Patronsuz Medya

Kim bu adamlar?

Deniz Türkoğlu - 20 Ekim 2004  


Rahmetli Haldun Taner, yazılarından birinde anlatıyor. Dersaadet'e ilk defa gelen yabancıların Sefir-i Kebir Cevdet Paşa'ya sormaları adettenmiş.

"İstanbul'un iklimi nasıldır paşam?"

Hazretin bu soruya cevabı, hiç değişmezmiş.

"O hiç belli olmaz ekselans. Poyraz eserse kış olur, lodos eserse yaz olur."

"Bir bakıma iyi ki eser" diye devam ediyor Taner. "Ya maazallah esmese, rüzgâr yoksulu Ankara'dan daha da pis olurdu dört milyonluk şehrin havası."

Şimdi o nüfusun neredeyse üç katı olduk. O eski rakamlarla beraber her şey değişti. Fakat bazı şeyler hiç değişmiyor. İstanbul'un havası bunlardan biri.

Ekim'e girerken birdenbire 10/15 beş derecelik sıcaklık düşüşüyle iliğimiz kemiğimiz donmuştu ama Ekim'in ortasında baharın solundan düşme bir yazla feleğimizi şaşırttı. Tavanda güneşten bir avize, deniz kenarlarını, ağaç altlarını, kaldırım taşlarını açıp açıp gösteriyor. Bir de güzel ki haspa, ziynet bu şehir sanki. Kaşıkçı elması, hovarda.

Bir fettanı kovalar gibi, sokaklara döküldük ardından. Tahrip gücü yüksek arzularla, yakaladığımız yerde dişleyip koparıyoruz etini budunu. Keyfimiz o biçim yerinde. Çay bahçeleri, parklar, boğaz kıyıları, sokaklar… Eminönü, Sultanahmet, Mısır Çarşısı, her yer cıvıl cıvıl, her yer etten kale. Ye iç doyulmuyor zıkkım tadına havanın. Derde belâya yarım ayaklık bu uzaklık, İstanbul için de İstanbullu için de bulunmaz bir nimet. Biraz da fırsat bu fırsattır diyerek, sokakları elbirliğiyle, biz sakinler karıştırdık aslında. Yapmamalıydık belki, ama havanın da kışkırtmasıyla her şey doğal bir biçimde, göz açıp kapayana kadar gelişiverdi.

Önce kaldırım taşlarının üzerine naylonlar serildi, üzerlerine sıra sıra kitaplar dizildi, ardından zerzevat kasaları ters çevrildi, ağaç diplerini, apartman köşelerini, bir anda içi ıvır zıvırla dolu seyyar tezgâhlarla doldurduk. Kendi evinin önüne koyduğu hasır sepette, incecik tığlarla örgüler örüp oracıkta sergileyen kadınlar, bir taraftan ev ödevini yapıp öte taraftan sakız satan çocuklar, sokak ressamları, çiçekçiler, simitçiler, baloncular, oyuncakçılar derken, ortalığı bayram yerine döndürüverdik.

Ne olduysa işte tam o karışıklığın içinde oldu. Köşede, kendinden büyük darbukasını bacaklarının arasına sıkıştırmış neşeyle çalan, ayakları çıplak Çingene çocuğu, minicik kara ellerini dümbeleğin meşinine patlatırcasına vururken ve sözü yazılmamış yanık bir melodiyi ikide bir ortasından kesip, dudaklarının üstüne düşen sümükleri diliyle yalayarak, sonra gene kaldığı yerden "Ley ley ley" diye haykırırken…

Ki ben o ara, ceplerimi karıştırıyor, çocuğun taşa açtığı kâğıt mendile bırakmak için birkaç bozukluk aranıyordum. İşte tam o an, arkadan omzuma çarptılar ve beni kendi eksenimde 360 derece döndürerek yanımdan geçtiler. Dört kişiydiler. Kumaşları ütülenmekten parlamış pantolonlarının üstüne, yakaları erimiş beyaz gömlekler giymişlerdi.

Dördü de solgun yüzü, çukura kaçmış gözleriyle, bir bavul kitabın önünde duran, püf desem yıkılacak sıskacık bir oğlanın üzerine çullandılar. Kollarını arkaya kıvırıp, kelepçelediler onu. Dişlerini dillerine geçirip, vurdukça öfkeden deliye dönerek, öfkelendikçe vurarak, oğlanı yumruklamaya başladılar. Bir yandan da "Yürü, olay çıkarma!" diye bağırıyorlardı. "Siviller" gene adam topluyorlardı.

Olanı biteni seyyar tablaların, yere serilmiş naylonların, tekerlekli küçük arabaların önünde sessizce seyreden kalabalığın içinde, "Yürü lan o…pu çocuğu!" diyerek, oğlanı saçlarından arkaya yatırıp beyaz bir minibüse sokmaya çalışıyor, bir taraftan da iştâhlı gözleri kalabalığın üzerinde, "Diğerlerini de toplayalım, kaçmasınlar!" diye bağırıyorlardı. "Siviller" gene insan avına çıkmışlardı.

Tam o sıra oğlan, "siviller"in eline düşmüş birinin asla yapmaması gereken bir hata yaptı ve "komiserim, amirim türü herhangi bir hitapla başlamayan, yaltaklanmayan, yakarmayan düz bir sesle "Kitaplarımı da alayım" dedi.

O üst başla, o meyve kurusuna dönmüş solgun suratla, söylemeye cesaret ettiği bu tek cümle, ortalığı iyice karıştırdı. "Kitabını s…erim senin!" deyip, bavulu hırsla tekmelediler o yüzden. Bütün kitapları etrafa saçtılar. Oğlan, dört bir yana dağılan kitaplara üzgün üzgün bakarken, dayanamadım, eğilip toplamaya başladım. "Nereye götürüyorsunuz onu?" diye de, gayrı ihtiyari sordum. Sormaz olaydım.

İçlerinden biri işaret parmağını sallayarak üstüme yürüdü ve göğsümü dürtüp, tıslayarak "Sana ne, sen karışma!" dedi.

"Neden kelepçelediniz?" diye direttim bu kez. Ok bir kere yaydan çıkmıştı. Aynı elini yumruk yapıp gene göğsümü dürttü. "Sana ne lan!" diye herkesin duyabileceği yüksek bir sesle bağırdı. Bakışlarında bir krallık, ciğerini sökerim senin diyen bir meydan okuyuş vardı.

"Çek elini! Ne yaptı o? Neden kelepçelediniz?" dedim o zaman işte. Ben öyle der demez gözleri yuvalarında döndü, aç, kudurgan, saralı bir erk hırsıyla burnuna kadar köpürdü. Eli tabancasına gitti, çekti çıkardı ve görebilelim diye elini havada birkaç kere salladı. Diğerleri de onu taklit ettiler.

Korku saçan bu çılgınlığın içinde, kalabalık sessizce birikmiş beklerken, tedirgin, kıpır kıpır, karanlık bir daire hepimizin üzerine ağır ağır kapanırken, silâhlarını doğrultarak "Dağılın lan. Ne bakıyorsunuz? Sen de çek arabanı! Yürrü!" diyerek bağırdılar.

Oğlan o hengâmede takılıp düştü, çenesi kaldırıma çarptı, kanadı. Yüzlerinde bıçak gibi bir sırıtışla, eğilip yerden kaldırdılar.

"Ne yaptı o?" diye sordum yeni baştan. Aynı sırıtışla, dönüp baktılar ve "Korsan kitap satıyor." diyerek oğlandan ellerine bulaşmış kanı, içlerinden birinin ütülenmekten parlamış pantolonun kıç cebinden çıkardığı mendile, silmeye başladılar. Oysa kitaplara hiç bakmamışlardı.

Baksalardı kapakları kıvır kıvır, yaprakları okunmaktan ezilmiş, cümlelerin altı kalemlerle çizilmiş, sayfa kenarları notlarla dolu bu eski kitapların, neresi korsan derlerdi. Halbuki onlar, "Dağılın lan, hepinizi tıkarım içeri!" dediler ve kalabalığı yararak, beyaz minibüse doğru uzaklaştılar. Kısa günün kısa kârına razı gelmişler, kalabalığa dişlerini geçirememişlerdi.

Onlar minibüse binip giderken, bizim ülkemizde insan götürmenin hâlâ ne kadar kolay olduğunu düşündüm. Aşağılanmak, dayak yemek, keyfi yere sorgulanmak alışık olduğumuz şeyler de, götürülmek bu kadar kolay olmamalı. En azından şimdilerde.

Eski dönemlerde sokak ortasından siyasî sebeplerle alınan insanlar, yaka paça arabalara tıkılırken, avaz avaza kendi isimlerini, irtibata geçilebilecek tanıdıklarının isimlerini haykırırlardı kalabalığa.

O kalabalığın içinden biri, insanlık namına onların götürüldüğünü tanıdıklara haber versin ve böylece izleri sürebilsin diye.

Çünkü sokak ortasından ansızın "götürülen" herhangi birinin izini sürmek, kolay değildir ve faili meçhuller genelde bu şekilde götürülen insanların arasından çıkar. Olay, onlarca belki yüzlerce kişinin gözleri önünde olmuştur ama insan tanımadığı biri için tanıklık edemez ve onun akıbetini fazlaca merak etmez. Sorup soruşturmaz da, nasılsa bir suçu vardır der ve yoluna devam eder. Peki bu ülkede yalnızca suçlular mı götürülür demeyi akıl etmez nedense.

Polis olup olmadıklarını kendilerini tanıtma zahmetine girmedikleri için ilk bakışta çözemediğimiz birilerinin, insan toplama sebepleri değişse de, aynı geleneği hâlâ sürdürüyor olması ve götürdükleri insanların başına neler gelebileceğinin hâlâ şansa kadere kalması, içimi yaktı gene.

Bu dibi görünmez karanlık çukurlardan gelip, insanı ilmek ilmek onurundan, huzurundan, insanlığından söken korku… Bu demin omuz omuza duran insanları bir anda sindirip, hüzünle dağıtan, açıklamasız, destursuz, hukuksuz, nifâk tohumu gibi kuşatma… Bu kendi insanına av gözüyle bakan zihniyet… Bu kalabalıklarla aynı pantolonu, aynı gömleği giyen ama o aynılıktan tiksinen adamlar…

Kim bu adamlar, kimin adamları?

Darbukacı çocuk darbukasına sımsıkı sarılmış, ürkekçe paçama yapışmıştı. Mendili hâlâ yerde, içine birikmiş birkaç madeni parayla öylece duruyor, demin diliyle yaladığı sümükleri, şimdi bir karış açık ağzının içine akıyordu. Kafası keçe gibiydi. Saçları tutam tutam yapışmıştı. Kafatası yarıklar, delikler, gizli karanlık bir dilin sembolleriyle yazılmış uğursuz bir takım yazılarla doluydu. Ben o yazılanları okuyamıyordum. Okursam çarpılacağımdan korkuyordum.

Cevdet Paşa ne kadar haklıymış, meğer İstanbul'un havasını ne doğru tahlil etmiş. Rüzgâr, birdenbire poyraza dönüp, ansızın sertleşebiliyor. Bize de kala kala bu pisliği, o rüzgârın bile temizleyemeyeceğine dair, derin bir üzüntü kalıyor.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

93
Derkenar'da     Google'da   ARA