Patronsuz Medya

Menekşe gözlerde hiç vefa yokmuş

Ali Türkan - 6-9 Eylül 2001  


Kızım büyüyor ve değişiyor. Bu değişimden hoşnut muyum, değil miyim, bilemiyorum. Ozon deliniyor, tropik ormanlar azalıyor, buzlar eriyor, ben insanlardan kaçtıkça, onlar da benden kaçıyor…

Nurten'i tanımıyorsun daha…

İlk "harbi" aşkımdır Nurten. Uzuuun, kara saçları, sedef gibi teni vardı. Havalıydı. Bizim orada, havalı kızlara "orospu" derlerdi o zamanlar. Boy, pos, kaş, göz… Her şey tam yerinde. Sanki başka bir dünyadan gelmişti. Bir film yıldızı gibi dolaşırdı çamurlu sokaklarda.

Takıldım işte… Aynı sokakta, üç kere karşısına çıkardım. Uzun uzun bakardı bana her seferinde. Ama ne bakış! Ya o gözler. Görsen nasıl menekşe! Liz Taylor'un göz rengi ama bakışlar doğulu… "Dört kere menekşe" derdim o zamanlar. Kırk kere Taylor'du oysa…

Hafif paytaktı (tek kusuru). Hâlâ paytak manita fetişistiyim onun yüzünden. On dört - on beş yaşlarındaydım; Nurten de o kadar…

Galiba bir pres atölyesinde çalışıyordum o yaz. Bir tek gözlerim yağlanmıyordu. Vallahi arkadaşlar şişirdi. Yoksa nerede bende o yürek? "Koş ulan, koş! Gene kaçıracaksın!" dediler.

Yokuşun tepesinde, koşmaktan soluk alamayacak halde yakaladım Nurten'i. "Bakar mısınız?" dedim. Baktı. Gene öyle menekşe… Evde o kadar çalışmıştım oysa. Hepsini unuttum. "Benimle arkadaş olur musunuz?" diye sordum hıyarca… Yüzüme baktı. "Ben mi? Seninle mi?" dedikten sonra, hâlâ gülme olduğuna inandığım "puhuaaah!" diye bir ses çıkardı ve gitti.

Atölyeye gittiğimde, "arkadaşlar" da gülüyordu… Nurten'e değil de onlara kızdım.

Hayat kıstırıyor bu günlerde. Hayat kıstırdıkça çocukluğuma kaçıyorum. Dehşetli bir yazma isteğim var ama bu işe ayırdığım para yetmeyecek uzatırsam. Oysa hayatla ilişkim tek burası işte…

Fazla sızlandım, farkındayım. Bazen, eşime anlatıyorum bir şeyler ve üzülüyor. Bazen de sana… Umarım seni üzmüyorumdur. Derdim o değil çünkü…

Eyvallah.

* * *

Mektubun çok iyi geldi necdet; sağol.

Yahu anam ağladı bu sorunlarla uğraşmaktan.

Galiba yirmi yaşında falandım, bir kadın "yaşına göre çok olgunsun" demişti bana (bi daha da kimse öyle bir şey demedi çok şükür).

Tamam, bunların toplamına hayat deniliyor. Hiç bir işe yaramasalar insanı güçlü yapıyorlar ama ben gene de halter çalışmayı tercih ederim yani…

Para yapay bir ihtiyaç bile değil benim için. O sözünü ettiğin fakirlik, hiç bir işe yaramadıysa bile, en azından, fazla paraya gereksinim duymadan yaşamayı öğretti bana. Aylarca parasız yaşayabilirim. Ama haklısın. Yalnız değilim işte. Sık sık "iyi ki varlar" desem de, çocukların varlığı altından kalkamadığım tek "yük".

Çünkü ne yaparsan yap, bir şeyler hep yanlış oluyor. Şu marka bir şeyi alsan bir türlü, almasan bir türlü. Dünya görüşlerini etkilesen bir türlü, etkilemesen bir başka türlü. Serbest bıraksan bi türlü, sıksan bi türlü… Hep bunların ortasını bulmak, hep orta yolcu olmak, bunca yıllık tecrübelerini yok sayıp onlar gibi düşünmeye, Amerika'yı keşfetmelerini "aaa!" nidalarıyla karşılamaya çalışmak zorundasın.

Mesela (gerçekten) iki çift pantalonum, birkaç gömlek, birkaç tişörtüm ve bir çift ayakkabım ile birkaç yüz kitabımdan ve bir bilgisayardan başka hiç bir şeye sahip değilim. Fazlasını da uzun zamandır istemiyorum. Fazlasına ihtiyacım olmadığını anlamak, kendi payıma becerebildiğim en güzel şey şimdiye kadar.

Hadi gel bunları on beş yaşında, hormonları çıldıran bir genç kıza anlat. Anlatmıyorum da zaten (anlatma zorunluluğu da, her ne kadar şimdiye kadar çok uçuk şeyler istemese bile, bir gün istediklerini yerine getirememek korkusundan kaynaklanıyor).

Bu mevzu daha aylarca uzar ve bir sonuca varamayız. Gene de herkes, iyi bir baba olduğumu söyler. Çocuklarımdan da hoşnutum. Beni hiç hayal kırıklığına uğratmadılar. Ama bu dünyaya, çocukluğumdan kalmış, (artık) başka bir dünyanın değerleriyle hazırlayamam onları…

Düşünüyorum uzun zamandır… Meşhur olmak ne kadar ilgilendiriyor beni? İnan bilmiyorum. Pek hevesli değilmişim gibi geliyor bana… "Yazmak, hoşuma gittiği sürece yapacağım bir iş olmalı" diyorum sana inanarak: -) Oysa sıkıntıyla yazdıklarım en güzelleri oluyor galiba. Demek benim supabım da bu. Ben de isktir ediyorum. En doğrusu da bu.

Eyvallah.

Geçenlerde metroyla bir yerlere gidiyordum. Başım önümde, kafamın içindekilere daldığım için çevrede olan bitenin de farkında değilim. Bir ara başımı yerden kaldırdım ve bana kızgınlıkla bakan bir çift göze tosladım.

Ama nasıl bakışlar. Anında öldürecek… Elli yaşlarında, ufak tefek bir kadın bakan… Benim için çok yaşlı, pedere göre de genç sayılır (babama çok benzer tipim).

Eee, bu kızgınlık ne? Fazla durmadım üstünde ve başımı aynı şekilde önüme eğdim. O zaman da anladım kadının kızgınlığını. Daldığım zaman baktığım yeri görmüyorum ve kadının ayaklarına bakarmışım meğer. Ayağında sandaletler ve ayak parmaklarının hepsi kırk beş derecelik bir açıyla bükülmüş. Yani tırnakları yere dikey biçimde iniyor.

Birden nasıl utandım ve en büyük yanlışı da o zaman yaptım. Başımı kaldırıp sırıtmaya başladım ama bi işe yaramadı tabii.

Bu sefer de "acaba alay ettiğimi mi sanıyor?" diye gerildim ve acemi tiyatro oyuncularının ellerini nereye koyacağını bilememesi gibi bir durum oldu. Bakışlarımı oturtacak yer bulamadım. Tavana baksan bir türlü, yere baksan bir türlü, karşıya baksan bi başka türlü…

İnsanın neresi acıyorsa, kalbi orada atar durumu var kadıncağızda. İyi de, neden sandalet giymiş yani?

* * *

Benzer durumu da yıllar önce, benim üç numara daha yedi sekiz aylık bir bebekken, Benin'li (bencileyin coğrafya özürlüler için, Benin, Afrika'da bir ülkenin adı) bir komşumla yaşıyorduk. Adam benim kızı ne zaman sevmek için kucağına alsa, haspam dünyayı ayağa kaldırıyordu. Komşu da hemen gardını alıyor, "sakallarım battı, çişi geldi galiba" gibisinden kulp arıyordu kızımın zırlamalarına.

Sonunda baklayı ağzından çıkarttı tabii. "Yahu bu kız ben kara olduğum için ağlıyor olmasın?" diye sordu bana. Bu durum ve adamın gerilmeleri o kadar eğlenceliydi ki, "sanmam" deyip geçiştirdim. Oysa ufaklık, benim dışımda, annesi de dahil herkesin kucağında ağlıyordu ve bu yüzden anne sütü almadan büyüdü.

Onun da kalbi derisinin renginde atıyordu.

* * *

Bir zamanlar ne güzel dalga geçerdik Kürt arkadaşlarla. Sonra bi şeyler oldu, yapamaz olduk. Ben, "ırkçı" damgasını yemeden, çubuk makarnaya "bori makarnama" diyen arkadaşlarıma inceden takılmak istiyorum yeniden.

Mümkün mü?

* * *

Elli yaşlarında, her halinden okumuş olduğu belli olan bir adamdı. Taksiye binince, "eğlenecek bir yer arıyorum" dedi. Olur! Berlin'de de eğlenecek yer yoksa… Gösterdiğim birkaç yeri beğenmedi. Sonunda daha "genç işi" bir yerin önünde durduk ve "burası güzel" dedi… Bana da onunla gitmem, en azından bir kahvesini içmem için ısrar etti.

Dayanamayıp sordum: "Hiç buraların adamı değilsiniz, ne işiniz var ki böyle bir yerde?" Ağlayarak anlatmaya başladı: Üniversitelerden birinde hocaymış. İki gün önce, yirmi dört yaşındaki oğlunu kaybetmiş. "Kendimi o kadar çok mesleğime vermiştim ki, yaşarken oğlumu anlamak, nasıl bir insan olduğunu bilmek için hiç çaba harcamadım" dedi…

* * *

Sollingen olayının olduğu günlerdi. Öğretmen tavırlı bir adam bindi taksiye… Öğretmenmiş gerçekten. Hemen hemen şehir sınırında, bindiği yerden otuz kırk kilometre ötede bir adres verdi.

Yol uzun, "ne olacak bu dünyanın hali" muhabbetine başladık. Bir yerde nereli olduğumu sordu bana. Yanıtladım ve hiç beklemediğim bir şey yaptı. Hüngür hüngür ağlayarak boynuma sarıldı adam. Bir yandan da "Almanlar'ın yaptıkları için sizden özür dilerim" diye yalvarıyordu neredeyse.

Biraz sulu gözlüyümdür; ağlamaya dayanamam. Sesim titremeye başladı… "Olur böyle şeyler" diye geçiştirmeye, adamı sakinleştirmeye çalışıyorum ama ne yapsam nafile… Baktım olmayacak "Türk halkı adına affediyorum sizi" diye bir sululuk yaptım da adam ne durumda olduğunun farkına vardı.

* * *

Almanya'ya başka ülkelerden gelmiş çok insan tanıdım. Beni en çok üzenler, "ölümüm durumunda haber verilecek insan" diye, ceplerinde annelerinin adının yazılı olduğu bir kâğıt taşıyanlar oldu.

* * *

Bir kadın tanımıştım bir zamanlar. Garip bir huyu vardı. Meselâ bir pop şarkıcısından söz etsek "sırım gibi vücudu var" derdi. Veya "bale nasıldı?" diye sorsam, "güzeldi, adamın vücudu da sırım gibiydi" derdi. Bu "sanatsal faaliyet" ilginç gelmişti bana.

* * *

İyi ki veteriner olmamışım. Necdet Şen'in yazdıklarını okuyunca yerin dibine girerdim.

Yorumlar

"İnsansal olan hiç bir şey bana yabancı değildir" demiş kutsal kitaplardan biri. (Hadi adını söyleyeyim İncil, sanırım.) Ali Türkan da o kadar insan ki, herkes bir parçasını bulur sanırım onda. Ne gariptir ki umutsuzluk masalları bir başkasına umut masalını yaşatabiliyor. Yazılanlar çok güzel ve kendisi çok güzel bir insan. Keşke yeniden yazsa dememiz bir şey ifade eder mi acaba?

Selman Özkan - 17 Temmuz 2007 (23:10)

Ben Ali Türkan'ı bugün tanıdım, yani ilk defa bugün okudum. Maalesef ki ne büyük bir değeri kaybettiğimizi bugün anladım. Bu nasıl bir tesadüf ne acı bir gün. Boğazıma bir şeyler düğümlendi sanki en yakın dostumu kaybettim. Hayat ne garip şey. Ruhun şad olsun Ali ağabey.

Akın Şahin - 7 Ocak 2008 (17:40)

Ben de tanıyalı birkaç gün oldu… Gerçekten çok üzüldüm ve kendime kızdım nasıl olur da daha önce bir yazısı rastgelmez diye… Belki geç oldu ama Akın arkadaşımın dediği gibi ruhun şad olsun. Bu arada, mezarının yerini bilen var mı acaba? Ziyaret etmeyi o kadar isterim ki. Keşke hayattayken en azından bir sohbetine katılabilseydim: (

Gürkan - 1 Mart 2010 (21:29)

Yaşasaydı yazarım diyen birçok kişiye yazarlığı öğretebilirdi.

Nimet - 21 Eylül 2011 (14:37)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA