Patronsuz Medya

Sahilde bir mitomanzede

Bülent Karaköse - 19 Eylül 2014  


Bu yalancı bahar, seni her zaman yakışıklı gösteren yüzündeki gülümsemeyi söküp, içinde yeşerttiğin umutlarını da kökünden kurutmuş. Bu defa tam bir serseme dönmüşsün oğlum. Seni serseme çeviren yalancı baharın adı Melis'ti değil mi? Hayır; onun adının Melis olmadığına adım gibi eminim artık…

İçin ürperse de, kaldırım taşlarının arasından fışkırmış, ısrarla var olma çabası veren bir çiçeğe bakmaktan kendini alamıyorsun… Çiçeğin hemen yanındaki, çöp yığınının dibinde vahşice düzüşen pasaklı sokak kedilerini ürkütmeden yanlarından geçiyorsun…

Yürüme uğraşı verdiğin cadde kalabalık. Aniden karşına çıkan spastik genç, kâğıt mendillerini satmak istiyor sana. Onu daha fazla yormadan ellerindeki bütün paketleri satın alıp, seni sahile götürecek yokuşun başına geliyorsun…

Kulakların uğulduyor. Ellerinle tuttuğun başını yukarı kaldırıp baktığında gökyüzünü göremiyorsun. Bir kez daha için ürperip, yüreğin titriyor. Etrafını kuşatan dev binalar üstüne yıkılacak gibiler. Kendini zemini bozuk dik yokuştan aşağıya patlak bir otomobil lastiği gibi koyveriyorsun…

Hayatın şifresini çözdüğünü düşünen kimi filozoflar, insan kendi tarihini de, talihini de kendi yaratır, der. Eğer bu sav doğruysa talihini de, talihsizliğini de sen kendin yaratmış olmalıydın. Görünen o ki, bu yaşına kadar yaşadığın talihsizlikler senin alın terinle kazandığın yazgın olmalıydı…

Talihsizliklerinin nedenleriyle uğraşmadın hiç. Hayatında olup biten hiç bir şeyi sorgulamadın. Sorularının kafatasın içindeki eti yemesine izin vermedin. Hep kaçtın. Belki de bu yüzden yazgına boyun eğmen zor olmayacak senin için.

Yazgını bozacak ne sihirli bir değnek, ne de ilahi bir güç var artık. Unutma; hayatının katıksız, kusursuz, saf gerçeği bu. Senin gerçeğin öylesine bir gerçek ki, kaldırım taşlarının arasından fışkırmış, ısrarla var olma çabası veren arsız bir çiçek kadar hırçın; çöplüklerde vahşice düzüşen pasaklı sokak kedilerinin orgazmı kadar masum; engelli bir gencin mendillerini alman için sana yalvaran gözlerle bakması kadar romantik…

Şarap kadehlerinin, rakı şişelerinin dibini az görmedin. Bilumum uyarıcı, uyutucu, uyuşturucuyla az evcilik oynamadın. Boş vermişliğinin krallığında bunların müptezeli olmasan da her birinin verdiği hazzı, neşeyi, sarhoşluğu ve sefilliği yaşamışsındır.

Kadınlar da geçti hayatından; hani, yatağındaki çarşafları yırtan, yüreğindeki kirleri pasları temizleyen. Canını az acıtmadı değiller, ama sen de az kanatmadın onları. Çoğuyla barıştın, çoğuyla hesaplaştın, birçoğuyla da ödeştin. Ömür boyu görüşmemecesine vedalaştıkların da var aralarında, ama hiç birini öldürüp, yüreğindeki yaralara gömmedin…

Seni her defasında hüsrana uğratan menfaatperest sahte dostlarını anımsatmama gerek yok. Onların, ruhunda yarattığı tahribatı birer madalya gibi göğsünde taşıyorsun zaten. Bu hamallığına hiçbir zaman bir anlam veremedim. Umarım birazdan, yani sahile vardığında, göğsünde pas tutmuş bu madalyaları söküp savurursun başıboş esen rüzgârlara…

Yokuşu kesen ana caddeye vardın. Ayakların hızını kesmedi. Yayalar için çizilmiş yatay beyaz çizgilerin üzerinden yürüyorsun. Az sonra karşıdaki kaldırıma varacaksın. Ağaçlıklı yolu geçtiğinde sahil seni deniziyle, rüzgârıyla, martılarıyla kucaklayacak…

Yanılmıyorsam on beş ay önceydi. Bu ağaçlıklı yol hem ilk buluşmanıza, hem de onun sana söylediği ilk yalanlara şahitlik etmişti. Melis, anne ve babasının ellerinden en son beş yaşındayken tutup yürüdüğünü ve o günden sonra babasını bir daha hiç görmediğini, pavyonlarda dansözlük yapan annesinin onu bir süre sonra üç çocuklu muhafazakâr bir aileye evlâtlık verip, ortalıktan kaybolduğunu soğukkanlılıkla anlatmıştı. İçin 'cız' etmişti. Ona bu acıklı hayat hikâyesini bir nebze unutturup, kafasını dağıtması düşüncesiyle pamuk helva alıp, vermiştin. Melis o an için yüzüne çocuksu buruk bir sevinç düşürüp, babasından sonra kendisine pamuk helva alan ikinci erkek olduğunu söylemiş, yanağına bir buse kondurmuştu…

Her buluşmanızda ustaca söylediği yalanların ardı arkası kesilmemişti; babasının cezaevinde bıçaklanarak öldürüldüğünü, evlâtlık verildiği aileden baskı ve şiddet gördüğünü, eski işyerindeki müdürü tarafından bir süre cinsel tacize uğradığını anlatmış, çaresiz üzgün gözlerinle onu dinlemiştin.

Masumluk, mahzunluk, yalnızlık; Melis'in seni gerçekliğine inandırdığı sahte özgeçmişinin bir özetiydi. Anlattığı hikâyeler kimi zaman kanını dondursa da, çocukluk yıllarından beri taşıdığın yaralı yüreğinin çukurları onun masumluğunun, mahzunlunun, yalnızlığının sıcak harçlarıyla dolup, kapanıyordu. Belki de hep bu yüzden bunca zaman gizlediğin, hiçbir kadına gösterme cesareti bulamadığın sevgiyi, şefkati, sadakati fazlasıyla ona göstermiştin…

Nice zamandır işsizdin, dolayısıyla da meteliksiz.

Melis, kıt kanaat geçindiğin zor günlerinde parasızlığa isyan etmene izin vermedi. Kazancını, elindekini avucundakini seninle paylaştı hep; soğuk kış günlerinde cebindeki sigaran, sırtındaki palton, ayaklarındaki pabucun olmuştu…

Birlikteliğinizin ilk günlerinden beri senin ucuz, rutubetli otel odalarında sürünmene gönlü razı değildi. Küçük bir oda kiralaman için işyerinden avans çekip sana vermek istediğini söylediğinde, erkekliğinin onuru adına lüzumsuz, güçsüz bir tepki göstermiştin. Ama durumun ortadaydı, Melis'in tatlı dili seni kolay ikna etmişti…

Kiraladığın odada kaldığın ilk gece gördüğün kâbusu hatırlıyor musun? Hani, uçurumun kenarında çığlık çığlığa düşmekte olan Melis'i, bedeninden büyük kocaman ellerinle kavrayıp yukarı çekmeye çalıştığın kâbusu… Soğuk terler içinde uyanmış, uzun bir süre, gördüğün kâbusun etkisinden kurtulamamıştın.

Melis'le o küçük odada yaşadığınız duygusal, eğlenceli, mutlu, şehvetli an'lar yerine niçin aylar önce gördüğün bu kâbusu sana hatırlattım, doğrusu, ben de bilmiyorum; ama kâbusunun, yakın bir gelecekte yaşayacağın kötü günlerin habercisi olduğunu söylemişti medyum bir arkadaşın. Sen de ona gülüp geçmiştin. Çünkü hayatına şahane bir insan girmiş, sihirli dokunuşlarıyla yaşamındaki her şeyi değiştirmişti. Melis'in sayesinde korkularından arınmış, kötü günlerin geride kalmıştı…

Melis üvey babasından yalvara yakara üniversiteye gitmek için izin kopardığı müjdesini sana verdiğinde onun adına çok sevinmiştin ki, ardından, aslında üniversiteye gitmek gibi bir arzusunun olmadığını söylediğinde, onun adına duyduğun sevincin kursağına oturmuştu. Ani bir fikir değiştiriş değildi onunki; cin gibi akıllı Melis'in planları daha başkaydı. Hafta sonları dershaneye gitme bahanesiyle seninle daha çok vakit geçirecekti. Planları ruhunu, ellerinin ince parmaklarıysa saçlarını okşuyordu. Melis'in ıslak dudakları dudaklarına kenetlemiş, hiç bir şey söyleyememiştin. Suskunluk içinde dakikalarca seviştiniz…

Var oluş nedenini onunla özdeşleştirmeye başlamış, sana karşılıksız duyduğu sevginin, sunduğu fedakârlıkların bağımlısı olmuştun. Melis olmadan bir hiç olduğun düşüncesi seni artık huzursuz etmiyordu. Onun kollarında, anne kucağındaki bir çocuk gibi kendini güvende hissediyordun, ta ki Melis, Nilgün'ün senin eski okul arkadaşın olduğunu bilmeden 'ablam' diyerek tanıştırdığı an'a kadar. Nilgün, Melis hakkında öğreneceğin acı gerçeklerin ilk habercisi olacaktı.

Nilgün'le Melis'i caddede yan yana gördüğün güne lanet ediyorsun ama Nilgün kızgınlıkla dönüp Melis'e, "Geçen hafta sevgiline beni 'yengem' diye tanıştırmıştın, şimdi de, yıllardır bildiğim, tanıdığım kadim can dostuma 'ablam' diye yutturuyorsun. Anlaşılır gibi değil. Selma, bıktım senin bu tuhaf yalanlarından!" demeseydi, Melis'in gerçek adının Selma olduğunu öğrenemeyecek ve onun pervasız söylediği yalanların muhatabı olmaya devam edecektin.

Hafta içi olmasına karşın, sahilin kalabalık oluşuna aldırmıyorsun hiç; denizden esen ılık rüzgârla pastırma yazının keyfini çıkaran insanlara da, pamuk helva yiyen çocuklara da, denizin maviliğine de, martıların çığlıklarına da. Biliyorum, gözlerin hiç bir şeyi görecek durumda değil. Yirmi dört saattir yemeden içmeden, gözünü hiç kırpmadan onu düşünüyorsun; on beş ay boyunca fütursuzca, anlamsızca, ahmakça yalanlar söyleyen Melis'i; hatta hiçbir amaç, çıkar gözetmeksizin bıkmadan usanmadan yalanlar söyleyen Melis'i, hayır, Selma'yı?

Kimdi Selma? Selma, Melis'in göbek adı mıydı?

Ya, Nilgün'e 'sevgilim' diyerek tanıştırdığı çocuk kimdi?

Yalan söylemenin de bir raconu, ahlâkı yok muydu?

İnsanın kafasını harman yerine çeviren, yoran onca mizansenler de neyin nesiydi?

Peki ya, niçin amcasının çikolata fabrikasında gıda kontrol şefi olduğunu söylemişti Nilgün'e?

Bir avukatın yanında sekreter değil miydi?

Yaşlı öz annesiyle birlikte sıradan mütevazı bir hayat yaşadığını, ilkokulu bitirdikten sonra iş hayatına atıldığını söyleseydi ne olurdu?

Yaşam yorgunu, hayat kırgını zavallı birine niye yalanlar söylerdi ki bir insan? Yalan söylenecek insan mı kalmamıştı koca dünyada?

Bu dünyada söylenen yalanlara körü körüne inanan insanların çokluğunu sen de biliyorsun. Soruların en az Melis'in, yani Selma'nın yalanları kadar yorucu ve saçma. Bunu şimdilik anlamasan da zamanla öğreneceksin.

Bu gezegende kimileri doğrularla, kimileri de yalanlarla yaşamayı seçer.

Melis, kurguladığı kendine ait yalan gezegeninde herkesten daha mutlu. Onun gezegeninde var olmanın tek koşulu ona inanmasan da, onun yalancı olduğunu söylememek. Onu sorularınla, kızgınlığınla, yargılarınla gerçeklere uyandırman, onsuz bir dünyada yaşamak anlamına gelir. Bunu göze alabilir misin, bilmiyorum. Çünkü şu an oturduğun bankta Melis'in gözlerine bakarak, "Sensiz bir hiçim" demiştin, yoksa yalan mıydı?

Titrek dudaklarının arasına bir sigara tutuşturup, buğulu gözlerinle denizi seyre dalıyorsun… Dev siyah yük tankeri geçiyor gözlerinin önünden. Bacasından püskürttüğü kara dumanlar gökyüzüne yükseldiğinde kocaman bir soru işaretine dönüşüyor, için daha da karartıyor…

Sahilden gelen coşkulu çığlıklar kapanmakta olan bilincini uyardı. Onlara dönüp bakmaktan gözlerini alamadın.

Kayalıklarda, iki çıta arasına gerili ipe tutturulmuş rengârenk balonlara havalı tüfekle ateş eden bir grup genç insan kendi aralarında eğleniyorlardı. Onların bu tuhaf eğlencesini biraz daha yakından görebilmek için eğlence mahalline doğru yöneldin.

Renkli onlarca balon çırpıntılı denizin mavi fonunda kurşuna dizilmeyi bekleyen mahkûmlar gibi tir tir titriyorlardı. Bir biri ardına patlatıldılar sahildeki keskin genç nişancılar tarafından. Hedefi tutturanların sevinç çığlıklarını kayalıklara vuran dalgaların sesi bastırmaya çalışsa da, mutluluklarını yüzlerinden silemedi…

Uzun bir süre bir uzaylı gibi seyrettin gençlerin tuhaf eğlencesini. Evet, eğlence tuhaftı ama insanların yüzlerinde bıraktığı neşeyi, mutluluğu kıskanmıştın…

Onları yüzlerindeki mutlulukla baş başa bırakıp, birden aklına geliveren çocukluğuna dair mutsuz bir anınla uzaklaştın yanlarından…

Kaç çocuk vardı ki, sahip olduğu uçan balonlarını küçük ellerinden kaçırmasın? Sen kaçıranlardandın… Sıkı sıkıya tuttuğun renkli uçan balonlarının ipi nasıl olmuştu da elinden salınmıştı… Çocukluk hayallerin gibi uçup gitmişti balonların… Uçamayan sen, boynun tutuluncaya kadar bakmıştın bir tutam renkli balonun ardından… İki damla gözyaşınla uğurlamıştın onları… Uçup gitmelerine dayanamadığından olacak ki, bir daha korkar olmuştun balonlarla oynamaya…

Sahilde, oturduğun bankta durup dururken sessizce ağlamanın nedeni, anımsadığın sadece hüzünlü çocukluk anın değildi, bunun farkındaydım…

Yorumlar

Benzer bir deneyimim oldu maalesef. Geriye asla yanıtlayamacağın bir, niye, sorusu kalıyor ki en zoru bu galiba.

Zgr Tkn - 2 Ekim 2014 (23:23)

diYorum

 

66
Derkenar'da     Google'da   ARA