Patronsuz Medya

Vay be! On yıl geçmiş aradan!

Ali Türkan - 1994  


Şu aşağıdaki şeyi, 94 yılında hastanede yattığım zaman karalamıştım. Daha devamı da var ama bir türlü elim değip de o zamanlar not aldığım defterden bilgisayara geçirmedim.

1.Gün

Ne çok sevenim varmış. Hemşireler çıldırdı sabahtan beri. Seksen küsür ziyaretçi geldi bugün; ne güzel.

Ameliyat olursam, yüzde elli iyileşme şansım varmış. Yüzde elli, yani yarı yarıya (çocukken "fifti fifecek" derdik; bugünler içinmiş işte)… Ne boktan bir hesap. Yazı tura gibi bir şey. İyi de, bana hep tura gelir. Ya da ciddi ciddi fizyoterapi yapacakmışım. Ama bir daha yürüyememe ihtimali de çok yüksekmiş. Yaparız be! İşimiz ne? Yatıyoruz işte şurada.

Odam güzel mi acaba? Ne bileyim! Daha önce hiç hastaneye yatmadım ki. Vira bismillâh ve kafadan, bacakları dışarıda bırakıp geldim buraya. Bacaklarımın üstünde zor duruyor, hemen hemen hiç yürüyemiyor ve dehşetli acı çekiyorum.

Birkaç aydır kıçım sancıyıp bacaklarım karıncalanıp duruyordu. İkisi profesör sıfatlı beş deyyus, beş ayrı teşhis koydu. Yok, deyyuslardan biri doğru salladı ve hastalığın adını söyledi, müjde verir gibi sırıtarak.

Bi şey anlamadım tabii. Türkçe'sini söylese de anlamazdım. Ağaçların ve hastalıkların adını hiç bir dilde öğrenemedim. Hastalığın ne olduğunu anlayamadım ama paldır küldür bu hastanenin nöroloji şeysine getirdiler.

Ziyaretime gelip hastalığımı merak edenlere de "bi şeyim yok, dötü kırmışız biraz" diye şebeklik yaptım ben de.

Oda güzel mi, bilmiyorum ama kalabalık. Kapıdan girince sağda üç, solda üç yataktan oluşan altı yataklı bir odaya verdiler beni. Yanımdaki yatakta, II. Dünya Savaşı'nda Rusya'da savaşmış ve orada esir düşmüş bir pinpon yatıyor. Subaymış. Hemen ayakucuma doğru, karşıma gelen yatakta da gene Rusya'da savaşıp esir düşmüş bir Saksonya köylüsü. O iğrenç Saksonya lehçesiyle hiç durmadan konuşuyor.

İki yatak boş. Yani, birileri var da ben görmedim henüz. Benim sıramda, camın kenarındaki yatakta da Berlinli bir fırlama yatıyor. Yolda yürürken, birden yığılıp kalmış. Beyne giden damarlarında bi şey varmış. Bütün gün ziyaretime gelenlere bakıp bakıp sırıttı. Akşama da "senin aşiret mi?" diye geçirdi inceden. Şimdilik bulaşmadım.

Pis bir cıgara özlemi duyuyorum. Hani bi izin verseler, yarım paketi yerim. Odada yasak tabii. Karar verdim, cigara içemezsem, bana lâf sokana bulaşacağım; içersem yırttı. Onun da bi "yazı turası" olsun bakalım.

Gece…

Sigara içebildim. Daha doğrusu, şimdi hem cıgaramı tüttürüyor, hem de yanımda getirdiğim küçük deftere, bu şeyi yazıyorum.

Hemşirelerden biri halden anladı ve yatağın yanına bir tekerlekli sandalye koydu. Böylece cigara odasına tüyerek o dertten kurtuldum, şu altıma sürdükleri şeyi de kullanmadan geri verdim. Kenefe kendim gidiyorum ve yaşamayan pek bilmese de, hayatta böyle bir mutluluk da var işte.

Birkaç kere uyumayı da denedim ama mümkün değil. Odadaki pinponlar saatlerdir pancar motoru gibi… Dört tanker mazot yaktılar; hâlâ kesilmedi horlamaları. Kesileceği de yok. Ben de gündüz uyurum anasını satayım! Uyuturlarsa tabii.

Hoş, canım uyumak istemiyor pek. Oda sessiz olsaydı, bir daha yürüyememe ihtimaline kafa yorardım en azından. Amaan, kafa yorup da ne olacak? Yürüyemezse, yürüyemez insan.

Baktım ki, ne uyunacak, ne de bir şeye kafa yorulacak ortam var ve ihtiyarlar nöbetleşe kafa şişskiriyor, odadan çıkıp Taylandlı gece hemşiresiyle geyik çevirdim azıcık. Daha doğrusu, o konuştu ve ben söylediklerinden, anlayabildiğim kelimeleri birleştirip başka bir şey anladım. Sanırım, Alman hemşirelerden, onların burnu havada tavırlarından bıkmış kadıncağız. İki saat konuşmasından çıkarabildiğim bu.

Ve Tanrı, tıkaç denen şeyi yarattı.

Benim gibi uyuyamayanlar için, kulağa tıkıştırılan şeyler varmış. Pamuk tutamayan, pamuğu elleyince içi gıcıklanan o insanlardan olduğumdan, hemşirenin elindeki pembe pamuklara itiraz ettim önce. Meğer, o pamuklarla, balmumuna benzeyen bir şeyi sarıyorlarmış. Oh be! Sabaha doğru yatağa uzandım ve kendi nefesimi dinleye dinleye derin bir uykuya daldım.

2.Gün

Sabahın köründe ayağa diktiler. Önce oda kapısı açıldı gürültüyle, sonra da "Manuela, bir de buraya bak!" diye avaz avaz bağıran bir kadın daldı odaya. Yüzünde mekanik bir gülümsemeyle toptan bir "morgen" çekip yanımdakinin ateşini, nabzını ölçmeye başladı.

Adamın altına o şeyi de sürdüler ve ben, utanır diye sırtımı dönmeye hazırlanırken, o gayet rahat, bir yandan da yellenerek, benimle sohbet etmeye başladı. Bir den garip bir durumla karşı karşıya kaldım. Nezaket kuralları gereği, benimle konuşan birinin yüzüne bakmam gerekirken, hem adamı dinleyip söylediklerine uygun cevaplar veriyor, hem de elimde olmadan, hacetini gidermesini seyrediyordum. Boktan bi durum yani…

Sözün ortasına bi bahane sokup sigara içmeye tüydüm.

Vizite onda falan başlıyormuş. Üç dört saat zamanım var demektir. Şu tekerlekli sandalyenin tadını çıkartayım azıcık. Türk filmlerinde olur ya… İlle de saçlar şakaklarda kırlaşmıştır. Bacakların üstünde ekose bir battaniye; sırtta bi "robdöşambır"; boyunda fulâr… Bildiğimiz, "senin annen bir melekti yavrum" sendromu sonucu, bi şeyler olmuştur adamcağıza ve ekşimiştir.

Ekşimemek gerek. Aklım da çoluk çocukta. Bir de sakat kalırsam… Emekli maaşı diye bağlayacaklarıyla… Kafayı bunlara takma oğlum. İyileşmeye bak.

Filmlerde gördüğüm gibi topukladım tekerlekli sandalyeyi. Dışarısı da güzelmiş inadına. Kanala doğru salınan salkım söğütler, itleriyle gezmeye çıkanlar, işine, okuluna koşturanlar, çöpçüler, kumrular…

Şu saçları dağınık herif, manitasının yanında sabahlamış; her halinden belli. Şimdi aceleyle eve gidip yıkanacak, sonra da temiz bir şeyler giyip işine gidecek.

Şu kadıncağız da emekli. Köpeğini gezdiriyor. Noel bayramlarında veya herhangi bir belgeyi imzalaması gerektiğinde ziyaretine gelen iki oğlu vardır. Emekli maaşından biriktirdiği üç kuruşla torunlarına hediyeler alıp durur. Helmut ölüp piç gibi ortada bırakmıştır karısını. Gerçi, tanrı ruhunu kutsasın, boktan herifin tekidir Helmut ama, yalnızlıktan da iyidir.

Off, sıkıldım! Suyun kenarına ineyim bari.

Zor inersin. Ulan, hastane önüne merdiven yapmak kimin aklına gelmiş be! Şimdi dünyanın yolunu dolaşacağız.

Kuğular salınıyor suda. Salkımsöğütler de suda saçlarını yıkıyor elbette. Güneş ışıkları, karşıdaki binaların pencerelerinde parlıyor ve sabahlamış bir ayyaş, parkın ortasına gürültülü bir şekilde kusarak, güzelim manzaranın içine ediyor. "Ah ne yazık, ne yazık ki ona…"

Midem bulandı. Ne mide varmış herifte! Bitmedi bir türlü. Son yirmi dört saatte neler yediğini öğrendim deyyusun. Şimdi koşar tekerlek geri dönüyorum.

Birileri acıyarak baktı bana. Tekerlekli sandalyeyle tam gaz giden biri, acıma duygusuna neden oluyormuş demek ki.

Odaya geldiğimde, kahvaltıyı dağıtıyorlardı. Her yer hastane kokuyor; yiyemem. Hem kalktığımdan beri, yanımdakinin necasetinden az önceki ayyaşa kadar, iştah kaçıracak ne varsa gördüm. Bugün de bi şey yemeyiveririm.

Viziteye kadar sırt üstü yattım. Sonra onlar geldiler. Başlarında bir profesör, ardı sıra da asistanları ve öğrencileri… Odanın ortasında dikilip ve hiç birimizin suratına bakmadan, yirmi dakika kadar meslekî geyik yaptılar. Öğrenciler, söylenenlere ilgisiz, ellerini nereye koyacaklarını bilmeyen bir tavırla sırıtıp duruyor ve fırça yemekten korktukları için dinlermiş gibi yapıyordu. Yalnızca iki öğrenci, hocalarının kıçının dibinden ayrılmıyordu. Kesin, estetik cerrah falan olur bu ikisi.

Hoca, konuşması bitince, pek de samimi olmadığı her halinden belli olan bir ilgiyle ellerimizi sıkmaya ve hâl hatır sormaya başladı. Sıra en son bana geliyordu ve benden önce de yanımdaki ihtiyarın elini sıktı. Adam az önce hacetini gidermiş, sonra da o acaip şeyi tutup hemşireye uzatmıştı. Elini yıkamış mıdır acaba?

Viziteyi de kazasız belâ sız atlattık. Bana bir şey sormadılar. Hocaları, bacaklarımı kaldırıp eğerek, tabanlarıma metal bir şey sürerek falan, öğrencilerine uzun uzun bir şeyler anlattı ve geldikleri gibi çekip gittiler. Onlar gider gitmez de tekerlekli sandalyeye atlayıp doğru sigara içilen odaya seğirttim.

İlginç tipler var bu odada. Biri gırtlak kanseri. Gırtlağına sonda yapmışlar, sondanın ucunda da saydam bir tüp var. O tüpün içine bira dökmüş, doğrudan, "boru hattından" çekiyor yakıtı.

Bir de gencecik bir çocuk var. Kafatasının içine bir takım metaller yerleştirmişler ameliyatla. Öyküsünü anlattı. Kendimi tutamayıp o kadar güldüm ki, başta bozulur gibi olduysa da, o da bana katılıp kendini yerden yere attı.

Arkadaşları bir partiye çağırmışlar. Alkol, uyuşturucu falan… Kızlar da güzel. İkisiyle muhabbete başlamış ve konuşurken, sırtını şöyle bir cama yaslamak istemiş… Cam açıkmış ve bizimki sekizinci kattan, hooop! Öldürmeyen Allah, öldürmüyor işte.

Bir de ben yaşlarda bir çocuk var. Bedeninin bir tarafı tutmuyor. Eskilerin, "inme inmiş" dedikleri dertten muzdarip. Ağzı, kulağına yakın bir yerlere gitmiş. Huyu mu öyle, yoksa, kulağına yakın konuştuğu ve bu durumda çok gürültü olduğu için midir, bilmiyorum ama çok alçak sesle konuşuyor. Sol kolunu sağ eliyle tutarak hareket ettirebiliyor ancak. O da tekerlekli sandalyede ama birilerinin itmesi gerekiyor aleti.

Oğlu denizde boğulan ve intiharı deneyip becerememiş yaşlı bir Türk adamı var bir de. Gözlerimin içine bakıyor onunla konuşayım diye ama ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Ölümün, en başta da (belki de bana hâlâ uzak bir ihtimalmiş gibi gelmesinden) kendi ölümümün çok şakasını yaptım, belki en çok ölümle dalga geçtim ama dağ gibi oğlunu kaybetmiş bir babaya söyleyecek sözüm yok işte. Başın sağ olsun amca. Olur! Görürsem söylerim. Sıra bozulmuş anasını satayım! Tevekkül mü yeter buna?

Bir de benim çok sevdiğim bir tip var. İnşaat işçisi. Elli yaşlarında bir Alman. Benimle ısrarla tarzanca konuşuyor. Hani, meâlen anlatacak olsam, tabii Almanca ve şöyle gelişiyor konuşmamız:

Ben: Merhaba, şu çakmağı alabilir miyim?

Alman: Çakmak… Üstünde… Masa.

Ben: Hmmm.

Alman: Güzel hava. Sen seviyor Alman!

Ben: Fırsat buldukça severim Almanlar'ı.

Alman: Yatıyor neden sen hastane?

Gibi bir şeyler işte. Ben eğleniyorum ama birkaç iyi niyetli Alman genci, adama çıkışma gereği görüyor. İlginçtir, adamın zekâsı sınırlı ama iki dil arasında ışık hızında geçişler yapıyor. Bana dönüp "sen yok kızmak bana" dedikten sonra, çocuklara dönüp "gördünüz mü, kızmıyormuş işte!" diye hemen düzeltiyor dilini.

Sigara odasında epey eğlendikten sonra, odama geldim gene.

Bizim bölüme yeni bir hasta geldi bugün. Kesin, yüz yaşında vardır. Yatağını ittirerek getiren hastabakıcı evrakla ilgilenirken, koridorda rastladım kadıncağıza. Ben bu kadar zayıf, bu kadar erimiş ve bu kadar yaşlı bir insan daha görmedim. Gözleri iyice çukura kaçmıştı. Tam, "bu kadın ölmüş ama daha kimse öldüğünü söylememiş ona" diye düşünürken, gözlerini açıp bana baktı. Ne güzel gözleri vardı. Turkuazla başka bir renk arası ama o rengin adını bilmiyorum. Gülümsedim. O da bi şey yaptı yüzüyle. Umarım gülümsemiştir. Elini yataktan çıkarıp benim elimi tuttu ve zor anlaşılır bir sesle, "sakın yaşlanma" dedi.

Tamam. Şiarımız zaten. Hızlı yaşa, genç öl; cesedin yakışıklı olsun. Olsun da, şaka kaldırmayacak bir faça attın yüreğime teyzeciğim. Vurduk mu karaya durduk yerde.

Çağrılarım dayanılmaz olmaya başladı. Boyuna, ne olduğunu bilmediğim bir takım sıvıları içiyor, iğneler oluyorum. Küçük plastik şeydeki o sıvı, ağrı kesici sanırım. İğnelerin bir kısmı kortizon galiba. Şu küçük olanları da bacaklarda kan bi şeysi içinmiş ama dinlemedim bile hemşireyi. Göbekten yestehliyorlar boyuna. Bir kısmı da şirden. Çakın be! Ecza dolabı gibi oldum iki günde.

Ama şu sıvı iyi. Kafayı bulduruyor, uyku getiriyor. Gene uykumu getirdi işte. Hazır ses seda yokken, ufak bir şekerleme yapayım. Birazdan ziyaretçiler gelir.

Az uyudum ama dinlenmiş uyandım. Hanım, çocuklar geldiler. Kalkarken tutunabilmem için yatağın üstüne taktıkları askıda, benim ufaklığı salladım; epey güldü. Büyüklerle de benim yatağı gemi yaptık. Sis düdüğünün boku çıkınca, hemşire de çemkirmeye geldi. Bu kadar çocuk kahkahasıyla, Avrupa Birliği'ne nah alırlar bizi!

Annem geldi. "Vah yavrum, vah evlâdım!" diyerek ayarımı bi güzel bozdu. Taş çatlasa, günde iki kere doğru zamanı gösteririm artık. Ama zeytinyağlı bakla getirmiş. Dere otu ve yoğurt da var tabii. Çocuklar da sevdikleri için, hep birlikte giriştik.

Yorganımın üstünde o biçim zeytinyağı lekeleri var şimdi. Gitti Avrupa Birliği gittiiiiiiiiii! Şark kurnazlığı yaptım ve yorganı ters çevirdim. Şerefli devletimiz de öyle yapmıyor mu zaten?

Birkaç da arkadaş geldi bizimkiler gittikten sonra. Dünyanın yiyeceğini getirmişler. Onlar da gidince, bir kısmını oda arkadaşlarıma paylaştırdım (onlara yalnız çiçek geliyor) ama hâlâ epey kayıntı var elimde. Şöyle fırlama bir arkadaşımın da limon kolonyasıyla portakal veya yeşil soğan getirmesini bekledim ama onun yerine bol bol çikolata, şekerleme getirdiler, sağ olsunlar.

Ziyaretçiler gittikten ve ortalık sakinleştikten sonra, yanımdaki adam benimle konuşma gereği duydu nedense. Söze nereden gireceğini de bilemiyor, her yüzyüze gelişimizde sırıtıyor falan… Tam söze girecekken, bakışlarımı kaçırıp bir süre eğlendim ve nihayet göz göze gelmeyi beklemeden, "biliyor musunuz, siz Türkler çok cesur bir halksınız" diye saldırdı muhabbete.

Biliyoruz anam! Hayatımız boyunca bu öğretildi bize. Koduk mu oturturuz. Galiçya'dan Yemen çöllerine kadar, her zaman, her yerde, en büyük Türkler! "Bayır yukarı savaş zor olur" falan dememiş, Cönk bayırında bile savaşmışız be! Sen Türk'e savaş göster. Göster ki, ne cesur olduğumuz anlaşılsın.

Gibi şeyler demedim tabii. Her cesur gibi, ben de alçak gönüllüyüm. Yalnızca, "bunu da nereden çıkarttınız?" diye saf saf sordum.

Ve geyik başladı. Türkler'in kahramanlıklarını anlatıyor. Kallipoli'de neler yapmışız. Dardanellen geçilememiş (Çanakkale geçilmez!). Geçilmez de "Yıldız sarayına çevrilen toplar" derken, birilerinin cinsel tarihinden mi söz ediyor tarih kitapları?

Bizimki anlatıyor ki, sıra kahraman olan başka bir halka gelsin.

Çok geçmeden geldi de. Siyah beyaz fotograflar eşliğinde (bu arada SS subayıymış) Doğu Cephesi'nden kişisel tarih… Yok, önce Fransa'daymış ama bunları doğuya sürmüşler ve memlekette kalan anasının damına da epey mart karı yağmış.

İçini çekip çekip "Fransa güzeldi" diyor. Paris'e ilk dalanların arasında bu da varmış. Fransızlar çiçeklerle karşılamışlar bunları. Karılar, kızlar, Bordo şarabı, Şanzelize…

Gece…

Saat üçe kadar "karılar, kızlar, Bordo şarabı, Şanzelize…"

3.Gün

Sabah gene o hemşire, gürültüyle daldı odaya. Yerimden sıçrayarak uyandım. Oda arkadaşlarımdan biri (karşı sırada, cam kenarında yatan silik herif) taburcu oluyormuş bugün.

Klark Kent, Süpermen; Klark Kent, Süpermen; Klark Kent, Süpermen…

Adam, sırtından hastane işi pijamasını çıkartıp "normal" bir şeyler giyince, birden mutasyona uğradı sanki. Vay be! Yıllarca boşuna alay etmişim Süpermen'in gözlüğüyle. Bi takar, hoop Klark Kent olurdu ve biz kerizler de yerdik sanki.

Yemeliymişiz. Hakikaten de, adamın üstüne bi asalet, bi azamet geldi. Giysi, aksesuar falan bir insanı bu kadar değiştiriyormuş demek ki.

Yanımdaki SS subayı eskisi, uyandığımı görünce, "nerde kalmıştık?" diye sordu teklifsizce… Sabahın köründe ve daha cıgaramı içmeden çekemezdim doğrusu. "Siz İkinci Dünya Savaşı'nda kalmışsınız ama ben bugün bir sigara içmek zorundayım" dedim ve vınnn!

Kanal kenarına inip sigaramı tüttürdüm. Akşama hanıma rica edeyim de, evdeki bayat ekmekleri falan getirsin. Şu kuğularla, ördekleri beslerim. Aha, dün kusan ayyaş herif… Gene kusuyor. Ağzına iç şunu be pezevenk! Sabah sabah gene keyfimin içine ettin. Aslında filmi yapılacak adam ha! Amma sıkı "şehir hikâyesi" çıkar bundan. Sabahları böyle Klark Kent, akşamları da Süpermen oluyordur.

Ben en iyisi sigara içtiğimiz o odaya çıkayım.

Bizim müdavimlerin arasına yeni biri karışmış bugün. Saçları epey dökülmüş, üç günlük sakallı, bacakları, göğsü epey kıllı biri ama eflâtun geceliğinin altından epey iri kadın göğüsleri görünüyor.

O camdan düşen çocuk (adı Lars) ayak üstü ve camdan düşer gibi anlattı öyküsünü.

Sevgilisi için kadın olmuş ama sonra da bunalıma girip intihar etmeyi denemiş yeni gelen arkadaş. Kendini, hızla gelen bir kamyonun önüne atmış ve yoğun bakımdan sonra buraya yollamışlar. İçerde bir takım sinirler zedelenmiş, bir bacak da alçıda. İyileşince psikolojik tedavi görecekmiş.

"Sevgilisi mi terk etmiş?" diye sordum. Mesele o değilmiş… Kadın olmak zor gelmiş bizimkine. Gerçi, memelerinden başka bir yeri kadına benzemiyordu ama bunalım bu, mantık dinler mi?

İntiharı deneyen Türk amca, yeni gelenin göğüslerine bakıp bakıp sırıtarak bana dönüyor ve başını hafifçe sağa yatırıp "cık, cık, cık" diye sesler çıkartıyor.

Amca bana bakarak böyle şeyler yapınca, odadaki herkes bana bakmaya başladı ve kilitleniverdim. Sanki o sesleri çıkartıp alay eden benmişim gibi gerildim.

Allah'tan, bizim bölümün hemşiresi içeri girip dikkatleri üzerine çekti de, ben de rahat bir nefes aldım.

Hemşire beni görünce "hah!" gibisinden bir ses çıkarttı ve yanıma geldi. Alt katta bir kadın varmış. Bir türlü ilâçlarını almıyormuş; hastanenin tercümanını da bulamamışlar, ben yardımcı olur muymuşum?

Sorulur mu?

Anında topukladım benim tekerlekli sandalyeyi ve sıkıcı ortamdan kaçtım.

Hemşirenin önü sıra kadının odasına kadar gittim. Ak saçlı, nur yüzlü, sevimli bir kadıncağız. Yatağın yarısını bile doldurmuyor; ufacık. Yüzü hep gülüyor. Odaya doktor da girdi. "Ah yavruuum, söyle de domuz eti vermesinler bana" diye yalvarmaya başladı kadın.

Domuz eti verilmediğini biliyordum ama gene de çevirdim söylediklerini. Doktor da onu sakinleştirici bir şeyler söyledikten sonra, ilâçlarını içmesi gerektiği hakkında uzun uzun açıklamalar yaptı.

Ben de, sessizce dinleyip her söylenene peki diyen teyzeye doktorun söylediklerini anlattım. İlaçlarını aldı ve doktor çıktı.

Ben kaldım. Biraz muhabbet ettik. Kimsesi yok muş. Çocukları olmamış. Kocası da ölünce, bi başına kalıvermiş kadıncağız. Hastalığının ne olduğunu bile bilmiyor. Parkta gezerken fenalaşmış, buraya getirmişler.

Neyim olduğunu sordu. Üzmemek için "kaza yaptım, yakında geçecek" dedim ama gene de ağladı ve benim için dualar etti. Çocukları sordu. Anlattım ve çocuklar geldiğinde ziyaretine geleceğimize söz verdim. Elimi tutup "gelirsiniz di mi?" diye yalvaran gözlerle baktı. "Geleceğiz tabii ama sen de ilâçlarını içeceksin, söz mü?" dedim ve o söz verince de ayrıldım odasından.

Doktoru aradım ama ortalarda yoktu. Acil'e inmiş. Başka zaman sorarım artık teyzenin hastalığını.

Odama çıktım. Yanımdaki subay eskisi, Stalingrad mevzuuna dalacaktı izin versem. "Uykum var" deyip yorganı başıma çektim. Almanya'ya geldiğimden beri sık sık dinlediğim ve sonu hep "biz değil Adolf Hitler yaptı" diye biten sıkıcı öykülerden biri daha. Yorganın altında yalnız kalabiliyordum en azından.

Uyuyakalmışım.

Uyandığımda, ziyaret saati çoktan geçmişti. Bizimkiler gelmiş, beni öyle görünce, uyandırmaya kıyamayıp sessizce gitmişler. Başucumda bir not ve peynirli börek buldum. Keşke uyandırsalardı.

Dünyanın böreği. Alt katta da domuz eti yedirmelerinden korkan bir teyze var.

Teyzeciğim yiyemedi peynirli böreği. Öğleden sonra, ben uyurken yoğun bakıma almışlar ama hiç umut yok muş. Komodinin üstünde, saçlarını bağladığı neon yeşili bir lastik duruyordu.

Gece…

O yüz yaşındaki kadın, sabaha kadar inledi. Birkaç defa avluya ve hastanenin önündeki parka gittim. Canım sıkkın. Teyze, sabaha doğru öldü. Hepsi bu ve bu kadar. Odasından, o neon yeşili saç lastiğini aldım; yorganı başıma çektim, ağlıyorum.

4.Gün

Gece hiç uyumadım. Bütün gün de kanal kenarında oturdum. Bu semtte arabasıyla gezerken kaza yapmış bir dazlak gelmiş. Sağını solunu yamayıp yoğun bakımdan doğru benim odaya yollamışlar.

(Bu kısmı daha önce yazmıştım galiba. Bilenler bilmeyenlere anlatsın işte.)

5.Gün

Hastanede ense yapmıyorum elbette. Fizyoterapi ile ilgili davalar sabahın yedisinde başlıyor ve çoğu zaman da akşama kadar sürüyor. Çamur banyoları, masajlar, ılık suyla doldurulmuş havuzda yürüme çabaları, çeşitli jimnastik hareketleri… Yavaş yavaş ilerleme de kaydediyoruz sanırım. En azından, geldiğim günkü kadar ağrım yok.

Kalabalıkta uyumaya da alışır gibiyim. Fakat, hastane yemeklerine elimi sürmüyorum. Allah'tan, bizimkiler bol bol meyva getirdiler. Sabahtan akşama kadar yalnızca meyva giriyor kursağıma. Çikolata, börek gibi şeyleri de istemiyorum. Zaten hareket yok; bir de kilo almayayım.

Sabahın köründe bağıra çağıra odaya dalan o hemşire dışında, bizim istasyonun hemşireleri de çok iyi ve güzel kızlar. Hele biri var ki, Marylin Monroe, Madonna ve Sharon Stone şeytan üçgeninin kesişme noktasına geliyor. Bütün hastane, hastanedeki her bir libido, üst bilinç, aşağı bilmemne, kötü emeller konusunda mutabık. Hani, buradaki hekimlerden birinin adı Lokman olsa, ilâç olarak kesinlikle tavsiye ederdi.

O Alman faşosuyla, bizim milliyetçi muhafazakâr delikanlı, bana karşı ittifak kurdular. İster istemez sert yanımı da gösterdim ve şimdi iyice rahatım odada. "Kesin lan!" diye bi celâlleniyorum, anında ses kesiliyor.

Yanımdaki gestapo eskisi, nihayet Stalingrad önlerine gelebildi. Yaşına hürmeti falan bırakıp "amma geçirmişlerdi size orada, değil mi?" meâlinde bi soru sordum ve acaip bozuldu. Beter olsun. Canım sıkkınken, bir de seninle mi uğraşacağım?

Gene de asıl "becerdiğim" iş, karşıdaki Saksonya köylüsüyle bunu, birbirine düşürmek oldu. Sıkı kavga ettiler. Hatta Saksonyalı, ağzını da bozdu bir güzel… Şimdi küstüler, konuşmuyorlar ama yanımdaki de istediği gibi sallayamıyor artık.

Akşama doğru müjdeli haber geldi: Oda değiştiriyorum.

Ne zamandır doktorlara ekşiyip duruyordum. Sonunda bugün üç hastanın da taburcu olduğu, üç yataklı bir odaya verdiler beni. İnanamadım ve "ne yani, yalnız mıyım odada?" diye sordum. Acil bi durum olmazsa, oda boşmuş.

Nihayet, adam gibi bir uyku çekeceğim. Geldiğimden beri en uzun üç saat uyuyabildim. Hep bölük pörçük…

Eşyamı toparladım ve odadakilerle şöyle bir vedalaşıp yallah yeni odama. Hemen pencere kenarındaki yatağa çöreklendim tabii.

Bizimkiler ziyaretime geldiğinde yıkanmış, tıraş olmuş, adama benzemiştim azıcık.

Ablası, "boşuna tıraşa para verme, o parayla dondurma alırız" diye, sakallarımı düzelttiğim tıraş makinasıyla bi güzel kuşa çevirmiş oğlanı… Küçük kız da parmağını kesmiş; yarayı burnuma doğru uzatıp otuz saniyede bir öptürdü. Boş yatakları görünce, iki büyük, "burada kalalım" diye tutturdular ve kalamadıkları için de ağlaya ağlaya gittiler. Küçük kız da onlar ağlıyor diye ağladı. Anneleri, "evde ne konuşmuştuk" diye susturmaya kalktı ama lâf anlatamadık.

Odada yalnız kalınca da dertler geçirmeye başladılar inceden. Zaten iki aydır doğru dürüst çalışamıyordum; burada da en az üç ay kalacağımı söylüyorlar. Beş ay bir yerlerden gelir yok yani. Cebime üç kuruş fazla girsin diye, maaşı iyice düşük göstermiştim. Sigortadan komik bir para geliyor. Hanım sosyal yardım falan alacak ama ne kadarcık para ki? Çalışmadığım süre içinde de epey borç yaptım arkadaşlara… İki aylık kira, üstüne taksitler… Ne yer, ne içerler? Oof, of! Viran olan hanede evlâd ü iyâl var.

Ööle, hüzünlene hüzünlene ve sırt üstü yattığım halde, türküler söylemeye başladım.

"Bölemedim felek ilen kozumuuu! Güldürmedi şu cihanda yüzümüüüü, anam yüzümüüü!"

Geldi dikildi işte gene "ben burada ne arıyorum?" sorusu. Hadi gelsin, "kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi" tripleri. İyi ki yalnız kaldım; anında bayrak yarıya iniverdi be.

Bak, dışarıda ne biçim bi hayat var. Millet kanal kenarına çökmüş, kahkahalar ta odama kadar geliyor. Hele biri, bir kadın, kristal bir şeyin kırılması gibi bir ses çıkartıyor gülerken. Şişman olduğunu tahmin ediyorum. Billur gibi bir sesi var. Kanalın öteki tarafında da, babanın biri cigaralığa vurmuş, en imansızından saksafon solo çekiyor. Adam ermiş be! En pes seslerde konuşturuyor aleti. Tam, "yakarım lan bu dünyayı!" moduna geçiyorum; bir koyuyor tizlere, "yürrrrü bee, kim tutar seni!" oluyorum.

Bööle, iniş çıkışlı duyguların sallantısı, beşik etkisi yapmış olacak ki, hayatı dinleye dinleye uykuya dalıvermişim.

Gece birini getirdiler odaya.

Tam da Miles Davis'le "cem seşın" yapıyorduk rüyamda, kapının sesine fırladım yerimden. Boş yataklardan birini çıkartıp adamın yatağını ittirdiler.

Şöyle bir baktım; kırklarında bir adam. Hâlâ ayılmamış. Yüzü de, teşbihte hata olmaz, ayazda kalmış bekçi çükü gibi morarmış. Yoğun bakımdan "direkman" buraya geldiği belli.

Hemşireler, az önce kapıyı kıracakmış gibi açan kendileri değilmiş gibi, ayaklarının ucuna basarak ve fısıltıyla "iyi geceler" deyip çıktılar odadan.

İyi de, nesi var bu adamcağızın? Neden böyle morarmış ve hâlâ baygın?

Dinledim. Sesi sedası da çıkmıyor pek. Adam gibi bir uykuya hasret kaldığım için, gözlerimi kapatıp yeniden uykuya daldım ben de. Nasıl olsa yapacak bir şey yoktu.

Bir takım garip seslerle de uyandım uykumdan. Hani, cami kubbelerine falan yuva yapan leylekler, gagalarıyla bir takım sesler çıkartırlar ya, işte o ayarda bir şey; bir takırtı.

Dinledim… Ses, yeni gelenden çıkıyor. Yahu, bu ses insanın neresinden çıkar ki? Şöyle bir doğrulup baktım; başucumdaki lâmba, orayı aydınlatmıyor; bi şey göremedim.

Hastalığını da bilmiyorum ki, bir resim çizebileyim en azından. Bir den, adamın ölmek üzere olduğu gibi bir hisse kapıldım. Göz göre göre gidiyor ve ortalığı ayağa kaldırıp yardım istemeye çekindiğim için vebali de benim boynuma.

Hemen komodinin kenarındaki kırmızı düğmeye bastım ve heyecanla hemşireyi beklemeye başladım. Adamın çıkarttığı seslerin dozu da gitgide artıyordu. Bi daha bastım düğmeye; bekleyip bir daha; bi daha…

Hemşire, nihayet, salına salına geldi, Alman aksanıyla Taylandca (veya tersi) bir şeyler söyledi. Korka korka, "ölüyor galiba" dedim…

Şöyle bir eğilip baktı…

Uzun lâfın kısası, adam dişlerini gıcırdatıyormuş. İyi de hiç mi gıcırdayan diş duymadık? Kaç dişli bu herif? Kendine gelince bakacağım; eğer dişleri beygir dişi gibi değilse, sorarım hesabını.

Adamın gıcırtılarını dinleye dinleye, yeniden uykuya daldım çaresiz.

Uyandığımda da yeni oda arkadaşım çoktan uyanmış, gürültüyle yelleniyordu. Utanır falan diye, biraz daha uyuyormuş gibi yaptım ama bizimkinin kıçının susacağı yoktu. Hadi bu neyse de, her yellenişinde, bir de "oooh!" demesi yok mu… Ağzı dursa kıçı konuşuyor tipi bir komşu edinmiştim galiba. Hadi hayırlısı.

Sırtım dönük olduğu halde, çıkardığı seslerden ne yaptığını anlıyordum az çok. Kalktı, dişlerini fırçaladı, gürültüyle gırtlağını temizledi lavaboda. Sonra da kapıyı çarpıp çıktı odadan.

Ben de yataktan kalkıp tekerlekli sandalyeme kuruldum. Canım, dehşetli kahve çekiyordu bu sabah. Ama hastanenin o bulaşık suyu gibi kahvesini değil, şöyle orta şekerli, bol köpüklü, tam taşarken ateşten alınmış, hadi olmuşken gümüş zarflı bir fincanın içinde en hasosundan…

Komodinin çekmecesindeki bozukları saydım, anca iki paket kibrit alınırdı. En azından yakınlardaki kafelerden birine gider, bi kapuçino falan içerdim para olsaydı. N'apalım, gene hastane kahvesine talim.

Kahve fincanını bacaklarımın arasına sıkıştırıp, döküp de münasebetsiz yerlerimi yakmamak için azami gayret göstererek, sigara içtiğimiz odaya girdim. Neymiş? Şu tekerlekli sandalyelere, şişe, bardak koyacak bir düzenek yapmalı.

Girdim ve aman Allah'ım! Bir afet! Bir dilber!

Hemen Lars'ın yanına gittim, "kim bu?" diye sordum. Bir hatun ki, tarif edilmez. Boy, en azından bir seksen; ağız, burun hokka gibi; bacaklardan biri alçıda ama sağlam olanı belli ediyor nasıl bir şey olduğunu; eflâtun bir sabahlık giymiş, bedeninin tüm hatları, ille de iri göğüsleri belli oluyor.

Lars gülerek, "yabancı değil, iyi bak" dedi. Nasıl yabancı değil be! Bi görsem bir daha unutur muyum bunu? Unutmam ama Lars'ın kikir kikir gülmesinden de işkillendim. Hakikaten de yabancı gelmiyordu kadın ama…

Kendisinden söz ettiğimizi anlamış olacak ki, o afet de dile gelip "ne konuşuyorsunuz iki kafadar bakiim?" diye sordu. Sordu ama şurup gibi bir vamp sesiyle değil de, nara atan bir kenar mahalle bitirimi gibi, en babasından bir erkek sesiyle.

Gayri ihtiyarı bi "hassktiiir!" çıktı ağzımdan. Suratım öyle bir hâl almış ki, odada kim varsa bastı kahkahayı.

* * *

Yeni oda arkadaşım, kendisiyle barışık bir adamdı.

Bunu şuradan anladım: Dağarcığında her şey ve herkes için bir eleştiri vardı ama ben ne zaman ağzımı açıp da "ama" diyecek olsam, "sen kendinle barışık değilsin" diye lâfı ağzıma tıkayıveriyordu.

Yalnız bana değil, her gün ziyaretine gelen sevgilisine, doktorlara, hemşirelere de davranışı böyleydi.

Baş ucunda Doğu felsefesine ait kitaplar duruyordu. Epey de bilgiliydi o konularda. Çok sakin, karşısındakini sinirlendirdikten sonra, "sinirlenecek ne var?" diye çıldırtan o adamlardandı.

Hastanede üç hafta kaldı. Bütün gün böyle kendisiyle barışık, kendi dışında herkesle kavgalı ve geceleri de dişlerini gıcırdata gıcırdata yaşadı.

Son iki hafta da ne benimle, ne de Hannes'le tek kelime konuşmadı. Boyuna yellendi ve "oooh!" dedi ardından.

Hannes'cik

Bunca şeyi, Hannes'i anlatabilmek için yazdım aslında ama daha öncesi de var.

Onu da artık bir başka sefere anlatırız. Şimdi uyumam lâzım.

5. Gün (Gece)

"Kendiyle barışık" oda arkadaşımla iki lâf etmeye kalktım ve hemen ağzımın payını aldım. Geceki diş gıcırdatma olayını şaka yollu anlatmak istedim, "ben dişlerimi gıcırdatmam!" dedi. "Ulan, biz yalan mı söylüyoruz dürzü?" diye sormak yerine, hiç tanımadığım birine ayıp ettiğim düşüncesiyle, ben de alttan almaya başladım ve dehşetle gördüm ki, bu durum adamın hoşuna gidiyor.

Önce küçük bir parantez açayım şuracığa.

Çok kavga etmiş, zamanında, her halt yüzünden tartışmış biriyim (işte "zamanı" o zamanlardı). Bir daha yürüyememe gibi bir durumla karşı karşıyaydım ve ne zaman yalnız kalsam, ziyaretime gelen dostlarımı; herkesin içinde sık sık itin kıçına soktuğum patronumun, yastığımın altına -çaktırmadan- para koyuşundaki özeni; keskin ilkelerim ve hayatın içindeki "fakir ama gururlu çocuk" duruşumla, kimleri nasıl kırdığımı falan sorgulamaya başlamıştım.

İnsanlık ölmemişti işte. Zor günümde, epey insan vardı yanımda. Ufaktan ufaktan, "oğlum, kendine biraz çekidüzen ver; söylediğin sözü iki kere düşün ve öyle söyle" tarzı bir ayar çekiyordum kişiliğime.

Bu kendisiyle barışık adamı da, nedense, bir sınav gibi görmeye başlamıştım. İnsanın zamanı bol olunca, zırvalıyor demek ki. Herife, "ulan bi daha ağzını açarsan senin yedi sülâleni" deyip susturmak da vardı ama ben ısrarla, sözünün sonunu getirmesini bekliyor, çoğu zaman da iyice alttan alıyordum.

Sevgilisi geliyordu adamın. Sekiz yıldır birliktelermiş. Her zaman öyle miydi bilmiyorum ama ezik, silik ve mıy mıy konuşan bir kadıncağızdı. Ağzını açıp bir şey söylemeye kalktığında, adam susturuveriyordu hemen. Dışardan bakan herkesin, kadına hak vereceği konularda bile, söz hakkı yoktu kadının.

Bir de "kendiyle barışık" kavramını hiç duymamıştım o güne kadar. Otuz yaşındaydım ama dünyayı öğrenememiştim bir türlü. Kırkıma geldim, hâlâ öğrenemedim. Bu gidişle, öğreneceğim de yok nassolsa.

Geçenlerde, birisi hakkında yazılmış bir şey okudum bir yerde. Yazan, "benim yirmi yaşında çözdüğüm gerçekleri, kırk yaşında çözmüş" gibi bir şeyler yazmıştı.

Ne kadar şık duruyor değil mi? Aman Allah'ım bu ne zekâ!

Ben, kazın ayağının öyle olmadığını düşünüyorum. Düzen, tın tın insanlar yetiştirmeye çok uygun. Basını, boku püsürü, insanları aptallaştırmak için elinden geleni yapıyor. Gene de, o insanlar, ne kadar aptal olurlarsa olsunlar, bazı kuralları öyle kıvrak bir şekilde kavrıyorlar ki, şaşkınlıktan dibim tavana vuruyor. Yirmi yaşında farkına vardıklarını iddia ettikleri "gerçeğin" o kurallarla ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum.

Gencecik insanların gözlerinde gördüğüm o "hayatı anlamışlık" dehşete düşürüyor beni. Hapşıran birine "çok yaşa!" demeyi bile beceremiyorlar ama işlerine yarayacak insanları ışık hızıyla ayırt edecek ve işe yaramayan ben gibileri de adamdan bile saymayacak maharete sahipler.

M-TV gibi müzik kanallarında, adına klip denen ve her şeyin aslında üç saniyelik görüntü kadar değeri olduğu anlatılan bir yaşam anlayışının, içgüdüleriyle farkına varmış yeni bir insan türü doğuyor. Üç saniyelik değerler dünyasında, şık ambalajlı sözlerle hayatı idare ediyor; hep kendilerine yontuyorlar.

Elimden gelen bu. Keşke, "yeni insanı", onun hamam böceğine dönüşmesini, Kafka gibi anlatabilseydim ama tarzımız farklı. Ben yoğurdu, sulandırarak, ayran şeklinde "yiyorum" .

(Soba tüttü. Onunla ilgilenirken lâfın ucu kaçtı. İlerde, gene açarız bu konuyu.)

Parantezi kapatıyor ve mevzua dönüyorum gene. Bi dikili ağacım olmasa bile, hayata sık sık açtığım parantezlerim var bööle. Şeytan ayrıntıdaysa, hayat da parantezlerde gizlidir.

Benim "kendiyle barışık" hot zot ederken, Lars daldı odaya. Akşama havuzun başında eğlence varmış. Onlar içkileri falan ayarlamışlar ama kapıyı açacak biri lâzımmış. Sırıtarak, "Türkler hırsız olur ya, bi de sana sorayım dedim" diye kılçık attı.

Matematik okuyor deyyus. Bacaklar da o biçim işliyor. Ey güzel Allah'ım! Hayatı boyunca masa başında çalışacak bu herifin kafayı kırarsın, benden de bacakları alırsın. Adalet mi bu?

"Sen bi matkap bul, kapı kolay" dedim ben de. İt herif sırıtarak, "matkap işi tamam" dedi ve çıktı odadan. Bulur mu, bulur bu herif. O zaman da bütün fırlamalar makaraya sarar beni.

Oda arkadaşım, "hastanede eğlence düzenlemek yasaktır" falan dedi ama dinlemeden çocukların yanına gittim; birlikte aşağıya indik.

Havuzun kapısına şifreli bir düzenek yapmışlardı. Sayılarla aram iyidir; şifreyi aklımda tutmuştum ben de. Gene de kilitlemişlerdir diye umudum yoktu pek ama numarayı verince "bızzt" diye bir ses çıkartıp açıldı kapı.

Bi baktım, kasalarla bira, karton karton votka, viski, çerez… Başka bölümlerden manitalar da geldi. Hepsi Lars'ın tezgâhı… Kırk yıl düşünsem, hastanede alem yapmak aklıma gelmezdi. Hem de havuz başında.

Bir kız vardı. Fransa'da tatildeyken, motosiklet kazası yapmış. Sağ bacağına boydan boya dikiş atmışlar. Renoir'in bir tablosundaki bir kıza benzetirdim gördükçe. Hastası vardı epey. İşte o manita da mini etek giyip gelmiş fazladan. Koltuk değneklerine basa basa yanaştı, tam yanıma dikildi. Taş çatlasa yirmi yaşında. Ulan şeytan! Bacağındaki dikiş izini gösterip "çorabın kaçmış" dedim. Kikir kikir güldü. Tamam abi, buradan devam eder bu iş.

Birer kâğıt bardak kapıp votkayla başladık. Çoşkun'dan ve Nuri Alço'dan o kadar feyz almışım. Sayılarla da aram iyi ya, hesap o biçim. Üç kadehte çakır olur bu, sonra kanal kenarına doğru uzarız. Kötü bir niyetim de yok. Pinponlardan bunaldım, güzel bi manitayla sohbet edeceğim, azıcık gözüm gönlüm açılacak; hepsi bu.

Bu aldı bardağı, hoop, bi dikişte. "Tamam" dedim, "yaşı genç ya, gösteriş yapıyor, üç kadehe de kalmaz."

Sen öyle san! Benim tek göz kapandı, ablam hâlâ fondip. Kız, karaciğeri de mi bıraktın Fransalarda? Şurda, kırk yılın başında birini kötü emellerime alet edeyim dedim, başımıza gelene bak. Kötü emelimden gümbürtüye gideceğim neredeyse. Tek gözü kapatmasam, taklaya gelip havuza düşeceğim. Sanki sağ tekerleği kaldırıma bindirmişim de, rot - balans yerle bir.

Bizimki yarım şişe de viski devirip "şimdi kanal kenarına gidebiliriz" dedi. Nasıl yani? O kadar "olmuşum" ki, bir ara sormuşum bile ben bunu. Kikiki gülüp "sen içme be, bozuyor" diyor bana. Bi şişe votka, bir de viski kapıp uzadık.

Biz havuz başından ayrılırken, boynunda korse olan biri, yere sırt üstü yatmış, olduğu yerde fıldır fıldır dönerek, "breakdance" yapıyordu. Koltuk değnekli biri de aynı müziğe başka hareketler (Grand Master Flash and the Furios Five. Rap'in Allah'ıdır baba. "Siyasi" takılır). Lars da havuzun kenarına sırt üstü uzanmış, kafa da suyun içinde. İçerdeki metâlleri soğutuyordu galiba.

Ne kanal kenarıydı be! Yeşilliğe uzandık. Dolunay vardı domuzuna (deniz olmayınca "mehtap" demem ben ona) ve kızcağıza, sabah beşe kadar, eşimin ne kadar harika bir insan olduğunu anlattım. Vicdan, alkolü kündeye getirince, manitaya el ense çekme niyetim de güme gitti tabii. Allah'tan, onca içkiden sonra kıspeti batırmadım da adam gibi odama gidip çıkarttım yeyip içtiklerimi.

Bana bi şeyler söyleyen oda arkadaşıma, Türkçe, "sittir lan!" deyip bi güzel sızdım.

Biz havuzdan ayrıldıktan beş dakika sonra baskın olmuş. Sağı solu ameliyatlı yığınla hastayı derdest edip odalarına çıkartmış doktorlar. Birinin ciddi ciddi kanaması bile varmış. Lars'ı da ne yaptılarsa ayıltamamışlar. İki gün ortalarda görünmedi zaten. İçki yaramıyor bu çocuğa.

6. Gün

Uyandım. Ağzımın içi zehir gibi. Her alkol sonrası geyiği tabii: "Bok vardı o kadar içecek!"

Sigara içtiğimiz odaya gittim. Geceden birkaç döküntü kalmış. Ameliyatla kadın olan arkadaş, gene erkek haliyle ortadaydı. Yüzü de yeşile yakın bir renk almıştı. Yalnız, gırtlağı sondalı olan, mutat çekiyordu demini. Anlaşılan, geceki eğlenceden birkaç şişe stoklamıştı bir kenara.

Tadı yoktu hiç bir şeyin. Midem bulanıp duruyordu. En iyisi akşama kadar yataktan çıkmamaktı. Zaten cumartesi olduğu için, masaj falan yoktu bugün.

Odaya gittim. Dağ gibi bir adam gelmiş. Neresinden baksan, iki metreden uzun boyu var. Hemen hemen hiç Almanca bilmiyor. İnşaat işçisiymiş. Buncağız şeyi anlatana kadar bile, keserden tuğlaya, yığınla şeyi eliyle tarif etti.

Bakarsan, bir şeyi yoktu adamın. Lavaboya falan kalktığında, biraz bacakları titriyordu, o kadar. Ellerimle sordum hastalığını, "bilmiyorum" gibisinden bir hareket yaptı.

Hastanede personel kısıtlamasına gidilmesin diye, bazen şişirirler böyle. Berlin'in yarısı tatilde olduğu için, boş yatak kalmaması için uğraşır doktorlar; öyle bir hastaydı sanırım. Kış olsa, iki aspirin yazar, eve yollarlardı mutlaka.

Ben böyle düşünürken, odaya birkaç hemşire ve doktor girdi. Nerdeyse bize göstermeye çalıştıkları bir özenle eldivenlerini giydiler ve adamdan kan aldılar önce. Nabız, şu, bu da ölçüldü tabii.

Sonra da adamı ayağa dikip "şunu yap, bunu yap" diye bir takım hareketler gösterdi doktor. En basit hareketleri bile yapamıyordu. Kollarını iki yana açınca, hemen yanında dikilen hemşirelerden birinin üstüne devriliyordu. Nesi vardı bu adamcağızın be! Şimdi sorsam, söylemezlerdi, biliyorum.

Benim sandalyeye atlayıp "müsaadenizle" deyip geçtim yanlarından. Kapının önünde, dosyaların konduğu tekerlekli bir masa vardı. Doktorlar, bunu ittirerek kapı kapı geziyorlar, alttaki askıdan, o odadaki hastaların dosyalarını çıkartıp masanın üstüne koyuyorlardı.

Çaktırmadan baktım, ileri derecede syphilis bilmemne. Şey değil miydi bu? Frengi be! Tedavisi mümkün olmayacak derecede ilerlemiş hastalığı. Ardından Latince bir şeyler…

Burkuluverdim. İri yarı adamların, o saf, çocuksu gülüşü vardı yüzünde. Gidiyordu dağ gibi adam. Bi şey geldi, bir yumruk gibi oturdu şurama. Sigaralarımı da komodinin üstünde unutmuştum.

Birden bastı hastane. Her şey üstüme üstüme inmeye başladı. O güne kadar hiç yaşamamıştım öyle bir şeyi. Tavan, duvarlar, koridorda dolaşanlar, kenardaki sandalyeler, ne varsa üstüme binmişti sanki. Omuz veriyordum, kaldırmaya çalışıyordum ama nafile. Nefesim daralıyordu. Avazım çıktığı kadar ana avrat gidiyordum. Bir de duvarı yumruklamaya başladım. Çıkmalıydım buradan. Odadan doktor, hemşireler çıkmış, garip garip bana bakıyorlardı.

Kendimi zor attım sokağa. Sanki, kulağıma dayadığım bir hortumun öteki ucundan veya bir şişenin içine söylenmiş gibi "ali n'aber?" diye bir ses duydum. Baktım, hiç yabancı gelmiyordu seslenen. Nasıl yabancı be! Şeydi bu… En iyi arkadaşım.

"Eve götür beni" diyebildim yalnızca. "Paran varsa bi taksi tut, yoksa ittir şu sandalyeyi ama eve götür beni."

Artık yüzüm ne hâl almışsa, ikiletmedi söylediğimi. Taksiciye rica edip bütün camları açtırdım ve yolda kendime geldim azıcık.

Çocukların çığlıkları arasında daldım eve. Arkadaşım, yarım ağızla yaptığım "otursaydın" teklifini ciddiye bile almadan kapıdan ayrıldı.

Hemen kanepeye uzandım. Oğlan da tekerlekli sandalyeyle atraksiyonlar çekmeye başladı. Gözü de kara veledin. Ben bu kadar çevik değildim. Büyük çocuklardan dayak yememek için, ağaçların en ince dallarına kaçardım yalnızca. O zaman da taş atar, aşağıya indirip gene basarlardı sopayı. Sonra, patenti bana ait olması gereken bir yöntem geliştirdim.

Israrla dayak yemeye başladım. Belli bir zaman sonra yorulup bırakıyorlardı ama ben gene de üstlerine üstlerine gidiyordum. Ben gittikçe de onlar kaçmaya başladılar ve uzun bir süre rahat ettim.

Zilli (evdeki üç kediden biri, benimki) de beni karşılamaya geldi hemen ve "mirriööövn" diye afili bir selâm da çaktı. Büyük kız evde yoktu. İtleri gezdirmeye çıkmış, birazdan gelirmiş. Küçük kız üstüme uzanmıştı bile.

Az sonra da büyük kız geldi iki itiyle. "Alma şu hayvanları, bakamazsınız, ben de bakmam" falan demiştim ama sonra da dayanamayıp razı olmuştum. Gerçi ilki, büyük olanı, biraz emrivaki oldu. Geçen yıl Polonya'ya gitmişti bizimkiler. Kaldıkları çiftlikten almışlar bunu. Bir de sevimli hergele. Evde herkese kuyruk sallıyor, bi Zilli'yle bana diş gösteriyor. Zilli de sabah akşam basıyor buna sopayı. Hani, benim kedim diye söylemiyorum ama ööle köpek falan dinlemez, kodu mu oturtur. Ben bulaşmıyorum pek. Arada bi punduna getirip bi çakıyorum ama ciddi değil, şakacıktan.

Diğerini de komşunun iti enikledi. "Canııım" diye getirip burnuma dayadılar. Kıtık kıtık, ayakta zor duran, iki adımda bir yere devrilen salak bir şey. Sert yapacak ve kesinlike hayır diyecektim ama öyle sevimliydi ki itoğlu, sırıtıverdim ve sırıtınca da kaybettim tabii.

Üç kedi, iki köpek, akvaryumda altı balık (daha çoktular da yanlış balık seçmişiz, şu sağ kalanlar, diğerlerini yedi), gene bir komşudan aldığımız "Huji" adındaki hamster faremiz ve kediler ilişmesin diye, kafesini tavana astığım geri zekâlı kanarya ile dekor tamamlanmıştı. (Kanaryanın adını Zeki koymuştum.)

(Hamster faresinin adı Suzi idi ama ufaklık peltek peltek Huji dediği için, öyle kalmıştı adı.)

Büyük kızım da bir orta şekerli yapıp sehpanın üstüne koydu ve üstüme, küçük kızın yanına uzandı. Onları gören oğlan da en üste… Hah, Bremen Mızıkacıları gibi olmuştuk gene. Hanım da "bırakın da kahvesini içsin adamcağız" gibi bir şeyler söylüyordu.

Oh be! Evimdeydim işte. Bi daha da nah giderdim o hastaneye.

8.Gün

Kadınlar, yaşları kaç olursa olsun, çok mantıklı oluyorlar. En son, büyük kızımın, "iyi de neden gitmiyorsun?" sorusuna, şımarık çocuklar gibi "bana ne yaaa gitmiyorum işte!" derken yakalayınca kendimi, tıpış tıpış hastanenin yolunu tuttum gene.

O dağ gibi adamı, başka bir hastaneye sevk etmişler. Onun yerine de saçları portakal rengine boyamış bir çocuk gelmiş. Baktım, anadan üryan uzanmış yorganının üstüne. Aloo! Setriavret diye bi şey vardır be!

Kafadan geçirdim hesapta, "istersen don vereyim" diye. Pişkin pişkin sırıtıp "aaa çok iyi olur, gece batırmışım benimkini" dedi. Çaresiz, paket halinde olanlardan birini, fırlamalık olsun diye hediye edilen Snoopy desenlisini verdim. "Slip yok muydu?" diye sordu, gene pişkinlikle. "Ben bunları giyiyorum" dedim. Teşekkür ederek aldı. Şöyle bir baktı. "Biraz büyük galiba" dedi.

İstediğin fırlamalık olsun koçum! Eğilip baktım (daha doğrusu her şey göz hizamdaydı zaten), "biraz değil, epey büyük ama idare et artık" dedim ben de. Aynı dili konuşmaya başlamış olacağız ki, hop diye geçirdi donu kıçına gülerek.

Sonra da elini uzatıp "ben Hannes" dedi. Ben de ali ve on saniye öncesine kadar anadan üryan gezen bir herifin elini tutmaya da hiç niyetim yok. Kim bilir nerelerini elledi.

Tanıştık, gene yerine uzandı. Benim kendisiyle barışık oda arkadaşımı da çözmüş, bana göz kırpıp "n'aber Dalai Lama?" diye takıldı adama. Haaa, az önceki anadan üryanlığın sebebi, bizimkiymiş demek ki. Tüh be! Benim aklıma nasıl gelmedi bu?

Hemşire girdi odaya. Bana, "bir yere ayrılmayın, doktor bilmem kim sizinle bi şey konuşacak" dedi ve çıktı.

Hannes, "ne ayak?" gibisinden bi şey sordu. Ben de bilmiyordum ki. "Ne bileyim. Jinekologtur her halde. Bazen sıkışınca, bana danışırlar böyle" diye savurdum azıcık.

Doktor geldi. Ağzı da leş gibi içki kokuyor. Hafta sonu eve gitmenin kuralları varmış. Ööle her canı isteyen çekip gidemezmiş. Burası Dingo'nun ahırı mıymış? (Çeviriyi mealen yaptım tabii. Dublaj çevirisi yapmam gerekirse, "hey dostum! Saçmalama, çılgın mısın Hörbırt?" gibi bi şeyler söyledi.)

Görev başında içki içmenin hangi hastane kuralına uyduğunu sormadım. Konu o değildi çünkü. Özür mahiyetinde birkaç söz söyledim. Tatmin olmamış olacak ki, tekerlekli sandalyemi asabi bir şekilde kenara itti. Hannes'e de "siz de üstünüze bi şeyler giyin canım" deyip çıktı odadan.

"Ben sigara içeceğim" deyip kalktım yerimden. Hannes de birlikte geldi. Baktım, zor yürüyor. Her adımda canının yandığı belli oluyordu. Ona da bi tekerlekli sandalye ayarladık. Hemen, "var mısın yarışa?" dedi. Bu herif süzme fırlama be! Kaşıktan dönenin pilavı kırılsın. (İnteraktif yazarlık. Bakalım ne kadar dikkatli okuyor millet.)

Kapıya önce varan kazanıyordu. Koridordakileri kenara savura savura topukladık. Kaybettim. Herifin kollar sandal küreği gibi. Hem rüzgâr da karşıdan esiyordu.

O günden sonra da müthiş bir yarış başladı aramızda. Bilek güreşi, yüzme, bir nefeste en çok cigara içmece, en uzağa tükürmece, yol kenarından geçen kadınlar kime daha çok baktıca, kendisiyle barışık'ı delirtmece…

Akla gelebilecek her şeyde bir eğlence buluyordu. Bütün hayat, oyundu Hannes için.

Boylu poslu, yakışıklı bir hergeleydi. Şeytan tüyü var dedikleri cinsten. Her işini güler yüzle hallediyordu. Kölnlü'ymüş (içinden). "Baktım zamanı geldi, dünyayı gezmeye çıktım. İlk durak Berlin'di, buraya takıldık" diye anlattı öyküsünü.

Orta halli bir ailenin, el bebek gül bebek büyütülen tek çocuğuymuş. Çevresinin tutucu havasından bunalıp serseriliğe vermiş biraz. Eninde sonunda, babasının işinin başına geçecek, aile şirketini yönetecekmiş. "Sonu nasıl olsa belli, arayı kendim doldurmak istedim" dedi.

Adını bile bilmediği bir hastalığı vardı. Tam da bi manita ayarlamış ve kızın evine gitmişler, orada başına gelmiş ne gelmişse. Kız çığlıklar atmaya başlamış korkudan. Bedeninin bazı bölümleri, en çok da bacakları ile sırtının bir kısmı, şekilden şekile giriyordu. Bazen, sırt üstü yatarken, sıkıntıdan, küçük heykelcikler yapıyordu bacağına.

Hannes'le ilk gün böyle geçti.

Gece de epey sohbet ettik.

9. Gün

Yandaki odaya İzmir Eşrefpaşalı bir bitirim geldi. Sürekli gerdan kırarak, omuzlarını kımıldatarak, sözün arasına bol bol "anii" ve "abijim" sıkıştırarak konuşuyor.

Sağ elinin parmakları arasında, Oltu taşından bir tesbih dolanıyor hiç durmadan. Sigara yakacağı zaman, tesbihi şık bir hareketle bileğine çekiyor. Sigara hiç düşmüyor ağzından zaten. İçine çektiği falan yok. Sigaranın ucundan çıkan dumanı, önce burnuna alıyor, oradan da doğru ciğerlere. Sol kolu kırmış. Kafayı da yardırmış bir güzel. Sol bacak da dağılmış epey. Birkaç kere ameliyat edeceklermiş daha.

"Anii, dört kişi olmasalar abijim…" diye söze girerek anlattı ne biçim bi sopa yediğini. Fena hırpalamışlar çocuğu. Karı kız davasıymış. İyileşip herifleri dövmenin hesaplarını yapıyor. "Anii, öldürmediler ya beni, çok büyük yannış yaptılar abijim!"N"lerin üstüne basıyor konuşurken. O kadar alışmış ki, Almanca konuşurken bile "annniiii" diyor arada.

Hannes'e de "Hannnnnneeeees, ben tutayım sen kesss!" diye takılıyor. Çevirdim, anlamadı çorbacı. İyi de sana Eşrefpaşa'yı nasıl anlatayım ben?

Öğleye doğru patron geldi. Sevindim adamı görünce. Ziyaretçilerin sayısı gitgide azalıyordu. Taksici milleti arasından sevilen bir herifim ama görevini savan, bir daha gelme gereği görmemişti. Kızdığım falan da yoktu kimseye. Ben de öyle davranırdım her halde. Hiç bir çekiciliği yoktu hastanede birini ziyaret etmenin.

Patronun gelmesine sevindim ama derdi başkaymış. Şoförlerden biri kırmızı ışıktan geçmiş de, bu kaçıncı olmuş; ehliyetine el koyacaklarmış bir aylığına. "Sen nasıl olsa…" diye insafsızca hatırlattı gerçeği.

Öyle ya, benim bi işime yaramıyordu ehliyet. "Tamam, benim adımı ver polise" dedim. Bağırta çağırta yüz kâat da borç aldım.

Patron gidince, paranın seksen kâadını hanıma vermek üzere ayırdım, gerisiyle iki paket tütün aldım ve hastaneden epey uzakta, eskiden ara sıra takıldığım bir kafenin yolunu tuttum.

Yolda bir de sayısal loto oynadım el parasıyla. On milyon mark devretmişken, böyle bir kolon oynamak gerek. Kendimi ciddi ciddi, başkasından borç alıp kumar oynayan düşükler gibi hissederken, kafeye gelivermiştim bile. Tanıdık bir garson falan kalmamıştı eskilerden. En son, yıllar önce, bütün dünyayı gezip Berlin'e takılmış bir kadınla gelmiştim buraya. Vay be! Nerden nereye.

Benim yaşım yirmi falan olacak. O da otuz beşindeydi bu hesapça. Birkaç ay birlikte yaşamıştık. Bütün dünyayı gezmiş, hayatı tanımış bir kadındı. Ee, nasıl diyorlar sizin İngilizce'de, ablam "fuck around the world" mevzuunu yarmıştı kafadan. Zaten aramızdaki iletişim de bunun üzerine kuruluydu. Asyalılarınki şööle, Fransızlarınki bööle, Camaykalılarınki na bööle!

Arada bir "acaba bi şey mi ima etmek istiyor" falan diye işkillensem de epey güldürüyordu beni muharebe anılarıyla. Gene de sıkılmaya başlamıştım. Adam gibi bitirmenin yollarını aranırken, işte şu masada "sıkıldım senden" demişti. Hay Allah razı olsun! Ben de bunu söyleyecektim ama Avrupalılar gibi uygar olmadığım için, süslü sözler bakınıyordum üç dört yıllık çapkınlık tarihimde. Üzülür gibi yapmıştım tabii.

Sonra Elefteria vardı. Onunla da yağmurlu bir günde, şu köprünün üstünde vedalaşmıştık. Film sahnesi gibiydi her şey. Yunanistan'a gidiyordu. Bana da "gel" demişti. Akşamları karnı yarık pişirir, masaya mezeler koyar, işten dönmemi beklerdi. Bi halta da benzemezdi pişirdikleri ama niyet önemliydi. Yıllarca okumuş, yemek yapmayı öğrenememişti. Gitti, Batı Trakya'da bi klinikte çalışmaya başladı. Hayatının fırsatıymış.

Arada bir "gitse miydim?" diye çok sordum kendime daha sonra ama hayat -se -sa'larla yaşanmıyordu. Kasabadan bozma bir şehirde, bi Yunan milliyetçisine postu çizdirirdik belki. Belki de, zeytinliklerim falan olurdu şimdi. Bilinmez ki.

Garsona bi espresso söyledim. Bi de cigara yaktım. Ooh! Tepedeki kocaman bir ağaç, gölgesini salıyordu buraya. Yerlere çakıl taşları atmışlardı. Tahta masalar, tahta sıralar falan…

Biraz şeye benziyordu. Çocukken, Vatan caddesindeki çay bahçelerine giderdik annemle. Birinde, çocuklar için kukla oynatırlardı. İbiş olacak… Hippi zamanlarıydı. Limon yeşili, neon sarısı ispanyol paça pantalonlar; kocaman tokalı kemerler; maksi etekler, apartman topuk ayakkabılar. Ayakkabıyla çanta, ille aynı renk olacak. Kadınların saçlar omuzlarda, gerekince topuz yapılıyor. Erkekler de favorileri koyvermiş.

İki erkek vardı o zamanlar: Biri Alain Delon, diğeri de Tarık Akan. Kadın deyince de Brigitte Bardot ile Türkân Şoray gelirdi akla. Hadi bi de "o zamanların kadınları daha güzeldi" falan de şimdi. De ki, şurdaki çakıl taşlarıyla örtelim üstünü. Ulan, otuzunda bu ne geçmiş özlemi be! Şimdi'den hoşnut değilse insan… Hoş, Brigitte Bardot'un ayarında manita da görmedim bi daha. Belki, Sylvia Kristel biraz yanaşır ama Brigitte daha bi dolgundur etine. Gene de Sylvia'nın yeri başkadır. Nasıl başka olmasın? İlkini unutmazmış ya insan…

Amaan, kim bulmuş ki dibini?

Nerde kaldı bu kahve be! Şimdi garsonu bi güzel benzetmek vardı. Sakatım diye mi bu gecikme ha, sakatım diye mi?

Yok, daha eğlencelisi var. "Şu masaya geçebilir miyim?" deyip tekerlekli sandalyeyi bir yere takmak, sonra da paldır küldür devrilmek. Kızcağızda ömür boyu bi tekerlekli sandalye fobisi kalırdı her halde.

Gecikme için özür dileyerek kahveyi getirdi garson. Makinaya bi şey olmuş da. "Önemli değil, rica ederim" falan dedim ama bu makinaların İtalya'dan gelen yedek parçaları hakkında epey şey öğrendim gene de.

Çekil be güzelim. İtalya'dan gelecek bir yedek parçanın, ayarımı bu kadar bozmasına takmayayım kafayı şimdi. İyiyim böyle. Neyse, "bu bizden" deyip ayrıldı yanımdan. İyi, bi tane de patrondan içerim o zaman. Tekerlekli sandalye bonusu diye bi şeyle de tanıştık hayatta.

Kahveler iyi geldi. Her zaman yaptığım ve tanıyanlara "ayranı yok içmeye" dedirten şekilde, bahşişi de bol tuttum ve hastanenin yoluna vurdum gene. Birazdan masaj vardı ve anca yetişirdim. Bi de keyifli türkü tutturdum:

"Ötüvee de gül ibiğim, bi yool ötüveee!

Geniş olam gam zamanı değildiiir!"

İstanbulluleeeeeeğ! Burulaaağ bozuvereeeyo beni gaaaari! Memleketi özleyiveğdim enkine! Hoppa, asmam yıkıldı, suyu sıkıldı… Amaneeeey!

Beş yıllığına gelmiştim buraya. Biraz dünyayı tanır, askerlikten yırtar, gene dönerdim geriye. Bunu söylediğim herkes, biraz aptal, biraz da zavallıymışım gibi bakıyordu bana. Almanya bırakılır da Türkiye'ye gidilir miydi be!

Nasıl oldu, neler oldu ben de anlayamadım ve çoluk çocuğa karışıverdim. Beş derken, on oldu. Kim bilir, daha da kaç olacak? Şimdi bunları söylesem, birileri gene çıkıp "ulan, o biçim hastanede yatıyorsun, İstanbul'da olsaydın bok bulurdun bunu" falan diyecekti mutlaka.

Gene -se, -sa işte. İstanbul'da olsam, belki de sakatlanmayacaktım böyle. Belki de köpekler gülecekti halime. Nebliym, İstanbul'da değilim ve ona göre bir ayarla yaşıyorum. Demiri nem, adamı gam bitirir derler. Dervişliğe vura vura nereye kadar gidecek bakalım? Tek başına olsan, önemi var mı gittiği yerin? Yooook! Bu mu lan hayat o zaman? Çocuklarımızdan da mı pişmanlık duyacağız? Yok, pişmanlık değil de… Ne peki? Fakirlik anam babam, fakirlik.

- Hişt! Kendi kendine konuşmaya başladın.

- Biliyorum.

- Sus o zaman.

- Sen sus! Hem niye susayım ki?

- Kendi kendisiyle konuşana ne denildiğini bilirsin.

- Bilirim, "yalnız" derler.

Hah, bi delilik eksikti. Baktım, gelen geçen de bakışlarını kaçıra kaçıra benimle ilgileniyor, toparlandım şööle bi.

Nasıl bi şeydir acaba delirmek? Hani, kendi içinde bi dünya yaratıp o dünyada güzel bi şeyler de yaşıyorsa insan, fena bi şey değilmiş gibi gelir bana. Madalyonun öteki tarafında kâbuslar vardır mutlaka. O zaman yandık Marmara çırası gibi.

Hayat da böyle değil mi aslında? Tamam, felsefeye de sardık. Boşver, masaj öncesi iyi gelir felsefe. O yarma gibi herifin önüne uzanıp "anam, ben ruhu yumuşattım; sen şööle ense kulak takıl" falan demeli.

* * *

Masajdan sonra çamurlu bi şeyin içine sardılar. Oradan da merdiven çıkma talimine. Dokuzuncu basamağa kadar çıkabildim bugün. Hırslandım, ben bu hastaneden yürüyerek çıkacağım arkadaş! Dokuzu çıkan, kırk dokuzu da çıkar.

Oradan da cigara içtiğimiz odaya gittim. Kapıyı bir açtım ki, intihar etmeyi beceremeyen Türk amca ile intihar etmeyi beceremeyen dönme, birbirlerine girmişler. İkisi de kendi dillerinde sin, kaf… Araya girmeye falan niyetim yoktu hiç. Kimselere görünmeden çıktım odadan. Ben çıkarken, amca "mına goduumun arvat gılıhlısı" diyordu. Güler misin, ağlar mısın?

Odaya gidip yastığın üzerine "kanal kenarındayım" diye bir not bıraktım. Kendiyle barışık, benimle kavgalı olduğu için, konuşmuyordu. Hannes de ortalarda yoktu. Hani, bizimkiler gelirse, beni rahat bulabilsinler…

Yarım saat bekletmeden geldiler. Parayı hanıma verdim, sevindi. Hastanede bir iş varmış, çalışmayı düşünüyormuş. Hiç de sevmez çalışmayı. Her zaman yaptığım gibi, "boş veeeer, ben eve bakıyorum nasıl olsa" diyemedim. Çocukları bana bırakıp iş görüşmesine gitti. İyi de o çalışırken kim bakacaktı çocuklara?

Sevinçle geldi. Olmuş işi. "Gördün mü, burada da kurtuluş yok benden" dedi gülerek. Çocuklara annem bakacakmış ben hastaneden çıkana kadar. "Hayat müşterektir" gibi bir şeyler söyleyip avuttu beni. Kocaman bir boşluk bırakıp gittiler.

Gece

Cebimde sayısal kuponu var ya, kaptırdım hayallere.

En iyisi çiftlikti. Bastırıp parayı, alacaktın dağ başında bir yer. Gene de deniz olacaktı yakınlarda. Şöyle sağlam bir ev yapacaktın. Bahçede envaiçeşit bitki. Kedi, köpek, at, koyun, tavuk… Allah ne verdiyse dolduracaktın. Say ki, Nuh'un bahçesi. Kışları, karları gıcırdata gıcırdata çiftliğin etrafında bi tur; sonra da geç şöminenin karşısına, otur sallanan koltuğa, al kitabını, yak çubuğunu…

Baharla da telâş başlayacaktı. Kuzular, taylar, sıpalar, enikler, civcivler…

Evin biraz uzağına arı kovanları gelecekti. Et, süt, yumurta, bal, reçel, turşu bahçeden. Biberleri, domatesleri, patlıcanları kurutacaktın yazdan.

Bi köşe de bostan… Kavunun, karpuzun, hıyarın kırrralı yetişecekti. Kış kavunları da tabii. Şubatta mis gibi kavun da olacaktı rakının yanına. Bi de beyaz peynir. Hem de bizim çiftliğin peyniri. Kekikle beslerdim koyunları be!

Rakıyı da kendimiz damıtırdık. Tekirdağ'daki akrabalara yalakalık yapmanın ne alemi var, di mi ama?

Eş dost da gelecekti. Çoğunun böyle bi hayali vardı zaten. Baktın istiyorlar, onlara da bir ev. O zaman bir de yüzme havuzu isterdi ortaya. Ulan, olmuşken, kapalısı olsun bir de.

Çocuklar koşacaktı bahçede. Ağaçlara, tahtadan evler yapacaktık çocuklar için. Okula falan da gitmesinler. Biz öğretirdik gerekeni. Çok lâzımsa, sınava girerlerdi birkaç yılda bir.

Böyle kuru kuru düşünmek kesmedi. Kalkıp bir kâğıda planlar çizdim, hesaplar yaptım. İşin içine bunca insan girince, şöyle bir kilometreye bir kilometre olmalıydı arazi. İçinden bir de dere geçerse, tadından yenmezdi yani.

Araziye şu kadar gitse. Evlere de bu kadar… Ahırı, kamyonu, traktörü derken… Yuh, dünya kadar para kalıyordu geriye. (Kamyon, şey için gerekli: Dünyanın meyvası çıkacak bahçeden. Ye, ye bitmez. Hani bi kamyona doldurup fakir fukaraya dağıtır insan. Bebeği olanlara süt, garibanlara et falan da verilir).

Kâğıdın üstünde araziyi de böldüm. Bir kısmına hayvanlar için yem ektim; bir kısmı sera; bir kısmı meyva bahçesi oldu. Evleri şööle tepede bir yere oturtmalı, püfür püfür. Önlerine de veranda gibi bir şey. Kışın bi mangal yakıp oturursun verandada. Uzun saplı bi cezveyi sürersin mangala. Çocuklara korkunç hikâyeler anlatırsın. Tembel bi köpek ayaklarının ucunda uzanmıştır. Bulutlar geçer karşıdan.

Bir de ortak kullanılan bir yer gerek. Kütüphane gibi. İki de bilardo masası atarız ortaya. Dev ekran bir televizyon, maçlar için. Langırt masası da ister. Aileler arası turnuvalar düzenlenir.

Hannes de uyuyamamış olacak ki, başucundaki lâmbayı yakıp ne yaptığımı sordu. Kısaca anlattım. Bir sardı herifi. "Sen de gel istersen" dedim. Sahiden bana para çıkmış da, onu da çiftliğe alacakmışım gibi sevindi. Ulan, olur mu olur. Bi de kız alırız buna oralardan. Keyifli keyifli…

- Sahi mi? Beğenir mi beni Türk kızları? Diye soruyor.

- Beğenmek de lâf mı? Havada kaparlar!

- İyi de sünnet falan…

- Boşver! Vitamini kabuğunda zaten ama çok gerekirse, ben senin yerine olurum. Nasıl olsa idmanlıyım.

Sabaha kadar dalga geçtik Hannes'le. Hatta o, lotodan gelecek paraya boş verip babasının ölümü üzerine kaç para kalacağını hesaplamaya başladı. Daha da gençmiş babası. İster istemez lotoya döndük gene.

Hannes'in İngilizce de çatır çatırdı. Tamam, ben Türkçe ve matematik öğretiyordum çocuklara, o da Almanca ve İngilizce. Beni eve bırakan arkadaştan, marangozluk öğrenirlerdi. Diğer komşularımız da yeteneklerine göre bi şeyler öğretirdi işte. Gitar, saz falan da alırdık. Gerisini de doğa öğretirdi zaten.

Sahi ya, bi kenara da atölye yapardık. Biz de öğrenirdik marangozluğu.

Bahçeye de kocaman bir fırın yapardık. Ekmek orada pişerdi. Tepsiye eti, sebzeyi koy ver ikindiden fırına… Akşama da mis gibi hazır olsun yemeğin.

Kendiyle barışık da dişlerini gıcırdatmayı bırakıp bizi dinlemeye başlamıştı ama yüz vermedik pek. Şimdi bunu da alsak, çiftliği anında Orta Doğu'ya çevirirdi. Ben bi ara acıyıp Hannes'e kaş göz işaretiyle "onunla da konuşalım" demeye getirdim ama o "boşver" gibisinden bi el işareti yapınca, vaz geçtim.

Çiftliğin "siyasi" yapısına karar verip yattık. Öyle ya, oybirliği mi, oy çokluğu mu? Bi karar vermek gerekiyordu. Üçte iki çoğunlukta karar kıldık. Çocukların da yarım oy hakkı olacaktı on dört yaşına kadar. Şimdi tam oy versek, eşşoğlueşşekler iktidarı ele geçirip şuncağız derse de boş verirlerdi.

10. Gün

Huzurlu bi uyku çektim. Bi uyandım, Hanım başucumda dikilmiş sırıtıyor. "Beş dakika daha uyuyayım, kalkıyorum" dedim alışkanlıkla… Gülerek, "ne zaman kalkarsan kalk" dedi ve çıktı odadan.

Hastanede temizlik yapanların önlüğünü giymiş. Ne bekliyordun? Doktor kılığında mı çıkacaktı karşına? Öyle ya, ben ne işi olduğunu bile sormamışım dün. İyi, Hanım hastaneyi temizlesin, ben de bacakları iyileştireyim. Hayat müşterektir.

Eşrefpaşalı ameliyat olacaktı bugün. Gittim, daha getirmemişler odasına. Aşağıya inip sordum. İyi geçmiş ameliyatı. Yoğun bakımdaymış daha.

Oradan da fizyoterapiye.

Başında alem yaptığımız havuzdaydı bugünkü jimnastik davası. Boynumuza bi zırıltı takıp, sırt üstü suya uzanıyorduk. Sonra bacağını aç, kolunu şööle yap, olmadı bilmem nereni salla falan diye, kasları güçlendiriyorlardı.

Sonra da yandaki küçük havuza geçiyor, kenarlardaki demirlere tutuna tutuna yürüme talimi yapıyorduk.

Fizyoterapiden sonra yukarı çıktım gene. Eşrefpaşalı odasına gelmişti. Hannes'le ziyaretine gittik. Kendine gelmemişti daha. Arada "ah ulan çakal!" diye sayıklıyordu. Gözlerini açtı, beni görünce, "abijim, geberiyorum! Allah rızası için bi cigara" dedi. Yalnızdı odada. Hannes erketeye yattı; ben de cigara içmesine yardım ettim. Büyük hayır duası aldık ikimiz de.

Cigarayı içtikten sonra bayıldı. Daha narkozun etkisi geçmemişti tabii. Bi hayır duasına, yolcu ediyorduk çocuğu az kalsın. Baygınken baktım, tüm afra tafrasına rağmen, çocuk gibiydi yüzü. Yaşı kaçtı ki zaten? Olsa olsa yirmi iki.

Dandik bir evlilik yapıp gelmişti buralara. Bi Alman kadınına on bin mark vermişler nikâh için. Geldiğinden beri de sürünüyormuş. Bi süre Türk bakkallarında, pazar tezgâhlarında falan çalışmış. Şimdi de inşaat işçiliği yapıyormuş. Yozgatlı bir kızla tanışmış sonra. Kızın abisi, birkaç hemşerisiyle benzetmiş böyle.

Rahat durmaz bu hergele. Kızı da bırakmaz. Çıkınca göz kulak olmalı. Yığınla adam tanıdık şu taksicilik sayesinde. Belki birilerini sokabiliriz araya. Olmazsa, başka türlü bakarız çaresine. Bi hayır duası daha alalım. Alalım da, bu sefer de gebertmeyelim çocuğu.

Hemşireler gelip sağını solunu düzelttiler; serum zırıltısını değiştirdiler. Bize de sigara yüzünden bi güzel fırça attılar. Ben epey sabıkalı olduğum için, Hannes üstlendi sigara işini "ben içtim" diye. Oda leş gibi kokmuştu tabii.

Bizim odanın yolunu tuttuk çaresiz. Hannes de düşünceliydi. Sordum, Eşrefpaşalı'ya yardım etmenin yollarını düşünüyormuş. Bu çocuk Alman değil be! Anası zamanında bi günah işledi galiba. Bi Alman'da bu kadar delikanlılık olmaz.

Odaya gidip yataklara uzandık. Dakikasına Hanım geldi. Hannes'le tanıştırdım. Paydos etmiş de, eve gitmeden önce bi istediğim var mıymış. "Çocukları öp benden" dedim. Nasıl da belli oluyordu yorgunluğu. Evde yemek bile pişirmez. Daha önce, kaç kere, öğrendiği meslekte iş buldu da, çalışmamak için bin dereden su getirdi. Şimdi tutmuş temizlik yapıyor. Ulan hayat!

Kapıya kadar ben de indim. İnmişken, kanal kenarında bi de cigara içtim. Hava da bi güzel, saatlerce oturmuşum, hava kararmış. Baktım, bizim Hannes de inmiş. Tam seslenecektim, biriyle konuştuğunu gördüm.

Biz de camiden gelmedik buralara. Hayatı, büyük şehirde ne ayaklar döndüğünü az çok biliriz. Pek gözüm tutmadı konuştuğu herifi.

Hadi bugünlük de bu kadar olsun. Uykusuzluktan geberiyorum, yatıp uyuyayım azıcık. Devamı da az sonraaaaaaaaaaa! Bizden ayrılmayın.

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

47
Derkenar'da     Google'da   ARA