Patronsuz Medya

Kanat Güner

Bülent Karaköse - 11 Ocak 2009  


Bir dönem, çizerliğini yaptığım Beyoğlu Gazetesi'nin yayın yönetmeni Celal Başlangıç, önüme gelene ayaküstü anlattığım Beyoğlu anılarımı yazmam için beni yüreklendirip, gazetede uygun bir köşe ayırmıştı.

İlk zamanlar bir köşe yazarı edasıyla anılarımı hikâye edip yazmak bana çok eğlenceli gelmişti.

Kaleme aldığım her anı-hikâyemde karikatüre başladığım ilk yıllarımdaki gibi çocuksu hazlar, sevinçler duyup, yazacağım bir sonraki anı-hikâyelerimin heyecanını ve telâşını bir öncekinden hemen sonra yaşamaya başlamıştım.

Her şeyde olduğu gibi bu işte de yaşadığım heyecan, sevinç ve telâş fazla uzun sürmedi. Kısa sürede eğlenceli bir uğraş olmaktan çıktı anı yazarlığım.

Anılarımın girdabı beni içine çektikçe çaresizce çırpınacağımı, çoğu zaman kanayacağımı, kimi zamansa içimin acıyacağını hesaba hiç katmamıştım.

Bazen, belleğimde hapsolan kırık dökük anı parçacıklarını bir araya getirip yazdıkça, onları özgürlüğüne kavuşturduğum hissine kapılıp avutuyorum kendimi; bazense, bazı şeyleri anlatmaktan çok anlamanın derdine düşüyor, özlem duygularıyla sarsılıyorum.

Henüz nedenini bilmiyorum ama bir süre daha yazarak anlamaya, yazarak kanamaya, yazarak özlem duygularıyla sarsılmaya devam etmek istiyorum.

Beyoğlu'nda bir sinemanın tuvaletinde genç yaşta hayatına son veren gençlik arkadaşlarımdan sevgili Kanat Güner'i ölümünün 10'uncu yılında işte bu duygular içinde anacağım.

Soğuk, gri bir sonbahar akşamüstü Beyoğlu'nda göz göze geldik. Üşüyor gibiydi. Titrek kolunu koluma taktı. Kalabalık caddede birbirimize bir şey söylemeden yürümeye başladık. Ayaklarımızın bizi nereye götürdüğünü bilmiyordum. Bir an kendimizi Beyoğlu Mis Sokak'taki bir kahvehanede buluverdik.

Kahvelerimizi yudumlarken, başımdaki siyah kasketimi çok beğendiğini söyledi. Kasketimi çıkarıp verdim. Başına giydiğinde kasketimin ona yakıştığını ve sıkılıncaya kadar takabileceğini söyledim. Tebessüm eden iri siyah gözlerinin kapaklarını yumup açarak sessizce "tamam" dedi.

Bir süre suspus oturduk. Matem havasındaki suskunluğumuzun bir nedeni vardı.

Birkaç gün önce televizyon kanallarının ana haber bültenlerine düşen kötü bir haber yüzünden ikimiz de hem şoktaydık, hem de çok üzgündük.

Ortak dostumuz olan sevgili Sinan, ağır bir depresyon geçirerek anneannesini ekmek bıçağıyla doğramış, kendisini ise yaşadıkları evin üçüncü katından aşağı atmıştı. Sinan ölmemişti. Uzaylılarla kafayı bozduğu kısa sürede anlaşıldığından, hapishane yerine Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi'nde tedaviye alınmıştı.

Kanat, "kitabımı tamamlamaya az bir zaman kaldı, kapağını sen çiz" diyerek havadaki kara matem bulutlarını dağıtır gibi olduysa da canım sıkkın, kafam çok karışıktı. Kitabının ismini ve içeriğini sormayı aklımın ucundan bile geçirmeden, nasıl bir çizim istediğini sordum. Yanıtı kısa ve özdü: "Dünyaya koca bir 'nah' çeken bir palyaço gibi çiz."

Kanat'ın bir zamanlar tiyatroyla uğraştığını, arada bir palyaçoluk yaparak para kazandığını ve meşhur kara kaplı defterine kısa saçma öyküler karaladığını biliyordum. Öykülerini toparlayıp kitaplaştıracağı düşüncesiyle sevinmiş, biraz da o sevinçle çizmiştim sipariş ettiği kapak resmîni.

Bir iki hafta sonra resmî elden teslim ettiğimde de yazdığı kitabın adını ve içeriğini sormamıştım.

Kitap kısa bir süre sonra yayımlanmıştı. Beyoğlu'ndaki bir kitapçının vitrininde tesadüfen görmüştüm. Şaşkındım, dudağım uçuklamış, soğuk terler fışkırmıştı sırtımdan.

Koluna eroin enjekte eden dişi bir palyaço fotografı kullanılmıştı çizdiğim kapak yerine. Kitabın ismi de en az kapak fotografı kadar çarpıcı ve etkileyiciydi: Eroin Güncesi.

Daha, canım dostum Sinan'ın yaşadıklarının şoku üstümdeyken, bir de Kanat'ın dramıyla yüzleşmek beni gerçekten sendeletmişti… O an, yani kitabını vitrinde gördüğüm an, Kanat'ın bu dünyayı terk etmek için geri sayıma başladığını anlamıştım! Kitabı almadım, daha doğrusu alıp okumak içimden gelmedi. Çizdiğim kapağı beğenmesine rağmen niçin kullanmadığını merak etmem, düşünmem çok gereksizdi. Kendimi iyi hissetmek için düşünmem gereken tek şey Kanat'la paylaştığımız o güzel zamanlardı. Kafamda bu düşüncelerle yürüdüm gittim kitapçı vitrininin önünden…

Kanat'ı öğrencilik yıllarında, eski Galata Köprüsü altındaki gençlerin uğrak yeri olan bir barda tanımıştım.

'Hollanda'da ölmek', 'Liverpool'da punk olmak', 'Singapur'da Japonca öğrenmek', 'pizzanın üzerinde mantar olmak' gibi çocukça komik istekleri yoktu henüz. Sevecen, güleç yüzlü, esprili, kendi halinde ufak tefek bir kızdı. Kanat daha sonra, ilk gençlik yıllarımda mizah dergilerinde birlikte çalıştığım yakın arkadaşım Metin'le evlilik yapmış, dostluğumuz derinleşmişti. Sık görüşüp, fırsat buldukça arkadaş grubumuzu toplayıp, ülkemize akın eden, kendi ülkelerinde tedavülden kalkmış fakat çok sevdiğimiz rock gruplarının konserlerine de gidiyor, eğleniyorduk.

1993'te eski Galata Köprüsü ve altındaki takıldığımız mekân yanıp kül olmuş, biz de kendimizi Beyoğlu'nun pavyondan bozma rock-barlarına taşımıştık.

Genç kitlenin Beyoğlu'nu keşfetmesiyle Beyoğlu'ndaki rock-barlar mantar gibi hızla çoğalmıştı. Aşağı yukarı her hafta bir rock-bar açılışına davet edilmiş, açılışlarda beleş bira dağıttıkları için çoğu daveti reddetmemiştik.

Barların çoğalması ve özellikle genç kitlenin barlarda boy göstermeleri uyuşturucu simsarlarının da işini kolaylaştırmış, arayıp bulamayacakları hazır bir pazar, kendiliğinden oluşmuştu. Tuzaklarına düşüreceği avları artık okul kapılarında pusu kurarak değil de, bar kapılarının önünde bekleyerek ve hatta genç insan topluluklarının aralarına rahatça sızarak bulmaya başlamışlardı!

Rock-barlara gelen gençlerin yaş ortalaması iyice düşmüş, uyuşturucu kullanımı ise gözle görünür bir artış göstermişti. Eroin veba gibi yayılmış, kırıp dökmeye başlamıştı genç insanları.

Beyoğlu'nun arka sokaklarında eroin satıcısı bir baba on beş yaşındaki oğlunu eroine kurban vermiş ve ardından, hiç bir şey olmamış gibi uyuşturucu satmaya devam etmişti. Bu trajik olay gazete manşetlerine yansımış mıydı bilmiyorum, ama on sekizinden gün almamış gençlerin (Vildan'ların, Can'ların ve diğerleri) eroinden öldüğü haberlerini gazeteler sıklıkla manşetlerine taşıyorlardı.

Burada bir parantez açmak istiyorum: O yıllarda gazeteler sadece gençlerin uyuşturucudan ölüm haberlerini değil, duvarlara "Paralı eğitime hayır", "Demokratik lise istiyoruz", "Halkların kardeşliği" gibi insanî talepleri yazdıkları için gözaltında ağır işkenceler gören gençlerin haberlerini de manşetlerine taşımışlardı. Yine aynı yıllarda, bir tatlıcı dükkânından baklava ve fındık ezmesi çaldıkları için 9'ar yıl ağır hapis cezasına çarptırılan buluğ çağdaki Gaziantepli 4 gencin de gazete manşetlerinden inmediklerini hatırlatmakta da yarar var sanırım.

Nüfusunun çoğunluğunun genç bireylerden oluşuyla övünen bir ülkede yaşıyorduk. Ama ülkenin gençleri, yaptıkları küçük yaramazlıkların bedellerini ağır ödüyorlardı. Kimi ölüyor, ölmeyenler ya işkencelerden geçiriliyor ya da ağır hapis cezalarına çarptırılıyorlardı.

Kanat eroin illetine işte böyle bir dönemde bulaşmış, iyice 'H' (eyç) bağımlısı olunca da pek sık görüşemez olmuştuk. Arada bir tedavi için hastaneye yattığının haberini ortak tanıdıklardan alıyordum.

Beyoğlu'ndaki uyuşturucu tacirleri, narkotik şubedeki polisler ve cankiler tarafından iyi tanınsa da, çoğu kişi Kanat Güner ismini Eroin Güncesi romanıyla tanıdı.

Eleştirmenler tarafından Türkiye'deki alt kültür edebiyatının ilk örneklerinden olduğu dile getirilen Eroin Güncesi, ilk yayınlanma tarihinden iki ay gibi kısa bir süre içerisinde ikinci baskı yaptı.

Kanat ve kaleme aldığı anı-romanın haber değerinin yüksekliği medyanın gözünden kaçmadı. Baskı sayısı yüksek gazetelerin acar muhabirleri röportaj yapabilmek için ardına düştüler. Kanat televizyon kanallarının ana haber bültenlerine sık sık konuk olarak davet edildi.

Reyting kaygısı taşıdıkları her hallerinden belli olan anchorman'lerin sıkıcı, kışkırtıcı ve tuzak sorularının karşısında kendini birazcık da olsa korumayı başarmıştı. Israrla ondan beklenen o bildik klâsik mesajı vermemişti. "Hey millet, ben ölmeye karar verdim" diyen birine sorulmayacak soruları sorduklarından onları (anchorman'leri) yer yer kendine has üslubu ve ince zekâsıyla ti'ye almış, anı-romanında gösterdiği içtenliği ve sahiciliği 'canlı yayın' söyleşilerine de yansıtmıştı Kanat.

Kendisini hiç acındırmamıştı. Uyuşturucunun zararlarından çok sistemin çarpıklığından, içi boşaltılmış kavramlardan, bireyin yaşadığı topluma sistematik olarak yabancılaştırılıp yalnız bırakılışından dem vurmuş, girmiş olduğu karanlık yolun kendi seçimi olduğunu sıkça dile getirmişti.

Sevgili Kanat, içinde yaşadığı toplumun onu şekillendirmesine izin vermeden, onun kendisiyle yüzleşebilmesini kolaylaştıracak bir kitap armağan edip, "sahneye girmem gereken yeri ayarlayamadım, ama çıkmam gereken yeri biliyorum" diyerek sonlandırdı yaşamını. Ben de yazımı Mor ve Ötesi grubunun Kanat Güner'e ithaf ettiği "Canlı Yayın" adlı şarkının dizeleriyle sonlandırmak istiyorum:

"Senin için ve sadece senindi anım
Sorma lütfen sorma bana ne kadar içtensin diye
Haykırdıkça gözlerinle utanırım olmaya
Bir sen vardın ben vardım biz vardık her birimiz vardık."

diYorum

 

60
Derkenar'da     Google'da   ARA