Patronsuz Medya

Para kazanma sanatı!

Ali Türkan - 26 Aralık 2001, Berlin  


Merhaba Necdet…

Bazı insanların para kazanmadaki, her şeyi paraya çevirmedeki hünerleri çok şaşırtıyor beni. Öyle şeyler yapıyorlar ki, kırk yıl düşünsem aklıma gelmez.

Ne kadar doğru bilmiyorum ama parayı seven insanların, aslında güçsüz, korkak insanlar olduğuna, paranın da korkularından kaçabilecekleri bir sığınak, bir güvence olduğuna inanırım. Cimrilikle korkaklık arasında doğrudan bir ilişki olduğuna da defalarca şahit oldum.

Şimdi, durduk yerde "gelmediler" bana. Yani sabah uyanıp da, "ulan bugün de şu 'ticaret erbabı'na bir güzel çatayım" diye düşünmedim.

Yaklaşık bir yıldır, hava koşullarına aldırmadan her gün yürüyüşe çıkıyorum. Hava koşullarına aldırmayacağım ama bu yıl kış (nasıl söylesem?) biraz sert geçiyor. Yani Almanya'da termometrenin -45'e (yazıyla: eksi kırk beş) kadar düştüğü yerler var. Gerçi Berlin epey sıcak. Birkaç gün eksi on falan oldu, şimdi eksi beş civarında ama insan gene de üşüyor.

Osmanlı, kışın hakkından gelebilmek için "şitaye" diye bir şey bulmuş, kışı bile uzun çubukla tütün içme kıvamında bir keyfe dönüştürmüş ama bu çorbacılar genellikle depresif oluyorlar kışları. Çareyi de alkole kaçmakta buluyorlar tabii. Ekim ayı başlar başlamaz, barları, önündeki bira bardağıyla sohbet eden adamlar dolduruyor. Herkes birbirinden kaçıyor. Sık sık kapını çalan, senden yumurta, salça isteyen komşuların bile, merdiven sahanlığında karşılaşınca, bir selâmı çok görüyorlar. Kimse, kimseye tahammül edemiyor yani… Psikoljide böyle bir başlık var mı, bilmiyorum ama bu ruh halini "alayınızın yedi sülalesini…" diye özetleyebilirim sanırım.

Bu durum bulaşıcı olduğundan, özellikle hava koşulları "uygun" olduğu sürece, tenha yerleri seçiyorum yürümek için. Kimsenin meymenetsiz suratına takılıp keyfimi kaçırmak istemiyorum çünkü.

Bu sabah, hava gene eksi bilmem kaç derece olduğundan, sokaklar zaten her zamankinden daha tenhaydı. Sokağa çıktım bir soğuk, bir soğuk… Az daha vazgeçecektim yürümekten ama "hadi ana caddeye kadar yürüyeyim de, fırından taze ekmek alayım" dedim. Noel bayramına az kaldığı için evlerin çoğu renk renk ışıklarla, İsa'nın doğumunu anlatan, kimin aklına geldiyse, "herhalde melek böyle olur" diye düşünülüp çizilmiş kıvırcık, altın rengi saçlı, tombul yanaklı, küçük pipili çocuk resimleriyle falan bezenmiş. Onlara baka baka yürüyor, bir yandan da dalga geçiyorum.

İsa geri geliyor (o zaman biz ateistler ayvayı yedik işte). Bir bakıyor, katolik papazlar ipek libaslar içinde, altın şamdanlarda mumlar yakılmış, altın buhurdanlardan amber tütüyor, ortalık sarı saçlı, mavi gözlü İsa heykellerinden geçilmiyor, üstelik Vatikan, yani onu çarmıha gerenlerin memleketi, merkez, yığınla da şube açılmış, bağışlar falan, paraya para demiyorlar… Amma şaşırırdı ha!

Herhalde "ben, Nasıralı İsa, yaşamı boyunca Romalılar'a çarmıh yapmış, bir don bir gömlekten başka hiç bir şeye sahip olmamış gariban marangoz ve bunlar; her şeyi paraya çevirmedeki bu hüneri, ben öğretmedim ki onlara…" gibi bir şeyler söyler, kıyamet mevzuunu hayırlısıyla sona erdirirdi.

Tam böyle tatlı tatlı dalga geçer ve İsa'yla sohbete hazırlanırken, öyle bir şey gördüm ki, hemen "bu dünyaya" geri dönüverdim.

Bizim semtin ana caddesinde bir çam ağacı sergisi vardı. Bu normal. İnsanlar bu aylarda çam ağaçlarını evlerinin baş köşesine oturtup süsledikleri için, neredeyse her köşe başında bir sergi var. Benim dikkatimi, serginin bir köşesinde soğuktan titreyen ve iki avucunun arasına yerleştirdiği çay fincanıyla ısınmaya çalışan satıcı çekti. Başında örme takkesi, sünnete uygun sakalları, değirmi çehresi, gene örme yeşil süveteri ve ayağındaki mes - lastikleri ile resmin ve Berlin'in hiç bir yerine oturmayan bir görünüşü vardı. Ne alâka yaa? Yani bu dini bütün müslüman kardeşimizin, yılbaşı çamıyla ne ilgisi olabilirdi?

Merakıma yenildim işte. Hep söylüyorum. Başıma ne geliyorsa, hep meraktan. "selâmünaleyküm" diye daldım serginin içine. Şaşırarak ve sevinerek aldı selâmımı. Öyle ayak üstü sohbete başladık.

Bir fabrikada çalışıyormuş. Öğleden sonraları ve hafta sonları da bu çamları satıyormuş. Dedim ya, insanların para kazanmak için akıllarına gelen şeyler hep şaşırtır beni, dayanamayıp sordum: "Para kazanılıyor mu bari?" Elini göğsüne götürüp "çok şükür abi, gâvurlar çok alıyor bu ağaçları" dedi.

Neden aldıklarını bilip bilmediğini sormaya cesaret edemedim bu cevap üstüne ama paraya kıyıp ufak boy çamlardan bir tane de ben aldım. Şimdi oturma odasının ortasında sorun oldu, evdekiler de benimle epey dalga geçtiler ama satıcıyı bir "din kardeşine" çam satma keyfinden mahrum etmek istemedim.

Hani, "İsa gelse mi artık?" diyorum bazen.

* * *

Derkenar'ın giriş sayfasını her açışta ayrı bir resim çıkıyor ve resimlere tıklayınca da açılan pencerede diğer resimleri teker teker görmek mümkün. Bir hata mı var: -)

Çok güzel olmuş yahu. Hiç olmazsa şu webmaster'lik işinden üç - beş kuruş kazanabilsen…

İyi ama site yaptıran, o sitelere de dünyanın parasını harcayan yığınla adam var; hiç mi zevk yok bu deyyuslarda? Hadi zevkten vaz geçtim, bu pezevenkler o kadar taptıkları parayı nasıl kazanacaklarını bile bilmiyorlar ki, bu senin (ve yıllardır benim) "çok para kazanmak için pek akıllı olmak gerekmiyor" tezini doğruluyor. Hırslı, yavşak, yalancı, sahtekâr, vicdansız ve insafsız olan herkes, kalıbımı basarım, dolar milyoneri olur memleketimizde (ve dünyanın her yerinde)…

Neyse, senin yazdıklarını sana yazmanın anlamı yok. Sitenin güzelliği, sayfaların açılma hızı falan bunları düşündürdü, hemen yazdım.

Kolay gelsin.

Yorumlar

İnternette okuyacak hoş bir şeyler bulmak için gün boyu orayı burayı tıkladım. Tam usanıp kapatmak üzereyken, bu siteyi buldum.

Tam dört saattir okuyorum. Güya ders çalışacaktım.

Neyse, yarın çalışırım artık. Bir iki tane daha okuyayım yemek vaktine kadar.

Tuğçe - 20 Ocak 2009 (17:45)

Merhaba. Ben de para kazanmanın bir sanat olmadığını düşünüyorum. Karakterini biraz bozdun mu, kolay yolu seçtin mi gerisi gelir. Ama aslolan vicdanın rahat ve başın dik para kazanmaktır.

Hüseyin Kantar - 1 Şubat 2009 (01:51)

"Hırslı, yavşak, yalancı, sahtekâr, vicdansız ve insafsız olan herkes, kalıbımı basarım, dolar milyoneri olur memleketimizde (ve dünyanın her yerinde)…"

Ben bu sözlerin altına imzamı attım gitti, hatta ve hatta pek çok kez bu kabilden çiziktirmişliğim var. Bu teze içinde bulunduğum medya ortamı dahilinde pek çok ispat da mevcuttur, ki Necdet Abi bunu benden çok daha iyi biliyordur şüphesiz.

Ali Türkan bu yazıyı 2001'de yazmış, sanki biraz önce yazılmış kadar güncel…

Sanırım ben de gecikmiş müdavimlerinden biri oldum gitti, keşke ona hayattayken de bir şeyler yazabilseydim.

Çağrı - 15 Mart 2009 (00:30)

Çocukken, mahallede bitişik komşumuz vardı. Köyden gelmişler yanıbaşımızdaki arsayı alıp müstakil bir ev kondurmuşlardı. Kendi halinde, kimsenin tavuğuna kişş demeyen insanlardı.

Çocukluğum boyunca her yılbaşı gecesi bana aynı şaşkınlığı her defasında ilkinin dozunda yaşatırlardı. Yılbaşı günleri bizim evde bir telâş, bir koşuşturma, bir mutluluk sormayın gitsin. Yeni yılın ilk saatlerini ailece, neşe içinde kutlardık.

O saatlerde eğlencenin gırla gittiği salondan arazi olur pencereden gizli gizli onların evlerine bakardım. Bir kez olsun ışıklarının yandığına şahit olamadan büyüdüm gittim. Her gece olduğu gibi yılbaşı geceleri de saat 21 dedin mi ışıkları sönerdi evin.

Ne acırdım onlara. Bana neyse. Çocuk aklı işte.

Nilgün Şahsi - 21 Mayıs 2011 (22:58)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

63
Derkenar'da     Google'da   ARA