Patronsuz Medya

Sevdikçe beni, sen kendini tanıdın

Deniz Türkoğlu - 17 Eylül 2011  


Zamanın birinde okul öncesi çocuklar üzerinde yapılan bir araştırma yazısı okumuştum. Bir grup çocuğa balığın şeklini sormuşlar, onlar da balıklar dikdörtgen olur demiş. Çocuklar büyük marketlerde satılan paket balıklarını yiye yiye, balığın da şeklini köşeli bellemişler meğer.

Bu çocukları hangi kadınlar nasıl büyütmüşler böyle diyerek ne üzülmüş, ne korkmuştum. Çünkü kadınlar çocukları çok sever, onlara masallar anlatır, resimler çizer, şarkılar söylerler. O masalların resimlerin şarkıların içinde hiç mi balık olmaz, akıl kârı değil.

Ya erkeklere ne demeli, çocukla balığa çıkmayana adam mı denir? Bu adamlarla bu kadınlara, sahiden neler olmuş?

Uzun zaman aklımdan çıkmamıştı o yazı. Gördüğüm her ufaklığı çevirip soruyordum. Balığın şeklini biliyor musun? Çocuklar sır saklayamazlar, uçanı konuşanı hıçkırık tutanıyla rengârenk, sürü sürü balıklar tarif etmişlerdi bana. İçlerinden biri, denizden kovulunca ortada kalmış Çingene bir balık ailesinden bahsetmişti. Bizimki annesinden babasından gizli, evdeki ayakkabı dolabında saklıyormuş onları. Tamam öyleyse deyip, rahatlamıştım.

Şunu demek istiyorum galiba. Sevmek güzeldir. Emek harcadığı şeye bağlanır insan. Bağlanınca sevmek şıpınişidir. Ama her emek harcanan mutlaka sevilir demek de istemiyorum. İnsan fıtratındaki en güzel değeri, öyle en kaba en kalın yerinden tutup getirerek, yalnızca emeğe bağlayamam.

Sevgi ilk evvelâ ihtiyaçtır! Edip Cansever'in "Adını Funda Oteli koy" şiirinde şöyle şahane bir dize vardır hani:

"Sevdikçe beni, sen kendini tanıdın."

En iyi sevgi tarifi budur sanırım. Sevgi, her şeyden önce insanın kendini tanıma ihtiyacı olmalı.

Biz, -bazılarımız, herhalde- sevmenin bu denli "sahici" olanından, bilerek kaçıyoruz. Ve bunu sanırım, "zeki varlıklar" olduğumuz için yapıyoruz. O kaçışta, öyle sahicilik bana gelmez, gelse de bekleme yapmadan topukları yağlarım, sıvışır, cızlamı çeker, sırra kadem basarım itirafı var bir açıdan.

Her açıdan şaşırtıcı elbette. Kendimle karşılaşırsam, kendimi sevmez hatta dayanamaz boğazıma sarılır, yüzüme tükürür, kendimi bi kaşık suda boğarım mı diyoruz acaba? Bu soru şimdilik bir kenarda dursun. Asıl başka şey anlatacağım.

Biliyor musunuz, ben insan kadar, insanın çevresindeki canlı/cansız şeylerin de bellek taşıdığına, meselâ "bir ağacın" maruz kaldığı iklimlerin sert veya yumuşak etkilerini her zaman hatırladığına, hiç unutmadığına inanırım.

İnanırım ki o ağaç, devinip duran mevsimlerin içinde sonsuz ölümlerle sonsuz doğumlar yaşayarak, yaşadıklarının her birini hafızasında biriktiriyor, depoluyordur.

Ve -olumlu/olumsuz etkilerle- ağırlaşmış belleğine rağmen, bir sonraki ilkbaharda öncekilerin hiç birine benzemeyen yepyeni bir doğumla can buluyor, sonbahar geldiğinde ise sanki ilk defa ölüyormuş gibi safiyane bir teslimiyetle kuruyup gidiyordur.

Ben bunları bir ağaçtan dinlemedim, bunları anlatmak, ağacın işi değil zaten. Fakat ağacın duruşundaki -her şeye rağmen şikâyetsiz, her şeye rağmen sakınımsız, her şeye rağmen dosdoğru, ortada ve çırılçıplak- bu samimiyetin, onun keskin zekâsının, olgunlaşmış aklının göstergesi olduğuna ve bu kadar serveti bir araya getirmesindeki sırrın ancak aşkla mümkün olduğuna inanırım.

İnanmak ne kelime, bunu bilirim. Nereden biliyorsun dersen, insan, canlı cansız tüm varlıkların ve gelmiş geçmiş tüm zamanların son kertesidir, çünkü böyle şeyleri bir tek insan bilebilir…

Tabii bu söylediklerimin doğruluklarına bilimsel kanıtım yok. Ama zeki varlıklarız değil mi?

Zekâ demişken, siz de farkında mısınız, son zamanlarda zekâlarıyla sesli/sessiz övünen, üstten ama huzursuz bakan fıldır fıldır gözbebekleriyle, nal toplatan gövde gösterisiyle, lafı ağza tıkayıp herkesten çok bilmişliğiyle, sağ gösterip soldan kullanarak iş bitiren (en sevdiğim zekâ tamlaması bu), sürekli zekâya vurgu yapan, kendinden emin, gittiği yoldan güvenli ne çok cin oğlu cin var etrafta…

Zekânın seviyesindeki ve sayısındaki muazzam artışa, bu da ne böyle demiyor musunuz hiç? Ben hayret ediyorum.

Biz, - yani, bazılarımız- o kadar zeki olabilir miyiz sahi? Ya da soruyu şöyle sorayım, hepimiz bu "çıkar" odaklı zekâyı "kullanmak" zorunda mıyız?

Bunu da beğenmedim, şöyle soracağım: Madem o kadar zekiyiz, neden bu kadar çuvallıyoruz?

Allahım, insanlar ne kadar üzgün. Sokağa çıkıyorum, çarşıya pazara gidiyorum, işe alışverişe sonra eve geliyorum, insanlar ne kadar mutsuz.

Bunca mutsuzluğun sebebi, "sahiciliğin" ağır faturasından kaçmakla ilgili olabilir mi? Şimdi biz, -bazılarımız, herhalde- vıcık vıcık sahte ve bir o kadar da samimiyetsiz miyiz yani?

Öyleyse zeki olmak ne işe yarayacak?

Balıkların köşeli olduğunu öğrenmeye mi? Kopuk kopuk, parça parça, kafası bi yerde, kuyruğu başka yerde, derisi kılçığı atılmış, beyaz eti dört köşe hale getirilmiş, üzeri kimyayla sterilize edilmiş, paketlenip dondurulup raflara dizilmiş…

Yabancı! Balığa yabancı, yiyene yabancı, hayata yabancı!

Ben balığın en çok kafasını, kuyruğunu, derisini severim hâlbuki. Evet efendim, beyaz eti gibi yararlı olmadığını biliyorum, zararlı hatta, haklısınız, ama seviyorum. Doğruyu söylemek gerekirse, ben balığı en çok denizde severim. Bir çocukla balığa çıkmanın hazzını hiç bir şeye değişmem.

Sevmek demişken, o ağaç kadar -hani ağır belleğine rağmen, kör aşıklar gibi durmadan ölen ve durmadan doğan ağaç kadar- mutlu olamayacak mıyız sahi?

Çocukların, balığı, denizindeyken görmelerinin, neden "gerekli" olduğunu anlatabildim mi?

Sevme, sahici sevebilme ile zekâ arasında, simetrik/bakışımlı bir ilişki vardır, biliyor musun? Bunların birleşmesinin hazzı, başka hangi servette olabilir? Tabii söylediklerimin doğruluğuna, bilimsel bir kanıtım yok.

Olmasın!

Ko sağrısına, rahvan gitsin!

Yorumlar

İnsanın sevdikçe kendini tanıması o kadar doğru ki, hatta dünya ve üzerinde dönen her şeyi de… Dünyaya yeni gelmiş bir bebek, annesini nasıl emeceğini bile bilmiyor, içgüdüleriyle buluyor nasıl karnını doyuracağını ve belki de o içgüdüyü harekete geçiren anne sevgisidir, minicik bir bebek, o sevgiyle kendini tanımaya başlıyor bile…

Günümüzde insan zekâsı sevgiyi küçümser, hatta ezip geçer… Bir şeye sevgiyle bağlanmak çoğu insan için mantıksızdır, çünkü mantıklı olan her zaman verdiğinin karşılığını alabildiğindir, oysa sevdiğimiz her şeyden karşılık alamayız değil mi…?

David Mackenzie'nin yönettiği 'Perfect Sense' filmi de günümüze ve böyle giderse geleceğimize o kadar güzel ışık tutmuş ki… İnsanların duyularını yitirdiği bir salgın… Akılla, mantıkla çok şey kazandığımızı zannediyoruz ama kaybettiklerimiz aslında sevdiğimiz şeyin kokusunu alamamaktan, tat alamayışımıza, dokunup da hissedemeyişimize ve hatta sonra bir sağır gibi hiç bir şey duyamayışımıza, bir kör gibi karanlığa hapsoluşumuza varıyor… Bir balığı bile dikdörtgen görebiliyoruz bu körlükte.

…Aşk ve sevgi, gülün dikeni gibi; güzellikleriyle beraber insana tüm iğrençliğini, pisliğini, bütün bu kirli yüzlerini gösterse de, mantıksız da olsa, bütün kaybettiklerimize rağmen içimizde kalan tek şey oluyor, dünyayı tüm kayıplara rağmen yaşanır kılan, insanı bir bebek gibi içgüdülerine teslim eden tek şey…

Deniz Suvaçoğlu - 25 Eylül 2011 (23:17)

Biz doğaya ne kadar ihanet edersek edelim doğa bize hep sevgiyle ve samimiyetle yanaşır. Eğer samimi ve sahici olmasaydı çoktan sonumuz gelmiş demekti. Resimdeki kutunun içinde balık olduğunu ancak yazınızı okuyunca anladım. Oysa denizden çıkan balığımız öyle mi? Önce doğaya yabancılaşıyoruz sonra kendimize ve en sonunda tüm insanlığa. Peki ne zaman yabancılıktan yakınlığa geçeceğiz?

İdealist - 22 Ekim 2011 (00:51)

Kızım kutu sütlerin tadına o kadar alışmış ki köylüden aldığımız sütü kokuyor deyip içmiyor. Hoşaf da içiremiyoruz. Neymiş, çok şekerliymiş. Peki ama kolalı içecek daha mı az şekerli? Ne oluyoruz anlamıyorum, çocuklarımızı hazır yiyeceklerden başkasına yabancı yapan bir dünyada mı yaşıyoruz. Peki nerede kaldı sahicilik? Biz yoğurdu sokaktaki satıcıdan alırdık.

Daha orta yaşa gelmeden başka bir dünyaya ışınlandım sanki. Vay canına diyorum!

Mesut Yılmaz - 11 Eylül 2013 (00:08)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

70
Derkenar'da     Google'da   ARA