Patronsuz Medya

Kurt Cobain ve Sylvia Plath

Çamay Özalp - 23 Ocak 2001  


Geçen gece NTV'de Kurt Cobain belgeseli vardı.

Ben hiç Nirvana dinlemedim. Cobain hayranı da değilim ama çok ağlattı beni.

Uçuşuverecekmiş gibi duran sarı saçların döküldüğü minik bir oğlan çocuğunun iri lacivert gözlerindeki bakış ile yüzü çökmüş ve etrafı siyah bir kalemle çevrelenmiş lacivert gözlerdeki bakış tıpatıp aynıydı. Kendinden başkasının anlayamayacağı, tasavvur edemeyeceği bir acıyla baş etmeye çalışan bir insanın yüzü idi. Öyle bir yüz ki, baktığınız an yardım edemeyeceğinizi anlıyorsunuz. Öyle bir yüz ki, çok uzaklardan bakıyor insanlara. Çaresizlik en berbat duygu. Neye çare aradığını bilememek de öyle olmalı.

İnsanlara konserlerinde, plaklarımızı almayın, konserlerimize gelmeyin diye bağıran, popüler olmayı, kahraman olmayı reddeden, rock için ölmeyen bir anti kahraman. O da başkaları için değil kendisi için çalıyordu, besteliyordu belki de.

* * *

Neyse işte aklıma bir dolu şey üşüştü seyrederken. 32 yaşında ölümü seçen bir kadın şair geldi aklıma. Yazarken kendini mahveden, yanarken kendini bitiren mum gibi içindekileri dışa vurdukça yaralanan bir kadın şair Sylvia Plath. Yaratamadığı, kapana kısıldığını düşündüğü için intihar etmiş o da.

Burda kilitlendim. 30'unu görmeden seçimini yapan çok yazar, şair, müzisyen var. Herhangi bir sonuca da varamadım bunları düşünerek.Derin bir keder var nedeni bizlere malûm olmayan, ben buna taktım işte.

Sahip olduklarımızın kıymetini bilmek gerekiyor sanırım…

Nazım'ın kadını

Epey bi dakka oldu, ekrana boş boş bakıyor olalı. Halbuki boş boş bakılan dakikalar öncesinde, siteye yeni koyduğunuz yazıyı gördüm. Aklım orda, yatmadan önce okumak istiyorum. Düşünceler, elekten geçirilen un gibi silkelenip düşüyor. Şöyle elimin iç kısmıyla çevreleyip bir araya getiremiyorum.

* * *

Nazım yılıymış ya bu yıl. Bütün gazetelerde ve televizyonlarda Nazım belgeseli veriliyor. Birkaç hafta önce bir yazı okumuştum gazetede ve çok etkilemişti beni. Bir şeyle yazmak istedim ama ne yazacağımdan bile emin değildim. Sonra bir baktım her yerden Nazım fışkırıyor. Aleme katılmayım diye yattım üstüne yazının. Ama haberdeki o kadına karşı derin bir acıma belirmişti içimde ve unutamadım. Bu gece oturdum yazdım. Yine bol mecazlı ve ağdalı oldu. Birine söylemek istedim o kadın için neler hissettiğimi, o kadar…

* * *

Bir kadın; "hayli geçkin hayli çirkin" bir kadın. Yılların attığı derin kesiklerle yol yol ayrılmış bir yüzü var. Etek uçlarından tutulup tersine çevrilmiş ve gelişi güzel atılmış bir elbise gibi dertop olmuş bedeni. Ne camiyi hayal edebilmek mümkün ne de mihrabı görmek. Aşırı makyajı ve erozyona uğrayan vücudunun artık dolduramadığı elbisesi içinde, Cats müzikalindeki Grizabella'ya benziyor biraz. Oysa sepia renkli bir başka fotografın içinden, Medea'nın yakıcı bakışlarına sahip bir çift kara göz, çelik ışıltılarla parlıyor. Maşayla dalgalandırılmış saçı ensesinde toplanmış, dudakları yukarıya doğru alaysı bir kıvrımla bükülmüş. Tepeden tırnağa istek dolu bir kadın. Her iki fotografın da aynı kadına ait olduğuna inanmak çok güç.

Kimbilir hangi "kültür-magazin" dergisinde çıkan bir röportajdan, kısa bir bölüm alarak, haber yapmış gazete. Kadın, "Nazım'ın tek ve gerçek aşkı bendim" diyor ve ekliyor "Piraye ve Münevver tavuk gibi kadınlardı. Onlar için alelâde şiirler, benim içinse bir opera yazdı Nazım" .

Haberi okuduğum andan beri tek hissettiğim ve kavradığım, bana bildik gelen derin bir acı ve acıma duygusu.

Nazım'ın hayatına girdiği her kadın, O'nun tek ve gerçek aşkı olduğunu düşündü. Aşkı yaşadıkları anda öyleydi, o an için haklıydılar belki de. Bir süre sonra anladılar aşk karşısındaki yenilgilerini. Hepimiz icin geçerli bu, sadece Nazım, Piraye, Münevver ya da Semiha için değil. Aşk'ın, üç harflik bir kelimeye sığmayacak kadar sınırsız, tek bir yüreğe hapsedilemeyecek kadar özgür olduğunu kabullenmek kaç kişi için kolay olmuştur. O birçok kadından kimisi suskunluğunu hep korudu. Belki kırgındılar, kızgındılar, belki de "hiç kimsenin bu kadar sevilmeyeceği ve bu kadar sevemeyeceği" bilgisiyle mutluydular.

Susmayanlar içinde, yenilgiyi ve bir daha asla kazanamayacağını yüreğinde hissetmiş olan birisi var. O fotograftaki Medea bakışlı kadın bu. Ovidius'un söylediklerini hatırlatıyor bana;

Ne yavrularını emziren bir arslan
Ne görmeden üstüne basılan bir yılan
Kocasının koynunda oynaşını yakalayan
Gözü dönen, kızan, allak bullak olan,
Başı duman atan kadın gibi
Saldırır kılıçla
Atar, atılır eline geçenle."

Yalnızlık ve kıskançlık, bu kez çelik ateşlerle parlayan korsan çengeli kılıklı sorularını, kıstırdıkları bu yaralı ruha çentiklemişler. En çok rövanşı alınmamış yenilgilerin hatırlanması ve içten içe kabullenilmesiyle boşalır cevapları bakir sessizliğin. (Bu kadar edebiyat bayıyor değil mi?)

Sanırım o kadın artık biliyor cevabını sorularının: Tek aşkı değildi o adamın. Aşkından, sevildiğinden hiç bir zaman emin olmayan ve artık geri getiremeyecekleri zamanı kendi hayallerinde yeniden ve yeniden yaşamaya çalışan tüm kadınlar gibi, umutsuzluğunun ve çaresizce saldırmasının nedeni, aslında çok uzun zamandır bildiği yanıtı bulmasından diye düşünüyorum.

Çaresiz sevda suçundan müebbete kalmış Medea, engramı başa sarmaya çalışıyor. Aşkına dair umutlarını rüyalarında, planlarını imgelerinde yaşatarak, gerçeği yeniden kurgulamak istiyor belki de.

Ah! Bellek! Senden kurtulmanın yolu yok mu?

Zihni, kıymık çeker gibi çekip aşkın süptil saflığından, çıkarıp atmanın yolu yok mu?

Michaelangelo'nun biyografisi

Hani, "madem bilgi yarışmasına katılıp, kazanacağın parayla iyi bir şeyler yapmak istiyorsun, git katıl, o parayla da sokak hayvanlarını doyur, aşılattır, kısırlaştır" demiştiniz ya…

Aslında bir yarışmaya katılmak, gerçekleştirmeyi hiç düşünmediğim bir hayal. Bilginin bedelinin para olmaması gerek. Toplayıp dağarcığına katarken sana zevk veren bir şeyi sonra tutup paraya çeviriyorsun. Üstelik "ben biliyorum" diye oraya çıkıp büyüklenmek de neyin nesi oluyor? Teke'nin ne olduğunu bilemeyecek, bir futbolcuyu bir cumhurbaşkanından ayıramayacak kadar cahil olanların cesaretine bir şey demiyorum.

Bilgi yarışmaları da milli piyango ya da loto gibi bir oyun. Onları da oynamıyorum. Büyük ikramiye bana çıksa neler yapardım hayalleri de kurmuyorum çünkü paranın satın alamayacağı kadar büyük bir hayal dünyam var:) Yine de bazı şeyler var ki sadece "yeşillerle" yapılıyor. Sokak hayvanlarının bakımının yapılacağı bir hastane yapmayı, sokak çocuklarının yaşayacakları, kendi kendilerine bakıp, üretebilecekleri, şehir içinde "bubble" lar kurmayı isterdim. Yardım, sadece bunlarla olmuyor tabii ki biliyorum. Ama o tür yardımı hayal etmem gerekmiyor ki zaten yapmaya çalışıyorum.

İşin sırrı "sevdiğin bir uğraşının olması". Yazarının, çizerinin, aktörünün, şarkıcısının ya da anadan dümdüz etiketi olmayan her insanın bir kıçı var, evet, onlar da ihtiyaç gideriyorlar. Tıpkı yaşamak için paraya ihtiyaç duydukları gibi. Ölmeyecek kadar yemek, donmayacak kadar ısınmak, ayıbını göstermeyecek kadar giyinmek ve bol su olduktan sonra, gerçek anlamda "yaşamak" paraya ihtiyacımız yok. Benim yaşamaktan anladığım üretmek. Aklıyla, duygularıyla, elleriyle, tüm varlığını katıp, yaratabilmek çabası yaşamak.

Fiziksel özgürlüğün kısıtlandığı zamanlarda bile, zihin özgürdür. İstediği dünyayı yaratıp kendini içine kilitleyiverir. Artık yasaklı olan dış dünyadır, kişi özgürdür. İnsana mutsuzluğu, durağanlık ve kısırlık getiriyor. İşlemeyen bir beyin, işlemeyen bir beden çürür tabii.

Michaelangelo'nun biyografisi okuyorum bu aralar. Kitabın adı "The Agony and The Ecstasy":)

Adamın mermere ve ona hayat vermeye olan tutkusu, sevgisi öyle yoğun ki. Hayatın özü mermerin içinde gizli sanki de her defasında o gizi ortaya çıkarmaya çalışıyor. Yemek yemiyor, uyumuyor, kazandığını mermere yatırıyor. Ne kıyafetlerinin hırpaniliği, ne de kendisi için ne düşünüldüğü önemli. Bir tek önemsediği şey var: Hayat. Ve hayat da mermerin içinde.

Michaelangelo ciltler dolusu günlük bırakmış ardında. Yani kitap sadece bir kurmaca değil. Kendi dilinden kendisi anlatıyor tutkusunu. Hissettiğimi başka türlü ifade edemememin acizliğinden gözlerim doluyor okurken.

Yeteneğine imrenmiyorum. "Kaza bakıp da tavuk kıçını yırtmaz" der babam. Ben adamın ölünceye kadar yapmaktan bıkmayacağı, tutkuyla bağlı olduğu, en iyisini yapabildiğini bildiği bir işi yapmasına imreniyorum.

Üzüntüleri gerçek, çoğumuzunki gibi zahiri değil. Sevgilimden ayrıldım, tatile gidemedim, Laila'da fingirdeyemedim diye üzülmüyor. Keskisi ve çekici kullandığı sürece mutlu, kullanamadığında kederli.

Üstelik bildiğini yontuyor. Umurunda değil diğer sanat ulemasının ne düşündüğü.

Hepimizin korkuları var. O korkuları yenemeyenler anca giderler, haklısınız:)

diYorum

 

70
Derkenar'da     Google'da   ARA