Patronsuz Medya

Ormanın Diktatörleri

Deniz Türkoğlu - 24 Nisan 2012  


Oldum olası bir zafer büyütüyormuş içinde, -tohumdan-. Ve olasılıkla kuruyacaktı diğer ağaçlar onun çalımlı gölgesinde. O, ormanı tüketerek büyümeye devam edecek olandı, istediği de oldu…

Çevresini sessizleştirir böyle varoluşlar. Zaten o da sessizliğin muhafazası konusunda, "bir tuğla çekerseniz, duvar yıkılır" deyip telkinlerde bulunuyordu. Tuğla üstüne tuğla konması zaferinin boy atıp serpilmesi, bu türden bir ortamı gerektiriyordu.

Doğa böyle büyütmez bir tohumu oysa, ancak insan büyütür. Doğa işleri yokuşa sürendir. Toprağa düşen tohumdan önce bir fide meydana gelir. Fide zamanı gelince fidana evrilir. Hücreler çoğalır çoğalır, küçük bir ağaç modeline dönerler en nihayet. Kök, gövde ve dallar, üç bölüm halinde ortaya çıkar. Sonrasındaki biyolojik olgunluk, her bir ağacın kendi hikâyesidir artık.

Ağaçları nasıl tanırız bilir misiniz? Hikâyelerinden. Ancak ondan sonra yapraklarına bakarız, o yaprakların biçimlerine, renklerine, dalların üzerindeki istiflenişlerine, gövdenin dokusuna, varsa çiçeklerine, varsa meyvelerine… Ama önce istenmeyi hak eden hikâyelerine.

Duvarları nasıl tanırız bilir misiniz?

Önlerinde dili tutulmuş bekleşen isteksiz insan kalabalıklarından… O duvarların önünde bazen haksızlığa duyulan büyük öfkeyle toplu halde bir itiraz olarak susulur, bazen de gerçeklerle ilişkiye girmenin tek yolu o suskunluktur.

Bu memlekette gerçeklerle ilişkiye girmek bazen seksenli yıllardan iki binli yıllara kadar göz altında kaybedilen 757 kişi için, hâlâ her Cumartesi bir duvar dibine çöküp, yemek içmek istemem, sarılacak bir mezar taşım olsun yeter diye ağlaşan anaları duymak anlamına geliyordur ve onca yalanın arasından sadece bu kadarını duymak bile ne kadar zordur.

Tekinsiz bir duyuş biçimidir ama başka yolu yoksa, bazen duymak için susulur.

Bu tekinsiz sessizlik, ormanı tüketerek büyüyen çalımlı diktatörün saplandığı, tekeri boşa döndürdüğü, patinaj çektiği yerdir aynı zamanda, doğa, doğal bir anarşisttir, dikine gideni durdurur. Gözden kaçan da budur.

Hiç bir şey eşit değildir çünkü ve doğa sevmez böyle ilişkileri. Hiç bir ağacın hiç bir hayvanın var olma serüveni, çizdiği yoldan saparak kesintiye uğramasın ve dövülerek, kurşuna dizilerek, pencereden atılarak meselâ, sebepsiz yere yok edilmesin diye, yazısız sözsüz ama apaçık/kendi içinde dengeli/değiştirilemez kanunlar koymuştur. Size kurallarını bozdurur gibi gözükür, bozdurmaz. Dokunacak gibi olursunuz, savurur.

Konu doğa olduğunda, onun karşısındaki yüzsüzlüğümüzden, şahsiyetsizliğimizden, şuur körlüğümüzden, ateşlerde cayır cayır yanacağımız büyük günahlarımız var.

O yüzden örüyoruz bu duvarları böyle üst üste. Böyle Babil Kulesi gibi tepeleme ve getirip koyduğumuz her tuğlanın küfür olduğunu bile bile. Hakikaten bir tuğla çekildiğinde, duvarın tamamı yıkılacak, neyin haberi peki bu?

Kur'an'daki en sert uyarılar, adil olmayan bir düzeni korumaya çalışıp duvardan tuğla çektirmeyen ehil insanlara cemaatlere topluluklara söylenenler değil mi? Ya adalet bakanı Müslüman değil mi? Bir parça adalet sahibi ve bir parça Müslüman olmak bile, günahla sevap arasındaki kıyası anlamaya yeter.

Kıyas nasıl mı yapılacak? İşte şöyle: Biri aileden polismiş. Mülkiyeli arkadaşları onun için okul yıllığına, "En büyük ideali babasının izinden yürüyerek Emniyet saflarına geçmektir." diye yazmışlar.

Diğeri, yani ormandakilerden yalnızca biri Hüseyin Öztaş da diyor ki meselâ, "Sesini televizyonda duyduğum zaman, işte o ses diye bağırdım. Ses beynimin taa içine kazınmıştı. Gözüm bağlı olduğu için bir şey görmemiştim ama o ses hâlâ kulaklarımda."

Sonuç mu ne? İşte şu: Şimdi Ege'de Bodrum'a yakın, yüksek korumalı özel bir cezaevi arıyorlarmış ona, sonunda bulmuşlar.

Gördüm o cezaevini, doğanın göbeğinde, bir zeytin ormanının içinde, duvarlarla çevrelenmiş…

İnanıyorum doğaya, o doğal bir anarşisttir çünkü.

Yorumlar

Meseleye iyi tarafından bakarsak şimdilik asayiş berkemal. Bizim memleket bazı açılardan, başka memleketlere göre daha şerefli.

Yinede korunaklı olmak lâzım. Onlar için hapishanelerin korunaklı olması ne kadar şartsa, bizler içinde aklımızı korumak o kadar şart. Neler oluyor hayatta? Bakalım daha neler olacak?

Mehmet Soybeli - 25 Nisan 2012 (14:16)

Türkiye bir sancılı dönemden geçiyor. Bazı taşlar yerine oturmadıkça, bu sancı dinmeyecek. Sistemin vatandaşına bakış açısı değişmedikçe, sistem vatandaşını kendi varlığı doğrultusunda yaptığı yönlendirme ve güdülemeyi makul bir seviyeye çekmedikçe, bu yönlendirmeyi vicdansız bir kışkırtmadan, mantıklı bir reflekse dönüştüremedikçe ya da dönüştürmedikçe bu sancı sürecek.

Memelekette bir kısım böyle sanıkları kahraman görmeye devam edecek. Görmeye meyilli olacak. Bir kısım belli saiklerle bu sanıkları hep nefretle anacak. Bu tip kamplaşmaları ve nefret söylemini en aza indirmekle mükellef olan devlet, meseleleri işine geldiği gibi ve "devletin bekası" düsturunca vicdansızca ele aldıkça sancı dinmeyecek.

Ne mi yapmak lâzım? Bıkmadan usanmadan ve "nefret" söylemine pirim vermeden "zihniyeti" eleştirmek. Bu olurken daha çok kuşak heba olacak belki, ama mücadele doğru yapılırsa aydınlığın karanlığa galebe çalacağına inanmak gerekmez mi?

Devrimciler fikirlerin kurşun geçirmediğini ve fikirlerin ölmediğini söyler ve bununla gurur duyar. Bedenleri ortadan kalksa bile, fikirlerinin (ideallerinin) ölmeyeceğini söylerler. Doğrudur. Ancak aynı mantığı sistemin muhafızları da benimseyebilir, benimsemiştir de.

Yazıda bahsi geçen şahıs Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'dir, Reis'dir, Yakup Cemil'dir, Efsane Albay'dır.

Mücadele edilen bir mefkûredir, görünür ama görünmez, bilinir ama bilinmez bir zihniyettir. Karanlık ve hatalı bir mefkûredir. Bu ayrı. Ama güçlüdür, "kişiler" ve "olaylar" temelinde mücadele yetersiz kalır. Sivrisinek-bataklık meselesi mi derler?

Üstelik o kadar risklidir ki, bir anda mücadele edeni yakabilir. Yani, rakibinizin elinde yanan meşale varsa siz benzine bulanmış kıyafetle ona yaklaşamazsınız. Dikkat ve zamanlama çok önemlidir.

Olacak, yavaş yavaş ve çokça sancılı olacak. Ama olacak. Biz görürüz, göremeyiz, daha çok kayıp yaşanır o ayrı. Ama zihnimizi diri tutup, yüreğimize güvendikçe ümit var.

Efruz Zübük - 26 Nisan 2012 (11:31)

Fırtınanın, boranın ortasında ürkeklikten olmasa da yön tayin etmekte zorlandığımdan, durup bir adım geri çekilenlerdenim. Ülkenin teknesi alabora vaziyetinde; okuyup, parmak yalayanlarsa başımıza yıkılan batan gemi mallarını kâh rahmet yağmuru kâh taş yağmuru sanıyoruz. Birileri cezasını yıllar sonra çekiyor, birileri aydınlık idealleri uğruna, hücreler arkasında yüz eskitiyor. Sizi bilmem ama ben fırtınanın dinmesini bekleyeceğim; günahsızlara el uzatmak için değil, infazlarıma yargı verebilmek için.

Bu yazıyı da o fırtınanın ortasında, vakur ama naif bir yelkenliye benzettim. Harika bir siyasî makale olmasıyla beraber; daha da harika bir edebi nitelik gördüm. Yazıdaki o incelikli edebiyat keyfini, o hayatı; ağaçlarıyla, dallarıyla, karıncalarıyla birlikte algılayabilen geniş ufku, bu fırtınaya yedirme taraftarı değilim. Yelkenlin, hep böyle engin sularda yüzsün Deniz Türkoğlu! Doğa gibi anarşist yelkenlin…

Dağhan Dönmez - 27 Nisan 2012 (09:06)

Evet galiba şu durum için "sitem" demek biraz hafif kalıyor. Ne de olsa devlet eski devlet değil. Fonksiyonu aynı kalsa da geçen zamanda yapısı gözle görülür miktar değişti.

Garanti meselesine gelince, kamuoyu ağda gibi her yöne çekilebilir, doğru, ama o "karanlık" dediğimiz dönemde yapılanlar ne derece toplumun bilgisi dahilinde yapıldı? Televizyonların vur patlasın çal oynasınla reyting avladığı (şimdi de farklı olduğu söylenemez), gazetelerin askerin sözcüğülüğü yaptığı, geri kalan iletişim araçlarınınsa marjinal bir iki gazete ve dergiden ibaret olduğu bir dönemden bahsediyoruz.

Belki safça düşünüyor olabilirim ama öncelikle -mecazî anlamda- facebook ve twitter'i kapatmak gerekir o dönemleri yeniden getirmek için. Bunun için de darbe yapıp askeri memleketin başına dikmek gerekir. Bu mümkün müdür?

Şimdi biliyoruz ki koca bir general takımı son on yıldır tüm mesailerini bunun için harcamışlar. Ama beceremediler. Kemalizm masalı artık insanları sıkıyor, güneydoğu şiddeti ise kredisini tüketmek üzere. Ola ki bir savaş çıkar ya da ülkeyi altüst eden bir ekonomik kriz, ne bileyim kıtlık falan olur, belki o zaman bu zevata gene gün doğar.

Demek değil ki zaman geçtikçe her şey daha güllük gülistanlık oluyor. Yalnızca zorbalığın ulu orta, paldır küldür, vurdulu kırdılı değil ama demokrasi adı altında, sanat, kültür ve teknoloji destekli, usulünce ve inceliklerle yapıldığı ve bunun yalnızca Türkiye'ye özgü olmadığı bir dönem yaşıyoruz.

Yalçın Şahin - 27 Nisan 2012 (10:32)

Böyle cezaya can kurban, herkese nasip olmaz, ormanın ortasında genişçe bahçeli bir köy evi… Devlet tiyatrosu diyorlar ya, tam da öyle gelişiyor her şey. Derin Devlet gururla sahneye koyuyor! Tekst, dekor, kostümler o biçim. Sırada hangi oyunlar var, merak bile etmiyorum. Yanık yerin otu tez bitiyor, bir onu biliyorum.

Bilge Bozkurt - 27 Nisan 2012 (11:40)

Kamuoyu ahmak değildir tabii. Darbe anayasasını hararetle alkışlar, kabul eder görünür ama gönlünde yatan maksada ulaşmak için vasıtadır bu. Uygun zaman geldiğinde gözünün yaşına bakmaz darbecilerin. Aslında genel olarak bir "kamuoyu" kavramı oluşturmak yerine dönemsel eğilim ve talepleri olan bir kamuoyu demek daha mı doğru olacak?

Kamuoyu bir zamandır öbür dünyanın yatırımını yaparken bu dünyanın nimetlerini de küpü aldığınca doldurabilme peşinde. İstisnaları saymazsak hepimiz gibi yani.

Yaşadığımız zaman itibariyle dünyalığı yapması için uygun zemin yaratanlara şans veriyor ve ötesine pek karışmıyor. Sistemin kökünden değişmesi, sarsılması, iki üç okumuş ve anlamaya susamışın dışında pek de kimsenin umurunda değil aslında. Ne zaman olmuştur ki?

Cumhuriyetin ilk ekibi toplum mühendisliğinde yanlış yöntem uyguladı, toplumun birazını kendilerince düzelttiler. Kalanı için hesaplayamadıkları değişkenler başlarına belâ oldu. Bugün yeni mühendisler, eskilerin değerlendirmeye almadığı bileşenleri de katarak yeni bir düzenleme peşindeler. Pek çok unsuruyla yaşayan bir organizma olan sistem de bakmayın sızlandığına, esnemezse kırılacağını anlamaya başladı.

Devlet mühendisliğe soyundu mu, amacı için kamuoyunu kışkırtmaktan çekinmez. Ama devlet müsaade etmezse de kimse Agop'u kesmeye kalkamaz meselâ. Kafasından bunu geçiren, devletin de kendi gibi düşündüğü bilirse eyleme döker. Kışkırtma, mühendisin kurmaya çalıştığı sistemde kendine destek verecek kamuoyu içindir.

Ne zaman ki kamuoyu içinde "sistemin sadece kendine hizmet etmesini arzulayan yeni bir zümre" yükselişe geçmeye başlar, eski sistem için tehlike çanları çalmaya başlar.

İşte biz bunun sancısını yaşıyoruz.

Bir dinamiğin, sistemin aksayan yönlerine eleştiri getirmesi, onu sarsması, eskisinden daha iyi olduğu anlamına gelmez.

Tarihimizi de, günümüzü de değerlendirirken demokrat arayışımızda dikkatli olmak mecburiyetindeyiz.

Ama fırsatları değerlendirmeye çalışmaktan da zarar gelmez.

Efruz Zübük - 27 Nisan 2012 (14:03)

Deniz Türkoğlu'nun bu şiirsel yazısını ve izleyen yorumları okurken, aklıma Necdet Şen'in "Müfredat Aydını" yazısı geldi.

Açtım bir daha okudum.

Tespitin bu kadar sağlamına, pes doğrusu.

Melih Özel - 27 Nisan 2012 (00:05)

Değerli Melih hocam, ilginç bir tesadüf eseri, bahse konu yazıyı tam da dokuzuncu sene-i devriyesinde (27 Nisan) tekrar okumuşsunuz. Sayenizde bendeniz de okudum, geçmişi yad edip ezber tazeledim.

Necdettin Efendi - 28 Nisan 2012 (13:16)

Her zaman söylemişimdir, yorumları okuyup beyin hücrelerimi havalandırdıkça, aynı lâfı bir daha edesim geldi.

Bu Derkenar en iyi üniversitelerin başını çeker. Hani her sene dünyanın en iyi üniversiteleri listelenir ya, bilmem artık Derkenar'ın yanında Harvard'ı, MIT'i, Oxford'u kaçıncı sıraya düşer.

Bu arada Melih hocaya özel teşekkürlerimi sunarım. "Müfredat Aydını" yazısını yeniden okumamıza vesile oldu diyerek. Tuttuğu altın olsun.

Mahmut Taha - 28 Nisan 2012 (14:18)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

44
Derkenar'da     Google'da   ARA