Patronsuz Medya

Oyopsu Tozuu!

Ali Türkan - 30 Haziran 2002  


Söze, hiç olumsuz bir anlam yüklemeden, Sema abla için "düşmüş" bir kadın diyebilirim sanırım.

Beş çocuk annesiydi. Kocası, işleri kötüleştiği için kendini içkiye vermiş, eve yarardan çok zararı olan bir adamdı. Günün hangi saati olursa olsun, bir kere bile ayık kafalı görmedim adamı.

Sema abla düşmüştü, evet. Erzak karşılığı, sokağın bakkalıyla yatıyordu. Bütün sokak dedikodudan çalkalınıyordu ama kimsenin aklına da kadıncağıza yardım etmek gelmiyordu nedense. Çocukları bir yaramazlık yaptığında, hemen "orospu çocuğu" diye azarlanıyordu başka kadınlar tarafından.

Hemen yanlarındaki evde oturduğum ve evim dediğim yerin tamamı on sekiz metre kare olduğu için, camdan bakmaktan başka bir eğlencem olmuyordu genellikle. Pencere pervazına bi yastık atıyor, yanıma kül tabağını, cıgaralarımı alıp sokaktan geçenleri seyrediyordum.

Kimsesiz günlerimdi ve bütçem yalnızca böyle bir eve izin veriyordu. Şikâyet ettiğim de yoktu doğrusu. Masraflarım düşüktü ve işsiz kalma korkusu olmadan, patrona kafa tutabiliyordum. Nasıl olsa, birkaç aylık ev kirasını ödeyecek param vardı hep. Artanı da ucuzundan köfte-ekmek, bakkaldan veresiye, biraz cıgara, bir buçuk az yağlı döner, az biraz teksir kâğıdı ve üç beş kitaptı nasıl olsa.

Takunyalarımı çekip kenefe koyduğum taburenin üstünde, başımdan aşağıya tas tas su dökerek yıkanıyor, üç parça çamaşırımı, naylon leğende çitiliyordum. Çoğu da ütü falan istemeyen, tişört gibi şeylerdi. Hem, yatak ütüsünde de usta sayılırdım yani. Yatağın altına serdiğim gömlek, sabaha kadar "cilet" gibi oluyordu.

İşte bu Sema ablanın beş çocuğundan en büyüğü, Mehmet'di. Herkes Memo derdi. Memo'cuğun akli gelişmesi ufak yaşta durmuş, fazladan yanlış bir iğne sonucu bir bacağı sakat kalmış, bunlar yetmezmiş gibi, bebek yaşta kızgın sobaya yapışıp bedeninin sağ tarafını olduğu gibi yakmıştı. Bu yüzden sağ kolu hep bükük durur, sağ elinin parmaklarını oynatamazdı. Sağ bacağı da aksardı.

Evleri giriş katında olduğu için, annesi pencerenin önüne bir koltuk atar, Memo da sabahtan akşama kadar o koltukta oturur, gelen geçenin şakalarına, takılmalarına hep aynı yüz ifadesiyle ve hafif sırıtarak yanıt verirdi. Engelli, özürlü, sakat… Ne denirse densin. Bu sıfatlardan önce Memo'ydu o. Acıma hissinden kurtulup öyle sevmeye çalışırdım onu ama o kimselere güvenmezdi.

O semte giden otobüsler, Eminönü'nden kalkıyordu. Otobüsü kaçırmış beklerken, oradaki büfelerden birinden, hani şu bütün fındıklı, kavanozda satılan çikolatalardan almıştım. Nasıl söylesem? Alışveriş ölçülerini bilmem pek. Bu yaşa geldim, hâlâ fiyatına bakmadan ve kestirme bir ölçüyle alırım her şeyi. Baklava mı alıncak mesela, "ver oradan dört kilo" derim, satıcı dahil herkes, şaşkın şaşkın bakar yüzüme de "az mı söyledim acaba" diye gerilirim bir de… (Bu örnek tabii. Şimdi en fazla iki kilo alıyorum; öğrendim.) İşte o çikolatalardan da biraz fazla almışım. Otobüste şapır şupur yedim ama içim bayıldı, kalanını cebime koydum.

Memo gene kapının önündeki yerindeydi sokağa girdiğimde. "N'aber Memo" deyip geçtim yanından ve cevap vermedi gene. Dönüp yanına gittim. Yüzünde o tanıdık ifade. Cebimden çikolatayı çıkarttım. Isırdığım kısmını elimle koparıp artanını uzattım. "Bu da ne?" gibisinden bakıyordu yüzüme. "Çukulata" deyip uzattım. Hemen kaptı elimden ve yarısını bir ısırışta soktu ağzına.

O günden sonra da sıkı bir dostluk başladı aramızda. Canım sıkılıp da pencereye çıktığımda, Memo aşağıdaysa, hemen yanına iniyor, koltuğunun yanına, yere çöküyordum ve başlıyorduk muhabbete. Bazı harfleri hiç söyleyemiyor, bazılarını da başka türlü kullanıyordu. "R"leri, "Y" gibi söylüyordu mesela. "Ç, Ş" gibi harfleri hiç almamıştı diline; hepsinin yerine "T" yi kullanıyordu. Ama sohbeti yerindeydi hergelenin. Babasının sarhoş hallerinin taklidini bile yapıyordu.

İkimizi de istemiyordu o sokak. Memo, orospu çocuğu ve sakat, ben de ne idüğü belirsiz herifin tekiydim. Üstelik bekârdım. Şimdilik başım önümde geziyordum, bir "falsomu" görmemişlerdi ama herkes tetikteydi. Hele birinin karısına, kızına yan bakayım, o saat "Allah için bi yanlışını görmedik" imden asarlardı… Tek dostum Memo'ydu bu yüzden. Ne zaman Memo'nun yanına insem, annesi -biraz da lâf olur korkusuyla- utana sıkıla çay ikram ederdi. Çay içmediğim, çayı sevmediğim halde, kadının ikram edebileceği tek şey bu olduğu için, teşekkür eder, bir bardaktan fazla içemezdim ama.

Nasıl utanır, bardakların temiz olduğundan, çayın "haşlama" değil, taze dem olduğundan söz ederdi ama öldür Allah, ikinci bir bardak içemezdim işte. Aramızdaki konuşma da genellikle bu kadar kalır, o evdeki işinin başına (sanırım tükenmez kalemlerin içini yerleştiriyor, üç beş kuruş kazanıyordu) ben de oğluyla sohbetimize dönerdim.

Artık her akşam, Memo'ya çikolata getiriyordum. O da yolumu gözlüyordu zaten. Bir gün bile unutmamıştım çikolatasını. Cumartesi günleri "tedarik" yapıyor, pazar günü için de bir parça alıyordum. Havalar soğumaya başlamış, Memo'nun koltuğu ortadan kalkmıştı ama o, camın ardında yolumu gözlüyor, ben geçerken camı açıp hemen yanına çağırıyordu. Ben de çikolatasını verip iki lâf ettikten sonra, evimin yolunu tutuyor, maltız sobasını yakıp kitaplarıma gömülüyordum.

Kış geceleri be! Yalnızsa insan; en çok o zaman koyuyor yalnızlık. Ne yaparsam yapayım, hemen burkuluveriyordum. Sobanın üstünde keyifle kebap yaptığım kestanelerden, ayak parmaklarıma isim takarak oynattığım tiyatroya kadar her şey, yalnız olduğumu hatırlatıyordu bana. Eh, bu yalnızlığa can dayanmayınca da bilmem kaçıncı dükkânı kapatma kararından vaz geçip bir hanımla tanışmıştım. İşten sonra buluşuyor, sinemalar, konserler,meyhaneler falan, tiki tanka tarzı sosyal faaliyette bulunuyorduk ama gene o bekâr evine dönüyordum geceleri. Ve saat kaçta gelirsem geleyim, Memo beni bekliyordu pencerede. O çikolatalardan almasam bile, mutlaka bizim semtin büfesinden ya da açık bir bakkaldan bi paket çikolata alıyordum Memo'ya.

Tam o günlerde, sokakta oyun oynayan çocuklardan biri, Memo'ya "orospu çocuğu!" diye bağırmış, ben de bütün çocukları "gelin bakayım buraya" diye başıma toplayıp "yaptıklarının çok ayıp olduğunu, böyle bir söz onlara edilse nasıl kızacaklarını, bir insana öyle demenin, dünyanın en ayıp şeyi olduğunu, bir insana söylenecek en kötü sözün bu olduğunu" falan anlatmıştım. Çocuklar da "peki abi, bi daa demeyiz" gibisinden bir şeyler söyleyip oyunlarına devam etmişlerdi. Memo'da dinlemişti bu söylediklerimi. Yüzünde hep aynı ifade olduğu için, ne düşündüğünü bilmiyordum.

O kültürlü hanımla da samimiyeti arttırmıştık. Sonunda evime gelmeyi kabul etmişti (sosyal ve sanatsal faaliyete bi itirazım yok ama bekârlar hâlden anlar). İşte bir tek o gün, yalnızca o gün, Memo'ya çikolata almayı unuttum. Taksiden, bizim sokağın köşesinde indik. Ahali ne der düşüncesi yüzünden, Memo da pek aklımda değildi doğrusu.

Ancak penceresinin önüne gelince hatırladım onu. Hem çikolatasını almayı unuttuğum için, hem mahalleli tarafından görülme korkusundan, hem de böyle bir "sakatla" arkadaşlık yapmamı o "kültürlü" kadının nasıl karşılayacağını bilmediğimden (toplumsal eşekliklerimizi sorgulamaya başladığım ama daha çoğundan kurtulamadığım günlerdi. "Sağlam kafa sağlam vücutta olur" şiarıyla büyüyor, söyleyene güvenip bunun doğru olduğunu sanıyorduk), yani yığınla eşekliğin bir araya gelmesinden dolayı, Memo'yu görmemezlikten gelip geçip gittim önünden.

Tam benim evin kapısından giriyorduk ki, avazı çıktığı kadar bağırdığını duydum Memo'nun:

- Oyopsu tozuğuuuuuu!

Bi daha, ne yaptıysam barışmadı benimle.

Yorumlar

Henüz iki hikayeyi okudum. Oldukça hoş ve eğlendirici. Bir taraftan da özeleştiriyi tetikleyen gücü olan hikayeler. Tebrikler Ali Bey!

Orhan Turan - 24 Ekim 2007 (2:50)

Hayatın ta kendisini yazmış Ali Türkan. Lâfı eğmeden bükmeden, dosdoğru. Manevi tatmini ne olmuştu bilemiyorum ama pek makbul sayılmayan insancıkların maddîyatın dibine vurduğu dünyada iki nefeslik refahı hak etmemiş miydi?

Ne tuhaf, berikiler için para söz konusu olduğunda hiç ses çıkmaz kabullenilir de, Ali Türkan gibi bir adam bir kerecik kısık sesle "off" dese parasızlıktan, hemen yadırganır.

Öyle ya, para puşta yakışır. Ali Türkanlar manevi dünyamızı besleyip, söyleyemediklerimizi bizim adımıza söyler ve çekilirler sahneden. Para mı? Aman Ali Bey, ruhun arınması, nefsin terbiyesi vesaire. Sizin gibi biri paradan söz eder mi?

İç dünyada huzuru yakalama, eni konu iyi bir insan olmaya çalışma çabalarının, vicdan yoksunu şerefsizler tarafından sömürülmesine göz yumdukça daha çook Ali Türkan kaybederiz.

Bir çırpıda somut bir şey yapamasak da, yüzüne karşı "Abi kıymetli bir adamsın, çabanın farkındayım, dünya senin gibi insanlar sayesinde daha yaşanabilir bir yer oluyor, sağol" diyemedikten sonra, arkasından ağlamışız ne fayda?

Yaşarken takdir edemediğim, görmezden geldiğim, adına çaba sarfedemediğim, yalnızlığa terk ettiğim nice Ali Türkanlar adına özür dilerim.

Duysunlar istiyorum, duyacaklar biliyorum…

Erdem Abaka - 11 Nisan 2009 (09:44)

Çatısı sağlam, dili temiz ve akıcı bir öykü bu. Anlatıcı sesi oldukça ayrıntılı kurgulamış. Hayatı tanıyan ve anlayan bir gözlemin ürünü. Yazarı ilk kez bu öyküde tanıdım. Öyküyle olan yoğun ilişkime rağmen. Derkenar'la da bugün tanıştık. İzlemeyi sürdüreceğim. Başarılar…

Yıldız İlhan - 14 Nisan 2010 (13:44)

Alicim, seni yeni tanıyan insanların yazılarını okudukça, kendimi çok değerli hissediyorum.

Oya Erdil - 15 Nisan 2010 (21:36)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

84
Derkenar'da     Google'da   ARA