Patronsuz Medya

Kanlıca'nın yalnızları

Deniz Türkoğlu - 25 Mayıs 2010  


Kanlıca'nın ıssız zamanları. İkinci köprü yüzünden sahil yolu kapatılmış. Trafik, Kavacık üzerinden işliyordu.

Üsküdar-Beykoz dolmuşunun yolcuları, Kanlıca'ya gitmek için sahil yoluna girmeden, yeni açılmış yan bir yola sapıyor, dik sırtları tırmanarak Kavacık'a çıkıyor, ormanın içinden geçerek yeniden Kanlıca'ya, sahile epey uzak bir yere bırakılıyorlardı. Dolmuş, bozuk toprak yolda oflaya poflaya yukarılara çıkarken, freni tutmaz gibi son sürat aşağılara düşerken, yolcular şaşkınlıkla etrafı seyrediyorlardı.

"Bakın hele, buralarda da hayat varmış."

Ormanın içinde, ağaçların altına yayılmış tek katlı evler; ekili biçili bahçeleriyle, kümes hayvanları, keçileri, koyunları, inekleriyle, yemyeşil büyük bir orman köyü gibi görünüyordu. Böyle bir yerde yaşamak, çoğunun özendiği bir şeydi. Bu doğa, bu evler ve bu hayatlar üzerine yol boyunca hikâyeler anlatılıyor, eski günlere gidip geliniyor, tam neşelenip coşulmuşken, herkese bir hüzün çöküveriyor, velhasıl birkaç seneye varmaz, ne bu evlerden, ne bu yeşillikten hiç bir şey kalmayacağı fikrinde herkes birleşiyordu.

Her sabah işe giderken ve her gece işten dönerken, o sohbetleri dinlemek; yarım saatliğine de olsa şehrin çoktandır unuttuğu bir tenhalığın içinden geçmek; neredeyse dokunulmamış, neredeyse sahipsiz, huzurlu, sessiz, bu harikulade loş güzelliği solumak; hoşuma gidiyordu.

Her sabah işe giderken ve her gece işten dönerken, aynı sekizlik dolmuşta, bazen aynı koltukta yan yana oturduğumuz, Kanlıca'nın en güzel kızıyla birlikte geçiyorduk o yolları.

Birbirimizle hiç konuşmuyorduk. Bir kere bile selâmlaşmadık, bir kere bile göz göze gelmedik. Ama bir tek ikimiz iniyorduk Kanlıca'da.

Diğer yolcular, Üsküdar'da binip Paşalimanı, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kuleli, ya da Kandilli'de birer birer iniyorlar, kalanlar da Çubuklu'ya, Beykoz'a kadar gidiyorlardı.

Sanki sessiz bir anlaşmayla sıraya koymuştuk şoföre seslenme işini. Bir gün o diyordu, ertesi gün ben. "Sağda müsait bir yerde ineyim."

Ama ilk o üstlenmişti bu görevi. İlk gün yeni yola alışamadığımdan ve şoförün "Kanlıca yolcuları kalmasın" diye bağırdığını duyduğum halde anlayamadığımdan, az kalsın Çubuklu'ya kadar gidecektim.

İnmiş, dolmuşun kapısına yapışmış bekliyordu. Hepimiz ona bakıyorduk. Şoför "Kapıyı kapatın da gidelim" deyince, dolmuşun içine eğildi ve bana "Siz de Kanlıca'da inecektiniz" dedi.

Önümde, bir yerlere yetişircesine hızlı hızlı yürüyordu. Aradaki mesafeyi açabilmesi için ağırdan alıyordum ben de. Paketi çıkarıp bir sigara yakıyor, sokağın ortasında durup boynumu kırtlatıyor, havaya bakıyor, oyalanıyordum.

O, sahile inen yolun tam köşesine gelince, hep aynı şeyi yapıyordu. Birden arkasına dönüp bakıyor, onu takip edip etmediğimi görmek istiyordu.

Etmiyordum işte. Köşeyi dönsün, sahile, ışıklı yola çıksın, gözden kaybolsun diye bekliyordum sadece.

Ama sahil yolu, deniz kenarı, Osmanlı'dan bu yana belki de ilk kez böylesine ıssızdı. Ne bir araba, ne bir insan, in cin top oynuyordu. Hele geceleri, işten döndüğümüz kış geceleri, uzayıp giden kıyı boyunca göz alabildiğine boştu, bomboştu. Evlerin ve ağaçların ürperti veren gölgeleriyle, denizden gelen yakıcı ayazla, suyun üstünde hızla kayan şekilsiz karanlık bir akıntının asfalta vuran azgın dalgalarıyla, çok korkutucuydu.

Korkuyordu. Dönüp dönüp arkasına bakıyor, hâlâ orada mıyım diye kontrol ediyordu. Bir şey olmaz diyordum içimden, korkma, buradayım.

Ertesi sabah gene aynı saatte, aynı yerde Üsküdar dolmuşunu bekliyorduk. Gecesine gene aynı dolmuşa biniyorduk. Birkaç kez gelmediği oldu. Belki dolmuşu kaçırmıştı. Birkaç kez de ben gitmedim. Zaten işi de sevmiyordum, çalışmak içimden gelmiyordu.

Yaza doğru, havalar ısındıkça, günler uzadıkça, arkasına eskisi kadar bakmaz oldu. Sahil yolundaki esnaf dükkânların önüne sandalyeleri çıkarmaya, kahveler masalarını yığmaya, evler kapı baca açmaya başladı. İnsanlar sokağa taştı. Geleni geçeni seyretmeye koyuldular.

O, başı önünde sanki bir yerlere yetişecekmiş gibi, sanki birileri onu kovalıyormuş gibi, hızlı hızlı yürüyüp, önüm sıra neredeyse koşarak gidiyordu. Ben artık ağırdan almıyordum. Ben de hızlanmıştım. Başka türlü yetişemiyordum.

Onun yürüyüp geçtiği yerlerde insanlar aralarında konuşuyorlardı. Kimisi mankenmiş diyordu, kimisi yollu olduğunu söylüyordu, kimisi ne iş yaptığını bilmiyordu ama tahminlerin hepsi birbirinden kötüydü. Her şeyi duyuyordum.

Kimse lâf atmıyordu ama, o geçerken herkes yaptığı işi bırakıyor, konuşuyorsa susuyor, çirkin bir sırıtışla inceden inceye her yerini süzüyorlardı.

Hele, camiinin yanı başındaki dükkânda bakkaliye işleri yapan, yaşlı başlı torun torba sahibi Hacı Rüstem'i bu arsız adamların arasında görmek, canımı iyice sıkıyordu.

Sanki camiinin yanında dükkân sahibi olanlar ardan namustan yana temiz olmak zorundaymışlar, sanki hacca gidenlerin hepsi pürü pakmışlar, sanki yaşlı başlı torun torba sahibi olmak iyi yürekli olmaya yetermiş gibi, Hacı Rüstem'e fena içerliyordum. Bir yaz gecesi, Hacı Rüstem'in, "İşte bunun gibiler insanı dinden imandan eder. Böyle taze yaşta, böyle her yanı açık, böyle erkeksiz, sahipsiz, orta yerlerde dolanıp durur, insanı günaha sokarlar." dediğini duyunca, sanki kalbimden vuruldum.

Hacı Rüstem, "Yakınlarda birilerinin kucağında görürsünüz bunu." derken herkes birbirine sırıtarak bakıyor, gülüşüyordu. Allahtan o bunların hiç birini duymuyordu.

Kanlıca'nın o canım kıyı mahallesinde günde iki kere ortalık karışıyor, sonra duruluyordu.

Bir akşam üstü elinde koca bir paketle dolmuşa bindi. Paketi hem taşıyamıyor hem de dolmuşun içine sığdıramıyordu.

Yardım ettim. Yanıma oturdu. Utanarak teşekkür etti. Paketi ikimizin kucağına yerleştirmiştik. Sormadan söyledi. "İçinde araba var."

Şaşırdığımı görünce, "Oyuncak araba." dedi. Gülümsedi. Kağıdı köşesinden biraz yırtıp gösterdi. "Kırmızı, oğlumun en sevdiği renk."

Afallamıştım. Öylece bakakalmıştım. Kendi ağzımdan çıkan soruya inanamadım. "Oğlunuz mu var, ama nasıl olur?" Kendime gelip şaşkınlığımı örtmeye çalıştım. "Yanınızda hiç görmedim de."

"Birlikte değiliz. Onu babası aldı. Çok küçük daha, henüz 1,5 yaşında. Bana göstermiyorlar. Onu çok özledim." dedi ve sırtını dönüp dolmuştan dışarıya bakmaya başladı. Bir taraftan göz yaşlarını kimseye göstermeden silmeye çalışıyordu.

"Ama neden?" diye sordum. Öylece kesmesini istemiyordum. Üst üste, defalarca sordum. Dolmuşun ön tarafında oturan yolcular, dönüp bana baktılar. Sonunda duyulur duyulmaz bir sesle, "Öldü." diye fısıldadı.

O gece canım peşinden gitmek istemedi. Ayaklarımı sürüye sürüye yürüyor, kıyıya indiğimde, sahil meyhanelerinden birinde kafa çekmenin hayalîni kuruyordum.

Tam o an tiz bir kadın sesiyle ortalık çınladı. Köşeyi döndüğümde onu, Hacı Rüstem'in karşısında avaz avaza bağırırken gördüm.

"Ne istiyorsunuz benden? Kimsenin kucağına oturmayacağım, senin kucağına da oturmayacağım yaşlı şeytan, boşuna bekleme. Hayatta kalmaya çalışıyorum. Sesim çıkmıyor diye, güçsüzüm diye, beni parçalamaya çalışmayın. Siz önce pis nefislerinize söz geçirin. Kimsem yoksa ne olmuş, gençsem ne olmuş, sizin gibi kötü değilim ben, o biliyor!" dedi ve beni gösterdi.

O geçerken artık kimse yüzünü çevirmiyor, gözünü dikip bakmıyor, Hacı Rüstem dışarıdaysa dükkânın içine kaçıyordu. Yeni biri taşınmıştı mahalleye. Dul bir kadın, sarışın, mavi gözlü, yaşlı anasıyla birlikte yaşıyordu. Çalışmıyordu, kapalı perdelerin ardındaki küçük evden neredeyse hiç çıkmıyordu. Sokağa çıktığı seyrek zamanlarda, başının örtüsünü sıkı sıkı bağlıyordu. Bazen çarşıda alış veriş yaparken rastlaşıyorduk. Kafasını kaldırıp kimseye baktığı yoktu. Hacı Rüstem'in kaşı gözü, uzaktan uzağa yeniden oynamaya başlamıştı. Etrafına topladıklarına fısır fısır bir şeyler anlatıyordu.

Her sabah işe giderken ve her gece işten dönerken, aynı sekizlik dolmuşta, bazen aynı koltukta yan yana, gene hiç konuşmuyorduk. Selâmlaşmıyorduk. Göz göze gelmiyorduk. Sonra ikinci köprünün yapımı bitti. Sonra yol açıldı. Sonra boğaz kıyıları dayanılmaz kalabalıklara, durulmaz gürültülere boğuldu. Sonra o, ortadan birden bire kayboldu.

Yorumlar

Gece vaktiydi, inceden saran bir depresyon damarlarıma girdi girecekti. Derkenar da Deniz Türkoğlu'nu okuyunca nasıl hoşuma gitti bir derinlik bir genişlik verdi. Evet dedim ihtiyacım olan bu derinlik ve genişlik.

Kanlıca, köprünün ayağı. O zamanların inek beslenen Kavacık bölgesi şimdi Plazalar muhiti. Ve 40 yıl boyunca canlı bir tarihe tanıklık etmek. Bir şehrin gözünün önünde büyümesi, gelişmesi, zenginleşmesi, ama sağında solunda derin yaralar açılması.

Sırtı derin oyuklar ve sivilcelerle kaplı, bacaklarından birisi diğerinden daha ince bir güzel kız gibi düşündüm İstanbul'u. Hiç de kara kaşlı, kara gözlü bir Türk kızı gibi gelmedi bana… Daha çok hüzünlü, yeşil gözleri yerde, az da utangaç bakan, uzun saçlı, uzun boylu bir Balkan ya da Trakya kızı gibi geldi bana şehir. Hani, tarif edilecek olursa, seni alıp götüren sarmalayan bir tatlılık yanında bir de hüzün var gibi bir his.

Şarkı söylerse de bu kız sanki çok neşeli şarkılar değil de yavaş ama içe işleyen Balkan ezgileri söyler gibiydi. Mayadağ'dan Kalkan Kazlar ya da Sarı Manolim ya da Hastane Önünde İncir Ağacı ya da Alişimin Kaşları Kara türkülerinden birisini söylerdi bu kız…

Kimbilir Kanlıca'nın gururlu ve yalnız güzeli hangi şarkıları söylerdi? Kısık sesle…

Ahmet Faruk Yağcı - 26 Mayıs 2010 (14:48)

Istanbul'u hiç böyle okumamıştım. Benim o şehre gözlerimi açışımdan çok seneler öncesini okumak ayrı bir tat bıraktı damağımda ve böylesi bir öykü hiç bu kadar yalın sunmamıştı şehrimi bana. Teşekkürler Deniz Türkoğlu. Benim gibi bir yeni yetmeye böylesi enfes bir on dakika yaşattığınız için.

Syhzmbk - 8 Haziran 2010 (13:40)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

57
Derkenar'da     Google'da   ARA