh.

Bunu anlar anlamaz da, bir gün, "böyle devam etmesi için daha ne yapmalıyım" diye sordum ona. "Ne istersin?"

O andan beri, elimden gelen tek şeyi yapmayı sürdürüyorum. Yaptığım akıllıca değil, ama insan elini kolunu bağlayan böyle büyük bir delilik karşısında çaresiz kalır, daha fazla dayanamaz. Elindekini avucundakini çıkarır verir sonunda.

O da durup durup geriye döndürüyor zamanı. En baştan alıp, en baştan düşünüp, en baştan hatırlayıp, aynı kaybediş hikâyesini en baştan sonuna kadar anlatıyor bir bir. Düşmemek için tutunduğu nefreti ayakta tutuyor onu… Tek yoldaşı ben kalmış olsam bile, kendine bir kurban bulmuş olmaktan mutlu.

Sen boş ver, insanız hepimiz. İnsan dediğin bazen güzel, bazen de işte böyle, çirkin kaybeder.

Yorumlar

Sevgili yazar, "Tayfa kaçan" ya da "kalpte tayfa kaçan bir gedik açmak" ne anlama geliyor acaba?

Seyit Balkuv - 1 Haziran 2011 (08:53)

Sevgili yazarım, "tayf" ın Arapça bir sözcük olduğunu zannediyorum. Böyle zannetmemde çocukluğumda durmadan didiştiğim Arap bir komşunun payı var. Bitişik iki binanın, ikinci katlarında, dirsek dirseğe otururduk Arap'la. İki binanın birbirine yaslandığı yere bir sarmaşık dikilmişti, o da yıllar içinde almış başını, çatıya kadar sarılmış. Ben sofrada payıma düşen yemekleri, evdekilere çaktırmadan, gömleğin koluna, pantolonun cebine zulalar, pencerenin önüne dizerdim bir bir.

Niye? Çünkü sokak kedileri o sarmaşığa tırmanır, ikinci kata çıkar, o yemekleri yerdi. Ama yazları pencereler açık tabii. Kediler Arap'ın evine girmeye başlamışlar. O da -şimdi ölmüştür, huzurlu uyusun- kedileri sevmezdi. Gelsin şikâyetler. Şikâyetten fenası bedduasıydı aslında. "Tayf götürsün seni" dedi mi, elim kolum düşerdi. Ben "hortlak" bellemişim anlamını. Bu işler zannetmekle, bellemekle olmadığından sözlüğe bir bakayım dedim gene. TDK'da "görüntü, hayalet, ruh" diye açıklamış tayfı. Bir de fizik anlamı var tabii. Ama o anlamı benim derdimin dışında. En azından bu yazıda.

Kalpte tayfa kaçan bir gedik açmak, biraz o Arap komşunun da yaptığı gibi, insanın ruhsal anlamda kendi içinde çöreklenip, külçeleşip, kendisiyle aşırı meşguliyetten olsa gerek, dışında kalan her şeyle arasındaki bağı koparması, yaptıklarının sonucunda da ister istemez kendi kalbini delmesi gibi geliyor bana.

Böyle insan yapımı kalp deliklerinden, doğruca hortlakların kucağına düşülür diyorum. Bilmem artık, iyi mi diyorum, yoksa kötü mü?

"Kör olan gözler değil, göğüslerdeki kalplerdir" der kitabın birinde. Ne güzel demiş değil mi?

Deniz - 1 Haziran 2011 (14:12)

"Kaybetmeyi bilmeyenler beceremez işte bunu" demişsiniz. Sevmeyi öğrenememekle de ilgisi olsa gerek.

Kendimce, "aşk" la ilişkilerine göre 3'e ayırdım insanları:

1- haberi bile olmayanlar
2- taşıyamayanlar
3- vazgeçmeyenler

Aşkı taşıyabilmek için kalbin genişlemesi gerekiyor. Yoksa içine alamadığı yükün altında ezilip ölüyor kalp.

Mühim konu, iyi yazı… Kaleminize sağlık.

Betül Dursun - 3 Haziran 2011 (13:55)

Geniş caddelerin kocaman sesleri olur. Kelimeler kalabalıktır, dağınıktır. Yürürken bir devrik cümle geçer yanınızdan, bir küfür ısırır kulağınızı. İnsanlar kelimelerdir aslında, geniş caddelerde. Varlık dışı sesler de tıka basa doldurur bu koca kentin kubbesini. Kornalar, ziller, fren sesleri, uçak gürültüsü, yağmurun düşüşü…

İşte bu yüzden buradayım. Kesif bir gürültünün ortasında usulca kürek çekiyorum. Gizleniyorum. Hayat benimle uğraşamayacak kadar meşgul. Gürültüyü seviyorum. Beynimin içini kemiren o sesleri duyurmuyor bana. Siz o sesleri bilmezsiniz. Belki sizin de sesleriniz vardır. Kafanızın yatak odasında vızıldayan sivrik sinekleriniz…

Ama ilk kez dün, bu şehrin gürültüsünden kaçtım. Beynimdeki sesleri dinlemek istedim. Onlara kulak vermek istedim. Teslim olmak istedim. İlk kez beynimin gürültüsü, şehrin gürültüsünü bastırdı. Belki ben de kaybetmeyi öğreniyordum.

Yazınız, dönüp dönüp okunacak bir yazı. Bir yüz nasıl yüzlerce mimikle, yüzlerce anlam ifade ederse, yazınızda her okunuşunda bir başka tayfa yolculuğa çıkaracaktır. Teşekkürler.

Dağhan Dönmez - 5 Haziran 2011 (17:49)

Yazı ayrı güzel yorumlar ayrı güzel. Yazmayım dedim ya hakim olamadım elime. Keşke bilen bir mercii olsaydım dedim bir kez daha sadece şu güzel yazıya güzel bir yorum yapmak uğrruna. Kaleminize sağlık.

Şeyma Baş - 24 Haziran 2011 (15:01)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA