Patronsuz Medya

Kültür Emperyalizmi'nin kör ettiği gazeteci: Faruk Şensoy

Bülent Karaköse - 10 Şubat 2014  


Bir bahar öğle sonrası Karaköy'den vapura binmiş, deniz kokusunu ciğerlerime doldura doldura Kadıköy İskelesi'ne varmıştım. Rıhtımdaki telâşlı kalabalığı yarıp, çiçek satıcılarının rengârenk tezgâhlarına doğru yöneldim.

Amacım çiçek almak değil, ciğerlerime doldurduğum deniz kokusunun üstüne sümbüllerin, nergislerin, karanfillerin baş döndürücü kokusunu da içime çekerek, kırk yılda bir de olsa ciğerlerimin bayram yapmasıydı…

Hayatın sürprizlerle dolu olduğuna, tesadüflerin insan hayatının rotasını başka yönlere çevirebildiğine hep inanmışımdır… Sürprizler ve tesadüfler, içinde hem sevinç, hem de hüzünler barındırır.

Çiçek tezgâhlarının yanındaki çimlerin üzerine sere serpe uzanmış, saçı sakalına karışmış, burnunun üzerinden hiç düşürmediği koyu renkli güneş gözlüğüyle Faruk Şensoy'u gördüğümde her iki duyguyu birden yaşamıştım: Sevinç ve hüzün.

Sevinmiştim; çünkü uzun süredir görmüyordum Faruk Şensoy'u. Üzülmüştüm; çünkü neşesini hiçbir zaman yitirmeyen ve tanıdığım hayat dolu bir insanı o durumda ilk defa görüyordum.

Ciğerlerimin çiçek kokularıyla bayram yapmasını bir süreliğine erteleyerek yanına gittim. Hırıltılı nefesinden çıkan keskin şarap kokusunun burnumun direğini sızlatmasına aldırmadan, sızdığı yerden usulca kaldırdım. Uzun bir uğraştan sonra kendine getirebildim.

Gün akşama dönmek üzereydi, ben ise randevuma gecikmiştim. Faruk Abi'yi o durumda yüzüstü bırakıp gidemezdim hiçbir yere.

Faruk Abi, kaldığı otelden borçları yüzünden atılmış, eşyalarına rehin konulmuş ve geceyi parkta şarap içerek geçirmişti…

Faruk Şensoy'u Güldürü Üretim Merkezi'nde çalıştığım yıllarda tanımıştım. Gazeteciliğe bir süreliğine ara vermiş, günlük kısa mizah yazıları yazıyordu GÜM'de… Faruk Abi'nin zaman zaman günlük toplantılara geç gelmesinin nedenini daha sonra anlayacaktım. Faruk Abi ehli keyiflerdendi. Akşamları rakıyı fazla kaçırınca uyanamıyor, sabah toplantılarına geç kalıyordu. Geç de gelse, güleç yüzü ve kıvrak zekâsının ürünü neşeli esprileriyle renk katıyordu günlük toplantılara. Faruk Şensoy'u iyi derecede İngilizce bilen, bohem, tek gözü kör, bol ödüllü, başarılı bir gazeteci kimliğinin dışında fazla tanımıyordum. Tanıdığımdaysa gençlik yıllarımda üzerimde iz bırakan ender güzel insanlardan biri olacaktı.

Kadıköy rıhtımındaki hüzün kokan karşılaşmamızın ardından uzun bir süre yaşadığım bekâr evinde misafir ettim Faruk Abi'yi. Yaklaşık iki buçuk üç yıl bende kaldı. Karısından boşanmış, işsiz, parasız ve evsiz bir gazeteciydi. Hayatında giden bir sürü olumsuzluklar sanki onu hiç etkilememiş, neşesinden hiç bir şey kaybettirmemişti. Eline geçirdiği, günü geçmiş her gazeteyi okuması ve ardından yazılan haberlerin, makalelerin yorumunu yapması alkolle harmanladığımız sohbetlere canlılık ve neşe getiriyordu. Anlattığı fıkra, yorum ya da başından geçen ilginç hikâyelerini yazması için turuncu renkli Olivetti marka daktilomu hediye etmiştim. Faruk Abi, zaman zaman 'Röportaj yapacağım' diyerek ortadan bir iki ay kayboluyor, sonra elinde kağıtlara karaladığı notlarla geliyordu. Hayatı ti'ye alışı, bohemliği, sohbeti ve içinde taşıdığı umut, sıkıntılı geçen gençlik yıllarıma iyi gelmişti.

Aramızdaki yaş farkının epey açık olmasını hiç ciddiye almaksızın kendi akranlarıyla yaptığı sohbetlere beni de katıyordu. Faruk Abi'nin gece gündüz, yaz kış taktığı koyu renkli gözlüğünün ardındaki gözlerinin bir tanesi kördü. Körlüğünü hiçbir zaman kompleks yapmamıştı; hatta körlüğüyle ilgili esprileri kendisi yapar, etrafındaki insanları kahkahalara boğardı. Tek gözünün kör oluşu hikâyesini gazeteciliğinin ilk yıllarında "Amerikan Kültür Emperyalizmi Gözümü Nasıl Kör Etti?" adı altında bir yazı dizisi yaparak yayımlamış ve 'Dizi Yazı' dalında Gazeteciler Cemiyeti'nden ödül almıştı. Marksist oluşunu 80'li yılların Türkiye'sinde dile getirmekten kaçınmayan Faruk Abi, bir sohbet esnasında ödüllü dizi yazısının hikâyesini 50'li yılların Türkiye'sini betimleyerek şöyle anlatmıştı:

"Amerikan kültür emperyalizminin Üçüncü Dünya ülkelerinde varlığını sinema filmleriyle hissettirdiği yıllardı… 10-11 yaşlarındaydım… Kültürlü bir burjuva ailesinin şımarık çocuğuydum… Batı kültürüyle yetişmemi arzu eden ailem hiçbir isteğimi geri çevirmezdi… O yıllarda sinemalarda izlediğim Kızılderili-kovboy filmleri beni öylesine etkilemişti ki, büyüklerimin "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna, "Kovboy olacağım!" diye yanıt verir olmuştum. Babam durumuma ilgisiz kalmamış, yurtdışından 'kovboyculuk' oynayabileceğim oyuncakları getirip odama yığmıştı…

Neler yoktu ki oyuncaklar arasında… Kızılderili çadırından savaş baltasına, okundan yayına, şapkasından tabancasına kadar her şey vardı… Kovboy giysilerimle yatıp kalkıyordum.

Bir gün komşumuzun çocuğuyla bahçede kovboyculuk oynuyorduk. Gerçeğe uygun sahneler yaratmak için bahçemize Kızılderili çadırını kurup oyuna başlamıştık. Oyunda her zamanki gibi kovboy bendim, komşu çocuğu Kızılderili…

Komşu çocuğu Kızılderili rolüne kendini öyle bir kaptırmıştı ki, okun ucuna çivi yerleştirerek oyuncak yayı daha işlevli bir hale getirdiğinden haberim yoktu. Komşu çocuğu yayı gerip, çivili oku gözüme fırlattığında bir an dünyam kararmıştı…"

Faruk Şensoy'un Amerikan kültür emperyalizmine göndermeler yaptığı, içinde ironi barındıran dizi yazısı tozlu gazete arşivlerinden çıkartılıp bugün tekrar yayımlanacak olsa güncelliğinin korunduğunu görmek mümkün.

Faruk Abi'nin yaşadığı talihsizlikleri çalıştığı gazetelerde 'yazı dizisi' haline getirmekte ustalaşmış bir gazeteci olduğunu araştırmalarım sonucunda öğrenmiş ve çok şaşırmıştım. Çünkü başarılı gazetecilik geçmişinden ve kanseri alt ettiği yıllardan hiç mi hiç bahsetmemişti birlikte yaşadığımız yıllarda. 70'li yıllarda o zaman için ölümcül bir kanser türü olan lenf kanserine yakalanmış Faruk Abi. Uzun süren bir tedavinin ardından kanserden kurtulmuş, daha sonra kendisine bakan hemşire ile yaşamını birleştirmiş ve tedavisi boyunca yaşadıklarını "Kanserle Canlı Röportaj" başlığı altında Hürriyet'te yazı dizisi olarak yayınlamıştı.

Faruk Abi kötü haberi aldığı ilk anı yazı dizisinde şöyle anlatmış:

"Doktor, 'SİZ KANSER HASTASISINIZ', dediğinde başım uğuldamaya, şakaklarım zonklamaya başladı. O serin sonbahar sabahında vücudum, tepeden tırnağa ter içinde kalmıştı. Demek ki hayat sonlanıyor, önümüzdeki yıl benim için yoktu. İlkbahar, yaz, buğulu bir bardakta kristalleşmiş rakının Topatan kavunu ve beyaz peynirle lezzeti, sevgilimin sıcak nefesi bunlar sonlanıyor, her şey bitiyordu. Daha bu yaşta hayata veda etmek, işimden, sevdiklerimden, daha doğrusu tüm alışkanlıklarımdan sıyrılıp, bilinmeyen bir yere doğru hiç hazır olmadığım bir anda zoraki yollanmak, veya hiç suçum olmadığı halde yanlış bir yargı sonucu idam edilmek gibi bir şey… Beynimin bütün hücreleri buna itiraz ediyor, içimde tarif edemediğim bir isyan fırtınası şiddetini artırarak dönüyor, dönüyor ve bir hortuma dönüşüp etrafta ne varsa kırıp yıkıyordu. Nerede ve ne şartlar altında olduğumu çoktan unutmuştum. Cebimden Yeni Harman paketini çıkarıp bir sigara yaktım. Doktor şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu…"

Faruk Abi'nin vefatını, bazı gazeteler arka sayfalarında "İkinci Raundu Kaybetti" başlığıyla sevenlerine, dostlarına küçük bir haberle duyurdular:

"Babiâli'de ilginç röportajlarıyla ün yapan 56 yaşındaki gazeteci Faruk Şensoy, dün vefat etti. 1977'de yakalandığı lenf kanserinden, uzun süren bir tedaviden sonra kurtulmayı başaran Şensoy, yıllar sonra yeniden nükseden amansız hastalığına bu kez yenik düştü.

Gazeteciliğe, 1976 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde başlayan Şensoy, daha sonra sırasıyla Akşam, Hürriyet, Yeni Günaydın, Milliyet ve Meydan gazetelerinde muhabir olarak çalıştı. Bir süredir kanser tedavisi gören Şensoy, tüm müdahelelere rağmen kurtarılamadı.

Şensoy, bundan tam 22 yıl önce mesleğinin zirvesindeyken lenf kanserine yakalanmıştı. Uzun süren bir tedavinin ardından kanserden kurtulmayı başaran Şensoy, daha sonra kendisine bakan hemşire Nükhet Türkel'e âşık olup yaşamını birleştirmişti. Şensoy, tedavisi boyunca yaşadıklarını 'Kanserle Canlı Röportaj' başlığı altında Hürriyet'te yazı dizisi olarak yayınlamıştı."

İlk gençlik yıllarımdan neredeyse öldüğü güne kadar burun burunaydık Faruk Abi'yle. Su buldukça yıkayıp, ütü buldukça ütüleyip giydiği beyaz gömleğinden ve gri pantolonundan başka hiçbir şeyi olmadı bu dünyada. O sağ iken hiçbir meslektaşının arayıp sorduğuna şahit olmadım. Hani bu durumdan hiçbir zaman şikâyet ettiğini de duymadım. Faruk Abi'yle rakıları susuz, votkaları limonsuz içtik. İnce zekâsını kullanarak özenle yaptığı kendi icadı içki mezelerine birlikte çatal salladık. Bulunduğu ortamları anlattığı fıkralarıyla şenlendirdi. Ama neşesinin ve siyah gözlüklerinin arkasındaki hüzünlü yüzünü gösterip acındırmamıştı kendini hiçbir zaman.

Rüzgârın esip savurduğu serseri ruhunun sesini dinlerdi. Mantıklı düşünür, duygusal kararlar verirdi.

Ölüm döşeğinde yatarken, ortak dostumuz olan avukat Aydın Toraman'a beni görmek istediğini söylemiş ama haber bana geç ulaşmıştı. Körle yatan şaşı kalkar misali, ölüm döşeğinde yattığı günlerde ben de dibe vurmuştum, adresi olmayan işsiz, parasız, sarhoş tayfasındandım.

Kadıköy sahiline ne zaman yolum düşse, umarsızca, sere serpe yeşil çimlere uzanmış, acılarla dolu dünyayı içine hapsetmiş, o sarhoş ama zeki, güzel adamı gözlerim hep arar. Faruk Abi'nin çok sevdiği, sarhoş gecelerimizde buğulu sesiyle okuduğu Neyzen Tevfik'in 'GEÇER' isimli şiirini şimdi daha iyi anlıyorum:

"Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Ram karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer,
Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer."

(2006, Tophane)

Yorumlar

Kaleminize, yüreğinize sağlık. Bir gün bir şeyler daha iyi olacaksa sizin ve Faruk Şensoy'ların sayesinde olacak bu. Çok teşekkürler, saygılar Bülent Bey.

Kendine Uzun İsimler Bulan Adam - 13 Şubat 2014 (12:24)

diYorum

 

70
Derkenar'da     Google'da   ARA