Patronsuz Medya

Kaynana şekerleri ve Bruce Lee

Ali Türkan - 7 Mayıs 2002  


Kodum mu oturturum!

Öyle, bir kişiyle yapılan "teke tek" kavgalar, mevzu bile olmazdı. Genellikle baş hafif öne eğilmiş, "oldu bir şeyler işte" diye utangaçlıkla geçiştirilirdi bunlar. Anlatılmaya değer kavga öyküleri, yani palavraları, sekiz kişiye tek başına dalma şeklinde olurdu daha çok.

Uyduruk bir girişten sonra gelen tıraş genellikle "sekiz kişi geldiler; kaptım levyeyi, daldım aralarına… Yer misin yemez misin; önüme gelene verdim şiddeti" şeklinde sürerdi.

Vardı böyle tipler.

Sekiz kişiyi yamultmuş ama yüzünde tek çizik yok. Ağzımız açık dinlerdik biz de… Yaşımız neydi ki?

Şiddete önem verilen, şiddetin kutsandığı bir dünyada büyüyorduk. Daha, harbi şiddeti tanımamıştı kimse. Sağda solda gırla bi "anarşüt" lâfı gidiyordu ama ben Lâle sinemasının önünde, Tommiks ciltlerine para atıyordum. (Epilasyondan kurtulmuş muhtelif yerleri kadayıf kıvamını almaya başlayan kenar mahalle çocukları bilir bunun ne olduğunu. Yere bir Teksas, Tommiks, Zagor cildi konur; yere çizilen bir çizginin ardından kitabın üstüne para atılır; para cildin üstünde durursa, kitap parayı atanın olur; yok para yere düşerse, badem olur, kitap sahibinin cebine iner. Parantezin içine bi parantez daha: Noktalama işaretlerini de göktaşı gibi saldım yazının içine. Güvenay hanım o kadar uğraştı benimle ama bu kadar işte hocam. Basmıyor kafa!)

Ne çok olmuş yaaa! Ben mi yaşlandım? Dünya başka bir dünya mı artık?

Örme pantalon giyiyordum o zamanlar. Kaldı mı böyle bir şey? Bakkaldan beş kuruşa, hâlâ içinden çıkamadığım bir hesapla, altı "kaynana şekeri" alırdım. Beş kuruşa neden altı şeker? Belki salakça gelecek ama yıllarca içinden çıkmaya çalıştım bu hesabın. Bizim "Yuguslavya" göçmeni bakkal, kafamı "üstübü" gibi karıştırdığını hiç bilmeden göçüp gitti bu dünyadan. Varsa eğer, bana attığı bu kazığa rağmen, hakkım helâl olsun. Benden yana kaygılanmasın; aleyhte şahitlik yapmam.

Okul da öğleye kadar veya öğleden sonra değildi. Tam gündü ve öğle yemeğine eve gelirdik. Ev dediğimin de elektiriği yok; hesapta Türkiye'nin mostrası İstanbul'da yaşıyoruz ama isli gaz lâmbası şişelerini temizlerdik… Pijamalar "çubuklu" elbette. Kumaş fazla gelirse, donlar ve yatak çarşafları da… Yalnız biz değil, ev de Dalton Biraderler şeklinde. Tek fark, bizim çizgiler boyuna ve zayıf gösteriyor bu yüzden.

Yandan çarklı Singer'ler, tıkır tıkır eziyet diker… Kenef, malta taşından… Duvardaki ipe asılı "taharet" bezleri… (Burada itiraf ediyorum; yerlerini değiştirip ev halkına kıllık yapardım. Çocukluk işte.) Malta taşlarının çimentosu (ya da her neyse osu) (mozaik) tuz ruhuyla ovula ovula göçmüş, küçük mermer kırıklarından oluşmuş aslan desenim var ki, ne zaman nalınları çekip kenefe girsem, ilk iş onu bulurum.

Patlayan tüpler piyasayı ele geçirmemiş daha… Halkımız mangal kömüründen telef oluyor. "Paralı" olanlarda, fazladan ispirto ocağı var. Zaten eşya da bir tel dolap, su küpü, birkaç divan, anadan kalma ceviz dolap, bilmemkaç lâmbalı radyodan falan ibaret… Şimdi kız isterken şart koşulan eşyaya, mahalle donatılırdı o zamanlar (aynı annem gibi konuştum).

Vay be! Nostaljiye dalıp şiddet konusunu fena dağıttım, bakalım nasıl toplayacağım gene. Oysa anlatmadığım yığınla şey var daha. Skoda minibüsler, troleybüsler, Galata köprüsündeki leylekli banka reklamları, yazlık sinemalar, Emel Sayın filmleri, Nuri Sesigüzel, Şükran Ay, ilkokul dergileri, mors (alfabe değil, oyun), macun, topaç, mahalle savaşları…

Hah, buradan döneyim şiddet konusuna…

Bruce Lee faslı şimdi başlıyor

"Mahalle" derdik ama sokak kavgalarıydı. Bizim sokakla arka sokağın tıfıllarının kapışmasına verdiğimiz ad buydu. Kavgaların nasıl başladığını hatırlamıyorum ama "kanlı" geçerdi. Kafamdaki yarık yerleri, kızılderili görmüş Kinowa gibi kaşınır hâlâ. Modaya uyup usturaya da vurduramam saçları… Ortaya dehşetli bir görüntü çıkıyor çünkü… Üstelik bu yarıkların çoğunu da kavgaya aynı safta katıldığım "dava arkadaşlarım" açmıştır.

Nasıl söylesem? Çocukken, her kavgada öne atılan o salaklardandım. "Düşman" birliklerini yara yara ilerlerken, bizim sokağın tabansızlarının attığı taşlar yüzünden, epey darbe aldım kafadan. N'apalım? Vatan sağolsun! Abiler "sekiz kişiye daldım" palavrası atınca, bunu yapılabilir bi şey sanıyordum galiba.

Arka sokağın çocuklarına "Allah! Allah!" nidalarıyla girişerek, şiddete ısınma turu atıyorduk ufaktan. Top oynayıp ayakkabı eskitince sopa yerdik ama kavgada kafa yarınca aferin alırdık. "Göster oğlum amcalara" kültüründe harmanlanmış babaların, oğullardan beklediği "gözü kara" olma durumuna uymaya çalışıyorduk. Zaten delikanlı adamın, gösterdiği şeysi ve yumrukları konuşacaktı hayatta; gerisi palavraydı.

Böyle böyle büyürken, bir film izledim tam da o günlerde. Düşük bütçeyle yapılmış o vurdulu kırdılı filmlerdendi ama başroldeki babada bir karizma vardı ki, o kadar olur yani. Koşa koşa mahalleye gelmiş, bizim evin tahtaboşuna çıkıp hareketlerini taklit etmeye çalışmıştım. Sanırım benimle aynı günlerde herkes görmüştü o filmi. Adını yıllar sonra öğrendim: Fist of Fury (Öfke Yumruğu). Başrolde oynayan adamın adı da Bruce Lee'ydi (biz "bruçlii" derdik).

Breh breeeh! Ne hareketlerdi onlar be!

Olduğu yerde şöyle birkaç kere zıplar, "çıtonk" diye geçirirdi tekmeyi. Palavradan değil, harbiden dalardı sekiz kişiye. Hele "hatciaaaa!" şeklinde kedi miyavlamasıyla Zagor Te Nay'ın ("ahiyaaaak!" şeklindeki) narası arasında bir ses çıkartırdı ki, her kavgadan önce adet olmuştu nerdeyse. Rakip şöyle bir süzülür, sağ elin baş parmağı aynı bruçlii gibi burna sürülür ve "hatciaaaa!" diye yallaaaah! Allah ne verdiyse artık. Bi temiz sopa atılır ya da yenirdi.

Efsane olmuştu adam. Üstelik yalnız bizim gibi tıfıllar değil, bizden yaşça epey büyükler, hatta bu işlere meraklı aile babaları bile tutuyordu Bruce Lee'yi. Neler anlatılırdı hakkında. Kurşunları eliyle durdururmuş, mafya yüz kurşun sıkınca öldüğünü anlamış ama doksan dokuzda kalmışlar, bir vuruşta duvarı delermiş, neler neler…

Herif 1 inçlik vuruşun sahibiydi (neyse o vuruş artık). Üstelik filmlerinden birinde iki küsür metrelik Kerim Abdül Cabbar'ı bir silkeleyişi vardı ki, boydan yana pek de talihli olmayan milletimizin gönlünde ağır bir yer sahibi olmuştu tabii.

Sonradan öğrendim ki, Kerim Abdül Cabbar da tıpkı Steve McQuinn, James Coburn, Lee Marvin, James Garner, senaryo yazarı Sterling Stilliphant ve yönetmen Roman Polanski gibi, saati iki yüz elli dolardan, Bruce Lee'den döğüş dersi almışlar. Meğer adam, Hegel (veya Kant, ne boksa işte) üstüne bir de doktora tezi yazmış ve bizim kafamızdaki delikanlı imajına uymasa da Hong-Kong'da dans (çaça) yarışmalarına katılıp birincilikler almış falan… Bütün döğüş tekniklerini harmanladığı Jeet Kune Do diye bir tekniğin mucidiymiş. Ve asıl adı da "bir gün geri dönecek" anlamına gelen Lee Jun Fan'mış…

Adam ne olursa olsun. Daha önce küçümsenen, yapanlara salak gözüyle bakılan döğüş sporlarına epey sempati duyulmasını sağlamıştı. Binaların bodrumlarında açılan "karate okullarına" rağbet artmış, çoğu Karadenizli "katolar" da öğrencilerine "keçin la siraya emuğa godiim uşaglari!" dedikten sonra, pek de haberleri olmayan bir felsefeye uygun olsun diye, ellerini göğüslerinde birleştirip "osss" diye garip sesler çıkartarak "çekirgeleri" Çin usulü selâmlamaya başlamışlardı.

Ortalık da "karate" filminden geçilmez olmuştu tabii. Bruce Lee'nin yanında Tek Kollu Kahraman Wang Yu, en öne çıkan isimlerden biriydi. Onun filmleri "kılıçlı" denen, tarihi dekorlu ve daha fantastik türde filmlerdi. Şimdilerin süper starı olan Ceki Çen de "shaolin" denen döğüş tekniğinde gösteriyordu hünerini…

Tam bir patlama vardı yani. Müjdat Gezen, bu filmleri tî'ye alan bir film çevirirken, Cüneyt Arkın ciddi ciddi karate olduğuna inandığı hareketler yapmaya başlamıştı filmlerinde. Hatta kimilerine göre en büyük oydu ve Bruce Lee yalvardığı halde, tekniğini ona bile öğretmiyordu.

Hastalıktı yani.

Paranoyak komplo teorilerine gerek yok elbette ama sanki birileri son yirmi beş yılda bu ülkede kaç insanın teröre kurban gideceğini bilirmiş ve toplumu buna hazırlamak istermiş gibi bir zamanlamayla piyasa sürmüştü o filmleri. Şiddet, iyice olağan olmuştu gözümüzde. Git gide dozu artan bir şiddeti, kanıksamaya başlamıştık. Kahvelerin taranması, bombaların patlaması, "bubi" tuzakları, geceleri kırılan kapılar, ölümler, ölümler, ölümler…

Savaşların televizyonlardan naklen verildiği bir dünyaya kadar geldik işte. Tıpkı o filmlerdeki gibi, ölenlerin "kötü" adamlar olduğuna inandırıldığımız zaman, bizim için sorun kalmıyor. Bu da altıncı kaynana şekerinden daha zor bir denklem haline geldi benim için. Üstelik bir şeyler de fena değişti. Tek başına sekiz kişiye dalanlara hayranlık duyulmuyor artık. Bütün dünyanın bir araya gelip bir ülkeye dalması alkışlanıyor, olağan karşılanıyor.

Delikanlılık öldü harbiden.

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

62
Derkenar'da     Google'da   ARA