Patronsuz Medya

İlk sevgili Beşiktaş'ta beklemiyor

Deniz Türkoğlu - 9 Şubat 2011  


Abbas, Cahit Sıtkı'nın ilk sevgilisini Beşiktaş'tan getirdi mi?

Getirmedi.

Abbas'a kalsa, rakının ikinci şişesini bile getirmezdi Cahit Sıtkı'ya.

Kötülükten değil. O Cahit Sıtkı'nın lamba ciniydi ya, bir dudağı yerde bir dudağı gökte koca deviydi. Kimine göre emir eriydi. Dostuydu asıl, işte o yüzden getirmedi. İnsan hiç biricik dostu dur durak demeden içsin ister mi? İstemez herhalde. Sanırım o da istemiyordu.

Galiba biraz da tutucuydu. Düzen seven insanlar, dediğim dedik olur. Demekle olmayacağına da, nedense hiç aldırmazlar.

"Abbas, bir şişe daha aç" diyordu Cahit Sıtkı ona. O da hep aynı cevabı veriyordu. "Açmam. Çok içtin. Yeter bu kadar."

"Abbas, olmuyor ama" diye itirazlanacak olsa Cahit Sıtkı, "Olur, olur. Pek de güzel olur" deyip lafı ağzına tıkıyordu. "Abbas, getir şu şişeyi" diye üsteliyordu Cahit Sıtkı mutlaka. "Sana şişe falan yok. Topla pılını pırtını, evin yolunu tut. Evdekiler yolunu gözler. Pazar içindeki tatlıcıya yetiş kapanmadan. Yarım kilo fıstıklı burma sardırırsın. Sonra bir de acı kahve yaptırırsın. İçerken ayılırsın" deyip, kestirip atıyordu eminim. Bir kere Nuh deyince, Peygamber demiyordu artık. Böyle olur Abbaslar.

Halbuki Abbas, dostunun iç dünyasındaki zaman kavramının, dışarıda akıp giden telâşlı dünya zamanından ve onun korkunç hızından hiç etkilenmediğini bilse, onun nicedir kalbinde taşıdığı durmuş bir saatle dolaştığından haberi olsa, bir sandalye çeker yanına otururdu.

Zamanın olgunlaşmasına izin veren sahici bir hayatta, önce görüntülerin, sonra duyguların ve ardından düşüncelerin bir bir uzayıp derinleştiğini, boyut kazandığını, canlanıp varlığa dönüştüklerini izler, zamanın geçmişten ve gelecekten koparıldığında, yalnızca anın daracık somutluğunda yaşandığında nasıl da boşaldığını, nasıl da anlamsızlaştığını, yeniden hatırlardı.

Belki bunu bir kere hatırlamakla, zamanla arasındaki ilişkinin samimiyetsizliğini de kavrardı. Zamana karşı sevgisizdi. Kalabalık caddelerde sarsıcı gürültülerle giden bir motosiklet sürücüsü gibi, bütün dikkatini motorun üstünde geçen o tek anın bencil, esrik, kaygısız şimdisine vermişti.

Aklını kuşatan bu gerilimli dikkat, onu geçmiş ve gelecekten boşaltan bir hızla yalnızca asfalta odaklıyor, şimdiden ve kendinden ötesini düşünmesine izin vermiyordu. Giderek çarpık bir bakış açısı edindiğini, gözünü önündekileri geçme, sollama hırsının bürüdüğünü ve o hız yüzünden çevresindeki her şeyin, olayların, mekânların, insanların uzun bir çizgi kadar anlaşılır kaldığını sezemiyordu.

Eğer sezebilseydi, belki birdenbire dururdu. Durup, biraz da gelecekleriyle karşılaşmayı göze alamadıkları için geçmişlerinden yarışırcasına kaçan, peşine takılmış diğer hız tutkunlarının, onu sollamasına izin verir, onların uçarcasına gidişlerinin ardındaki çarpıcı fakat hazin hafifliği gözler, zamanın ağırlaşmasına dayanamayan zavallı ruhlarının, çirkin telâşlar içinde bir ömür boyu boşu boşuna çırpınacak oluşuna acırdı.

İşte o zaman Cahit Sıtkı, Haydi Abbas, vakit tamam, al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan der demez, fırladığı gibi soluğu Beşiktaş'ta alırdı.

Ama Abbas'ın ne zamana, ne de onun damıtıldığında aşka dönüşebilen simyasına aldırdığı vardı.

Aslında bu iş oluruna bırakılabilirdi, ama ben, Beşiktaş İskele'ye uzak bir tepeden bakan Harem'deki yazlık evde, o soğuk kış gecesinde, ısınmak için odalar arasında dolaşırken hep aynı şeyi düşünüyordum. Takılmıştım. Kırık plâk gibi dönüp duruyordum.

Abbas, Cahit Sıtkı'nın ilk sevgilisini alıp getirseydi, önce onun hayatında, sonra Abbas'ın, sonra herkesin, hepimizin hayatında derece derece yükselecek hakiki sıcaklığın peşine düşmek dururken, asfalttaki beyaz çizgi üzerinde ruhunu hızlı sürenlerden biri olmayı kendime yediremiyordum. Meselemin aslı astarı budur işte.

Sonunda dayanamadım. Alelacele giyinip, sokağa çıktım. İskeleye indim.

Üsküdar belediyesine ait bilet gişelerinden yalnızca birinin ışığı yanıyordu. Gişedeki biletçi masaya yayılmış, kollarını dirseklerinden bükmüş, başını ellerinin arasına almış uyukluyordu. Sırtına üst üste paltolar geçirmiş, kim bilir nasıl üşüyordu. Denizin üstünde rüzgârın kabarttığı dalgalar, motorları kıyıya bir vurup bir geri çekiyordu.

Gişede uyuklayan adam madeni bir parayla cama içeriden vurup "Ne dikiliyorsun?" diye sordu. Gözleri hâlâ uykuluydu. Parayı tutan eli hâlâ omuzlarından kısık, dirseğinden ikiye katlıydı.

"Dikilmiyorum" dedim, "Karşıya geçecektim, tekne baktım."

"Olur" dedi. "İstersen sana katamaran bulalım. Arıza yapma arkadaşım, ver parayı, al bileti, hadi yürü."

Sanki kızar gibi oldum. Ama hemen hatırladım, geçmiş beni bekliyordu. Öfkem, kapalı ağızla hapşırmak gibi sessizce parlayıp, akabinde söndü. Bileti aldım, motora bindim. Motor ben biner binmez kalktı.

Beşiktaş'ın gece ışığı, her zaman Yıldız'a doğru tırmanır. Bu ışık, denizden gelenleri, açık saçık vaatlerle kandırıp, yanına çağrır. Uzaktan baktıkça insanda akıl bırakmaz ama yaklaştıkça toz gibi dağılıp, sessizce kayboluverir. Tıpkı sevdiğim yüzler gibi, o da önce gözümü aldı, sonra zamanla yüzleşmekten hazzetmeyenlerin kıvraklığıyla karanlığın içine kaçtı.

Zaten benim de o ışığın peşine düşmeye, iskeleden öteye gitmeye, Beşiktaş'ın karnına girmeye hiç niyetim yoktu. Sahte tutkulardan uzak yaşamayı öğrenmiştim. Tuzaklara yakalanmadan yürüyebileceğim kestirmeleri, haritalarda gösterilmeyen gizli geçişleri ezberime çekmiştim.

Tekne, kıyı dalgalarını yararak iskeleye yanaştı. Birkaç yorgun gece yolcusu önüm sıra karaya çıktılar. Taksilere bindiler. Işıklara doğru kayarak uzaklaştılar. Kıyıda ışıklara doğru kayarak uzaklaşmaya hazır boş taksiler ve Üsküdar'a geçmek üzere bekleşen boş teknelerden başka kimse kalmadı.

Bir ben vardım. Duruyordum. Bekliyordum. Erken gelmiş olmaktan ya da büsbütün geç kalmaktan yana hiç bir korkum yoktu. Biliyordum. Gelecekti, geliyordu.

O, Cahit Sıtkı'nın ilk sevgilisi, birazdan karanlığın içinden çıktı ve uzun topuklu adımlarıyla şıpırdayarak yanıma yaklaştı.

Benim de tıpkı diğerleri gibi, bütün dikkatimi zamanın yalnızca somut bir saniyesinin içinde tutabildiğimi anlamış, ceviz kadar sert fakat onun kadar bile büyük olmayan sürekliliğimin acınası sınırlarından, kuruluğundan, fakirliğinden adeta utanmıştı. Ama beni gözüme inmiş bu karanlık perdelerden bir tek o kurtarabilirdi. Öyle olmasa gelmezdi.

İnsan, her şeyin üstünü açan güçlü ellerinden ürperiyor, korkuyordu. İkimiz de hiç yaşanmamış yılların içinden fırlamıştık, ikimiz de o anın yabancısıydık. Benim onun gözlerine bakmaya cesaretim yoktu. Onun daha fazla beklemeye sabrı yoktu.

Sarıldı bedenime. Derimi, kaslarımı, kemiklerimi güçlü bir elektrik akımıyla dolaştı. Damarlarımı, sinir uçlarımı, bütün hücrelerimi bir bir yaktı.

Nefesi uzayı kaplayan boşluğun içine kadar doldu. Durdu. Ağır bir makinenin sarsıcı homurtularıyla soluyordu. Derin bir nefesle yokladım kendimi, sonra da neyim varsa, olduğu gibi onun haşin rüzgârına bıraktım. O teker teker kabuklarımı soyarken çevremde dönen uzun topuklu şıpırtılarını dinlemeye koyuldum. Duyamadım. Gözlerimi açtım.

Taksi şoförleri çevremde toplanmış, gülüşüyorlardı.

Kendimi gelir gelmez sesimi ayarladım ve en ciddi halimi takınıp kibarca sordum.

"Demin burada bir… Bir… Hani açıyor, soyuyordu, gördünüz mü onu, nereye kayboldu?"

"Sen ayakta uyurken bizim 124 onu götürdü. Beraber daha sıcak bir yere gittiler" dedi içlerinden biri. Diğeri "Yok lan" dedi, "Murat 124'le değil, Herr Mersedes'le gitti." Sonra da kahkahayı bastı.

Doğrusu bunu hiç beklemiyordum. Böyle sonlanabileceğini hiç düşünmemiştim. Hem ben onu Cahit Sıtkı'ya götürecektim…

Yorumlar

Beşiktaş'ın gece ışığının Yıldız'a doğru tırmandığını ve yanına gidince dağıldığını ufak bir çocukken farketmiştim. Halen motora her binişimde bunu düşünür ve görüntüyü kafama kazımaya çalışırım. Çok İstanbul, çok bildik. Yazının anlamına değil de bu cümleye takılmam neden acaba?

Ahmet Faruk Yağcı - 10 Şubat 2011 (22:09)

Yazınız beni, bir vaftiz töreninin; topuğundan sallandırılan çocuğuna çevirdi. İçinde İstanbul olan bir masalın içine sokup, çıkardı. Çıktığımda hayatın, çıplak tenimi ürperten soğuk esintisiyle yüzleştim. Vurucuydu; son… Üşüdüm.

İlk bölümde ise Abbas'la çilingir sofrasını kulup, horozun sabah şarkısına kadar konuşulacak bir derin felsefe vardı. Sahi zaman nedir?

Tebrikler, Deniz Türkoğlu.

Dağhan Dönmez - 12 Şubat 2011 (12:42)

İçimizden süratle ve telâşla gelen hayatı tüketme hissinin, motor üzerindeki "şimdi" olması mükemmel… Oysa herkesin telâşla koştuğu yerde "durmak" ne muazzamdır… İstanbul için bazen Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçen bir teknede, bazen bir otobüs durağında, bazen de trafik ışıklarındadır durmak, görmek, gökyüzündeki kuşları fark etmek ve özgürlük böyle bir şey olsa gerek diye düşünmek, güneşi bile o duruşlarda fark eder İstanbul…

Bana Turgut Uyar'ın 'Göğe Bakma Durağı'nı hatırlattı;

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım…

Bu güzel yazı beni ordan oraya savurdu, öyle ki Cahit Sıtkı'dan Turgut Uyar'a nereden vardım bilemiyorum… Hikayedeki Cahit Sıtkı öyle edebiyat derslerinde tanıdığımız sadece ölümü düşünen adam değildi sanki ve elbette değildi… İlk sevgili onu orada beklemiyordu ama tıpkı beşiktaşın yaklaştıkça kaybolan ışık serabında, koşuşturulan bir yerlerde kaybolmakla meşgüldü… Samimiyetle teşekkürler Deniz Türkoğlu…

Deniz Suvaçoğlu - 12 Şubat 2011 (22:36)

Haydi Abbas vakit tamam
Akşam diyordun işte oldu akşam
Kur bakalım çilingir soframızı
Dinsin bu kalp ağrısı

Cahit Sıtkı Tarancı'nın gerçekten meyhaneci Abbas'a yazdığı şiirdir. Kendisi Abbas isimli meyhaneciye gelir,erkenden içmeye başlarmış. Bir gün yine meyhaneye gelmiş ve bu şiiri yazmış.

Kaleminize sağlık sayın Türkoğlu, lezzetli bir yazı olmuş.

Melahat Erdoğan - 12 Nisan 2011 (11:31)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

62
Derkenar'da     Google'da   ARA