Patronsuz Medya

Genç kızlar nasıl yetişir?

Ayşe İmeryüz - 17 Nisan 2002  


Ali Türkan'ın Otuzbir Hanım yazısını "bize damardan çakılan ahlâk" mevzuuna canı gönülden katılarak okudum. Can alıcı noktaya parmak basmış. Zaten sevgili memleketimin başka ne kusuru var? Güneş dersen güneş, deniz dersen deniz, şırıl şırıl akan dereler, dumanlı dağlar, yemeyip yediren, giymeyip giydiren ana babalar hep bizde.

Şehirden şehire tayin olan, üç sene şurda, beş sene burada dolaşan bir memur ailesiydik. Genellikle lojmanlarda otururduk. İkisi kız, birisi oğlan üç kardeşin en büyükleriydim. Oğlan kardeşim sonradan olmaydı, benden 9, kız kardeşimden 7 yaş küçüktü. Adı Murat'tı. Annem babam zamanlarına göre, hatta şimdiye göre de okumuş yazmış, geniş görüşlü insanlardı, ne demekse.

Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam…

Çocukluğumuz bahçelerde, ağaç tepelerinde, top oynayarak, kitap okuyarak, "isim, nehir, şehir" oynayarak, çocuk kütüphanesine, mandolin kursuna giderek geçti. Bazen de yazın memlekete gider, orada kuzenlerimizle oynardık. Onlar sokakta bardakla "şemşamer" satar, sonra da Tommiks

Teksas, Mandrake, Zagor filân alırlardı. Okuduktan sonra onları satıp, yenilerini alırlardı. Halamların evlerinde "Tina" dergileri vardı. Bazen de onlardan resimler kopyalar, resim sergileri açardık. Bayram harçlıklarımızla mantar tabancaları alırdık. Bahçede "Karaoğlan, Malkoçoğlu" olup, savaş oyunları oynardık. Keyifli günlerdi.

İlkokul 5. Sınıftaki öğretmenimi hatırlıyorum. Sandalyesini sobanın yanına çeker, ayak ayak üstüne atar, şekerleme yapardı. Bazen dikiş getirip diker, bazen de kuruyemiş yerdi. Tenefüslerde iğrenç süttozlarından yapılmış, Amerikan yardımı olan sütleri içmemiz gerekirdi. Yerli mallar günleri yapardık.

İlkokul 5.Sınıfta "Kooperatif Kolu" na girdim. Üç kız öğrenciydik, teneffüslerde kooperatifte kalem, kâğıt falan satıyor, akşamları hesapları okul müdürüne teslim ediyorduk. Son dersin sonuna doğru müdür çağrırdı bizi bazen.

"Öp bakiim…"

Bir gün yine beni çağırdı. Önce ne kadar iyi ve akıllı bir öğrenci olduğumdan bahsedip, beni övdü. Sonra paraları teslim aldı. Sonra da çıkarken beni öpüp, "sen de beni öpmeyecek misin?" dedi. Bu öpücükte bir tuhaflık vardı bana kalırsa.

Eve gidip olanı, biteni anlattım. "Arkadaşlarına sor bakalım, onlara da öyle yapıyor muymuş?" dediler. Sordum, evet, yapıyormuş. Onlar daha gelişkin kızlardı, onlara daha da fazlasını yapıyormuş. Babam arkadaşlarımın babaları ile konuşmak istedi, ama arkadaşlarım babalarına söyleyemezlerdi. Babaları kızardı onlara.

Bana müdür bir daha çağrırsa derslerimden geri kaldığımı, onun için gidemeyeceğimi söylememi, kooperatiften de ayrılmamı söylediler. Ben de arkadaşlarımı da öğütleyerek, öyle yaptım. Sonrası üç arkadaş müdürün odasında istifa sahnesi. Müdür önce şaşkın durakladı. Sonra parmağını bana doğru sallayarak, "Bunlar hep senin başının altından çıktı. Sen arkadaşlarına da sebep oldun değil mi?" diye kükredi. "Artık benim kara listemdesin."

Orta mektep yılları

Orta okul başka bir alemdi. Subay şapkası gibi armalı, siperlikli şapkalarımız vardı. Şapkasız okula almazlardı bizi. İngilizce dersimize Hukuk İşleri Müdürü gelir, masanın altına girip, üstüne çıkarak, bize "on" ve "under"in anlamlarını anlatmaya çalışırdı. Sonradan sahici bir öğretmen geldi. Fizik dersi aylarca boş geçti, bir ilkokul öğretmeni geldi sonra.

Öğretmenlerin şahı matematik öğretmeniydi. Ders aleti olan tahta pergel engizisyon aleti gibiydi. "Sizi ayaklarımın altına alır…Tünüzden. Ok çıkana kadar tepinirim" derdi, dediğini de yapardı. Benim matematiğim çok iyiydi ama, hepimiz tir tir titrerdik. Sadece o değil, hocaların çoğu bu ayarda ve kafadaydı.

O zaman öğretmen okulları vardı, dört senelik. Babam "kısa yoldan" oraya gidip, öğretmen olmamı istiyordu. Bizim için uygundu, zira ileride hem ev işlerine hem de çocuklarımıza zaman ayırabilirdik böylece. Neyse ki "ben liseye gideceğim" dediğimde "sen bilirsin" dedi.

Orta okulun sonuna doğru evde işler değişmeye başladı. Annemiz artık bize kızıyordu. Çok üzüyorduk onu. Çünkü herkesin kızları yaz tatillerinde, boş zamanlarında kaneviçe, etamin, iğne oyası falan yapıyorlardı, annelerine yardım edip, bulaşık falan yıkıyorlardı. Biz oğlan çocuğu gibiydik. Ancak bir bellemişiz kitap. Oku oku ne olacaktı? Hiç okumayın demiyordu ama, her şeyin bir haddi vardı.

Şımarık kızlar ve Yılmaz Güney karizması

Sinemalarda Ayhan Işık - Belgin Doruk (Küçük Hanımefendi), Erol Büyükburç - Esen Püsküllü, sonraları Tarık Akan vb, salon filmleri seyrediyorduk. Hepsi mutlu sonla bitiyordu. Bir de hatırladığımız Yılmaz Güney'in "Sevgili Muhafızım" filmi vardı (burada kızkardeşim de hatırladığı ve birlikte yad ettiğimiz için birinci çoğul şahıs devreye giriyor).

Filmde zengin bir fabrikatör baba ve dört kızı vardı. Emin değilim ama, her halde baba Hulusi Kentmen'dir. Kızlar Esen Püsküllü, Itır Esen, Fatma Belgen, falan. Bunlar çok züppe, şımarık, zıpır kızlar. Sabah akşam sevgilileriyle o diskotek senin, bu bar benim geziyorlar. Sorumsuzluk bunlarda, içki, sigara, kötü alışkanlıklar bunlarda. Hiç söz dinlemiyorlar.

Babalarının canına tak ediyor, bunların başına bir muhafız dikiyor. O da Yılmaz Güney. Evden çıkmaları, telefon, arkadaş, hepsi yasaklanıyor. Sevgili muhafızları izin vermiyor hiç birine.

Filmin sonunda mutlu son şu şekilde; Babaları eve geliyor ki, kızları ıslah olup, birer melek haline gelmişler. Kimisinin elinde dikiş, kimisi iğne oyası yapıyor. Babalarını görünce hepsi birden koşturuyor, kimi ceketini alıyor, kimisi terliğini veriyor. Hemen bir müthiş sofra donatıyorlar. Tabii ki çok lezzetli yemekler de yapmışlar. Bu arada Yılmaz Güney'e de aşık oluyorlar ama, o onlara yüz vermeyip, ciddiyetle işini yapıyor ve işi bitince gidiyor.

Dünya Kupası ve Pele

Ne alâka ama, bir de yalvar yakar, Meksiko City'de yapılan 1972 futbol olimpiyatlarının filmine gittiğimizi hatırlıyorum. Babama çok yalvarmıştık ama, babam her zaman ki gibi "Ben bilet aldırayım, isterseniz iki kardeş akşam gidin. Ben sıkılırım. Ben size gitmeyin demiyorum ki" demişti. Sonunda annem götürdü bizi. Pele'nin meşhur olduğu yıldı. Pek sevinmiştik gittiğimize.

Zaten bizimle ilgilenmek annemin işiydi. Okul toplantılarına o gider, kazaklarımızı örer, kıyafetlerimizi diker, hasta olunca doktora götürürdü. Yemeklerimizi yapar, alışverişe gider, derslerimizle ilgilenir, ufak tefek priz tamiri falan da yapardı. Çok becerikli, eli çabuk, konuşkan bir insandı. Babam para kazanırdı. Annem onu her sabah işe yolcular, ayakkabısını siler, giydirir, bağlardı. Babamın bir bardak su bile aldığını görmedim. Biz hepimiz ona hizmet etmekle yükümlüydük. O babaydı. O da bizden hiç bir şeyi esirgemiyordu. Bizim için çalışıyordu.

Cısss! Ağzına biber sürerim!

Kışları babannem ve hâlâmlar gelirlerdi, üç-dört ay kalırlardı. Bizim evimiz kaloriferliydi. Rahat etsinler diye babam onları çağrırdı. Babamlar babasız büyümüşlerdi ve hâlâlarım dikiş dikerek babamı üniversitede okutmuşlardı. O da onlara bakacaktı tabi. Hepimiz elimizden geleni yapardık rahat etsinler diye.

Halalarım namaz kılar, Kur'an okurlardı. Babannem hafızdı. Çok güzel masallar anlatırdı bize, her biri bütün gece sürerdi. Manili olurdu masallar. Peri padişahının kızı elini tavaya batırınca, parmakları balık olurdu masalda. Halamın birisinin ıhvan bacıları gelirdi, tesbih çekerlerdi. Onların şeyhleri ve dersleri vardı. Ben de yavaş yavaş sureler ezberlemeye, namaz kılmaya başladım. Etek boylarım yavaş yavaş uzuyordu. Büyükler "Aferin" dedikçe daha ağırbaşlı olmaya çalışıyordum. İyi kızlar ağırbaşlı ve uysal olurlardı.

Orta sona kadar annelerle babaların neler yaptığını hiç bilmedim. Kimse bir şey anlatmamıştı, televizyon yoktu, filmler de düğün sahnesinde bitiyordu. Allah çok büyüktü. Hem her yerde vardı, hem de insanların evlendiklerini bilip, onlara çocuk yolluyordu. Artık kaç tane uygun gördüyse.

Cazbanddaki oğlanlar da lokum gibi, ama çok ayııııp!

Ortaokulu bitirdiğim yaz Erdek'e kampa gittik. Kamplar da ayrı bir alemdi. 15'er günlük devreler vardı. İnsanlar aynı camiadan olduğu için, bol dedikodu ve gösteriş olurdu. Biz ilk defa böyle bir yere gidiyorduk. Her şey yeniydi. Kızlarla oğlanlar neşeli sohbetler ediyorlardı. Biz sıkılgan sıkılgan, bir kenarda oturup, seyrediyorduk. Her dönem bir gece "cazband" gelmesi adettendi. Yine öyle bir gece oldu. Müziği beğendim, dans edenleri beğendim, doğrusu gitar çalan delikanlılar da çok hoşlardı.

Dönüşte radyoda "Yabancı sözlü hafif müzik" programlarını dinlemeye başladım. Etek boylarım da kısalmaya başladı. Babamın sandığında dergiler keşfettim. Lui, Penthouse, Playboy vardı hatırladığım. Onları babamın Paris'te yaşayan kuzeni gönderiyordu. Resimler bir yana, karikatürler ve yazılar da vardı. Epeyce ingilizce pratiği yaptım sanırım. Belki de Türkçesinden önce öğrendiğim kelimeler de olmuştur.

Lise ikiye geçtiğim sene Ege bölgesinin bir şehrine tayin olduk. Beni oradaki liseye almadılar. Çünkü onlar "Modern Eğitim" yapıyorlardı. Ben klâsik lisede okumuştum. Beni memlekete babannemlerin yanına yolladılar. Ben de büyümüş havalarda, güle oynaya gittim.

Lisemiz Atatürk'ün kongre yaptığı, Kurtuluş Savaşı'nı başlattığı liseydi. Kapıdan girince kızlarla oğlanlar ayrılırdı, ayrı merdivenlerden çıkardık niyeyse. Sınıfta da tabi ayrı sıralarda oturur, ders dışında birbirimizle pek konuşmamaya çalışırdık. Çünkü ayıptı, iyi bir şey değildi. Tenefüslerde kızlar kızlarla, oğlanlar oğlanlarla gezerlerdi.

Baştan çıkma yılları

Babannemlerin evinde babamın eskiden kalma kitaplığını ve içinde kitaplarını buldum. Parma Manastırı, Kırmızı ve Siyah, Mısırlı Sinuhe, Rubailer, Vasfi Mahir Kocatürk'ün çok sevdiğim "Şiir Defteri" ve de beni çok memnun eden bir kitap, Cinsel Hayata Dair Kinsey Raporu. Ezber ettim hepsini. Oh nihayet epey şey öğrenmiştim. Dili biraz eskiydi ama olsundu. Allah babamdan da, Dr. Kinsey'den de razı olsundu.

Bu arada kızkardeşim yazdığı mektuplarda oradaki hayatını, okulu anlatıyordu. Orada öğrenciler okul bahçesinde sigara içebiliyorlardı. Hatta hocaları ile birlikte. Karışık oturuyorlardı. Okullarında basketbol ve voleybol takımları vardı, maçlar yapıyorlardı, günleri çok iyi geçiyordu, öğretmenleri hep haklı değillerdi, karşılıklı tartışabiliyorlardı. Müzik dersinde plak getirip, dinliyorlardı. Tatillerde beraber pikniğe gidiyorlardı.

Kadınlar tütüne gidiyorlardi erkenden. Sonra da giyinir, kuşanıp, caddede gezmeye çıkıyorlardı orada. Herkes neşeli ve keyifliydi. Kimse birbiri için hayatını karartmıyor, herkes kendi hayatını yaşıyordu. Gülüp eğlenmek de ayıp değildi.

Dinden imandan çıkartan nasihatler

Babannemlerin evinde hafız ve hacı olan babannem, hacı olan iki hâlâm vardı. Onlar bağnaz değillerdi, yasak bir şey yoktu benim için. Ama gelen misafirler tüylerimi diken diken ediyordu. Acaip ahiret hikâyeleri anlatıyorlardı. Burada eda etmediğimiz namazları ahirette kızgın saçın üzerinde eda edecektik, diz kapaklarımızın altında kuru ekmek dilimleri olacaktı. Cayır cayır yanacaktık. O tarafta hiç iyi bir şey olmuyordu.

Mahallelinin verdikleri ile geçinen fakir bir komşu kadının hacca gittiğini öğrenince iyice şaşırdım.

Mahallemizde bir polisin iki kızı vardı. Onların birisi nişanlıydı, nişanlısı "Huzur Sokağı" nı hediye etmişti ona. Yanlış hatırlamıyorsam Şule Yüksel Şenler diye bir yazarındı. Islah olup, doğru yolu(!) bulan insanları anlatıyordu. Yan komşu okumak için alınca bana da getirdi, okuduk ikimiz de. Akıl alacak gibi değildi. Derken derken okuya dinleye iyice dinden imandan çıktım. Lâzım bir şey olmadığına karar verdim.

Dayımgil, hâlâmgil, haminnemgil ve kitaplar

Memlekette üç ev vardı, babannemler, hâlâmlar, dayımlar. Dayım çok içiyordu. Aslında iyi bir insandı ama, içince onu tanıyamıyorduk. Dört çocuğu ve karısı dehşet içinde günlerini geçiriyorlardı. Bazen onlara gidiyordum. Hep duyuyordum ama, hiç görmemiştim. Bir gittiğimde feci bir dayak faslına rastladım. Çocukların birisini alıp, duvara fırlattı. Yengeme art arda tokatlar iniyordu.

Bir süre sonra yengem çocuklarını alıp, baba evine gitti, dayımı terk etti. Ona çok hak verip, çok sevindim. Artık yengeme gidiyordum ziyarete. Dayım ne hali varsa görsündü. Sonra bir gün baktım, yengem geri dönmüş, dayımın elini öpüp, af dilemiş. Barışmışlar. Öylece kalakaldım.

Üçüncü ev olan diğer hâlâmın kocası keskin bir CHP'liydi. Halam eniştemin arkadaşlarının hanımları ile günlere gider, pasta börek yapar, örgü örer, Barbara Cartland vb Kitaplar okurdu. Oyun günleri olurdu, konken oynarlardı. O zamanlar pek tatlı dilli ve iyi bulduğum eniştem, hâlâmın öğretmenlik mesleğine devam etmesine izin vermemişti. Sonraki senelerde hayretler içinde karıların kocalarından izinsiz çalışma, ikamet etme ve seyahat etme izninin olmadığını öğrendiğimde bana, bunun ne kadar doğru olduğunu bir hukukçu olarak anlatacak ve beni yeni hayretlere gark edecekti.

Halamların eve Cumhuriyet, Akbaba alınıyor, hâlâmın oğulları Yaşar Kemal, İlhan Selçuk kitapları okuyor, Cem Karaca, Timur Selçuk dinliyorlardı. Sonra büyük olanı üniversiteye gitti, Pink Floyd'lar, Deep Purple'lar, falan girdi hayatımıza. Okula boş derste okumak için bir gün Yüzbaşı Selâhattin'in Romanı'nı götürdüm. O günden sonra, aram iyi olan iki-üç kişi bana pek soğuk davranmaya başladı. Ben de bir türlü sebebini anlayamadım. Sonradan anladım ki, meğer ben o kitabı okumakla solcu olmuşum, okulumuz da sağcı imiş.

Biz çıkalım kerevetine

Anlatacak çok şey var da, anlatmakla bitmez ki. Böylece büyüdük işte. Sonra üniversiteye geldim. İlk kez görüyordum İstanbul'u. Üniversitede özenle kız kıza ve oğlan oğlana gruplardan uzak durdum. Sonra "damardan çakılanlar" dan kurtulmak için uğraşılan, uğraşılan, uğraşılan yıllar, gidilen bazen arpa boyu, bazen tavşan sıçraması yollar, yollar. Kendimle barışalı çok oldu da, ne uğraştığımı ben bilirim. Yardımı olanları da unutmamalı. Kırk yaşımı devirdiğim halde, hâlâ kalıntılar bulup uğraşmaya devam ediyorum.

Tekrar eski günlere dönmek mi, Allah korusun. En iyi gün en son yaşadığımız gün, daha da doğrusu yaşayacak olduğumuz günlerdir bence.

Yorumlar

Yazınız çok hoştu. Sanki eskilerde beraber bir yolculuk yaptık, o anlarda da yan yanaydık. Pek pazla gizemli şeyler değillerdi ama yine de hayatın gizli kalmış taraflarını ortaya koymuşsunuz.

Bir şey daha… Eski günler eskide kaldı fakat yine de "keşke"ler hayattaki tek avuntumuz…

Gökhan Şilli - 7 Kasım 2007 (2:00)

2002'nin nisanında yazılan yaşanmış bir anılar demetini, 2008 in başında okuyabildim.

Cinsiyetlerimiz farklı olsa da aynı zaman diliminde yaşamışız. Bazan yaşadığım zamana dair bişeyler yazmak isterim ama birde bakarım ki birileri çıkmış o dönemleri öyle güzel anlatmış ki! Bana da hafif tebessüm ederek ve biraz da içim burkularak okumak düşüyor.

Öğrencilik yıllarımızda bir arkadaşımız "hocam icat edilecek bişey bırakmamışlar ki bize" demişti de hep gülmüştük. Şİmdi de ben diyorum bizim kuşaktan bizim döneme ait yazacak hiç bişey bırakmamışlar ki bize. İyi ki bırakmamışlar. Biraz kolaycılık oluyor ama varsın olsun.

Hem aynı zaman diliminde hüzünlerimiz de sevinçlerimiz de aynı değil miydi. Çocukken 12 martı, gençken 12 eylülü yaşamadık mı! Bizim kuşağın edebiyatçıları yazsınlar onları içimizden bişeyler hissederek okuruz. Teşekkürler Ayşe İmeryüz…

Ahmet Cem Deniz - 31 Ocak 2008 (23:30)

Teşekkürler Ayşe İmeryüz. Yazınız çok ama çok güzeldi. Vallahi kendi çocukluğumu okur gibi oldum. Ben öğretmen okulu mezunuyum. Daha sonra da üniversiteyi bitirdim. Biz de çocukluğumuzda tommiks,kızılmaske,zagor okurduk. Kitap elimizden düşmezdi. Daha sonraki yıllarda tüm ingiliz, fransız,türk ve alman klâsiklerini okudum. Benim de ev işlerinde hiç gözüm yoktu. Varsa yoksa kitap. Başka bir şeyle ilgilenmezdim. Annem "yeter artık kızım gözünü bozacaksın" derdi. Sen de ellerin kızı gibi çık dışarı gez derdi annem. Ya da eline bir tığ al bir şeyler örmeyi öğren derdi. Ben inatla ve büyük bir keyifle okumaya devam ederdim. Bu aralar 20 yıllık devlet memuruyum. Güzel bir karyerim varHâlâ en sevdiğim şey kitap okumak. En sevdiğim yerler kitapçılar ve sahaflar.

Melahat Erdoğan - 8 Nisan 2011 (10:51)

diYorum

 

Ayşe İmeryüz neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA