Patronsuz Medya

Eğitim Fetişizmi

Ali Türkan - 18 Kasım 2006  


Biliyorum, böyle on sekiz yerimden hüzünlenmem gerekmiyor. Mutlu bir adam bile diyebilirim kendim için. Arada sıkılıyorum, bunalıyorum bu küçük kasabada ama sevdiklerim, dünyanın yolunu gelip aşındırıyor eşiğimi.

Gerisi de nefis bir yalnızlık. Peş peşe kampana mori mitro dinliyorum ve kimse "kapat lan şunu artık!" demiyor. Masada dumanı tüten elma çayı, yanında leblebi helvası… (Ne garip, çoğu yaşıtım bilmiyor leblebi helvasını. Unutmuşlar mı? Yoksa hiç mi yemediler? Öyleyse çok yazık. Leblebi helvası yememiş olmak, büyük eksikliktir bence.)

Sobanın üstündeki çaydanlıktan, çocukluğuma ait sesler geliyor. Hemen yanındaki mandalina kabukları da o günlerden kalmış gibi. Sanki birazdan biri bir öküzlük yapıp "sst!" diye mandalina kabuğundaki suyu sıkacak gözüme. Eşek şakası işte! Benim gözüm yanacak, o da sırtlan gibi gülecek.

Bu kasabada, çocukluğuma ait çok şey var. Dünyanın otuz yıl gerisinde kalmış bir şeyler…

Gene de otuz yıl önceki edep yok burada da. Komşularım çok gürültücü. Nerdeyse yirmi dört saat dinmiyor sesleri. Uykum da iyice hafifledi, uyanıp uyanıp ana avrat gidiyorum hepsine. Tanışmaya niyetim yok pek. Alt katta, ısrarla verdiğim selâmı almayan bir kese kâğıdı oturuyor. Üstte de gece yarısı türküler söyleyen, naralar atan, alabildiğine gürültücü bir deve. Ev sahibinin bir şeysiymiş, şımarıklığı buradan sanırım.

Yanda da yüz yaşında bir teyze var. Geçen gün kömürünü taşıdım, "benim kadar yaşarsın inşallah" diye hayır duası etti. Az daha "ağzından yel alsın teyze!" diyecektim ama tuttum çenemi. Kadın çok şeker ve güler yüzlü.

Köpekler aynı. Hasibe'cik ölmüş. Zaten benden başka kimse de Hasibe demiyordu ona. Bir kadıncağız barınak gibi bir şeyler yapmış kasabanın dışına; hayvanlara aşı vurulmuş, bir kısmı kısırlaştırılmış, hemen hemen hepsine tasma takılmış falan… Kasaba halkından da epey beddua almış kadın. Keşke köpeklerin duası kabul olsaydı.

Üşenmezsem, bazen peşimde köpekler, fareli köyün kavalcısı gibi yürüyüşlere de çıkıyorum, ama inanılmaz bir tembellik sardı bünyemi. Evi bok götürüyor. Tembellikten, plastik bardak kullanmaya başladım. Bugün bir silkelenip evi kırklamak niyetindeyim ya, öğleden sonra değişebilir bu kararım.

Televizyonum da var. Hem de yüz elli küsur kanal… İnanılmaz şeyler görüyorum. Meriç, Faik, Caner ve diğerleri…

Memet Ali birilerini parmaklıyor; İnci bilmem kim, öğleden sonraları zavallı bir ahlâk satıyor; herhâlde boylarıyla alay edilsin diye oraya çıkarılmış cüceler, ta$ak oğlanı yapılıyor; sabah programlarına otobüslerle taşınan ruh hastası çaçaron karılar, birbirinin ağzını yırtıyor; acaip mimik ve jestlerle haber okuyanlar, kendisinin ne büyük gazeteci olduğunu her fırsatta tekrar edenler, canlı yayında evlilik teklif edenler, evden kaçan karısını arayanlar, hüngür hüngür ağlayıp hemen ardından göbek atanlar gırla gidiyor.

Merakla sınırı bekliyorum ben de herkes gibi. Bakalım nereye toslayacak bunca acaiplik, bunca rezillik.

Bunlar neyse de, bir zamanlar yazdıklarıyla falan sevdiğim bazı yazar çizerin TV'ye bulaşıp "şimdi kısa bir reklam arası veriyoruz" gibi şeyler söylemesi acaip koyuyor. Bu adamların koca bir geçmişi inkâr edip böyle şeyler yapmasına çok şaşırıyorum.

Genel olarak, içi boşaltılmış insanlar acıtıyor canımı. Eskiden tanıdıklarım, onurlu duruşunu sevdiklerim, bu yüzden saygı duyduklarım…

Memleketim güzel. Güzel de karşıladı beni. Geldiğimden beri, pırıl pırıl insanlar tanıdım; tam da onca yıl gurbette özlemini çektiğim türden insanlar. Gerisi hayat gailesi ve dünyanın her yerinde başıma belâ olmuştur; şerbetliyim.

Geldim ve beklediğim gibi, işsizliğe tosladım; İstanbul'da tutunamadım, bu kasabaya sığındım. Bunlar dert değil. Hatta, ben Berlin'deyken "hele bir gel, her şey çok güzel olacak, asacağız, keseceğiz" tarzı tıraş yapan dostlarımın sözlerini tutmayışları da dert olmadı ama onların böylesi içi boşalmış insanlar haline gelmesi, resmen acıtıyor canımı. Önüme koydukları mazeretlere bakıyorum ve üzülüyorum. Yalnız içleri boşalmamış; yaşlanmışlar da. Bazılarına amca, teyze falan demek geldi içimden. Oysa, benden sonra gelmişler dünyaya.

Tanıdıklarımın önemli bir bölümü, psikologların elinde şebek olmuş durumda. Ses tonlarından giysilerine kadar her şeyle altını çizmeye çalıştıkları eğitimleri, yurt dışında onca dirsek çürütmeler, bilinen yabancı diller ve o dillerde okunan kitaplar falan, Prozac'lar, Cipram'lar, Seroxat'lar kadar işe yaramıyor. Onca zekâ ve eğitim, onları rahatsız eden şeylerin nedenlerini ortadan kaldırmaya değil, o nedenlere kafa yormalarına engel olacak ilâçlar almalarına yarıyor yalnızca; ne yazık.

Şaşkınlıktan tavana vuruyor dibim! Nasıl oluyor da bunca zeki insan, yalnızca olumsuz şeylere takılıp kalıyor bunca yaşanmışlıktan sonra? Nasıl oluyor da sürekli, bir haksızlığa uğramışlık refleksiyle yaşayabiliyorlar? Ve nasıl oluyor da, orası her neresiyse, bir türlü o hak ettikleri yerde olmadıklarına takılıp patinaj yapıyorlar.

Bir zamanlar kodu mu oturtan, idealleri için girdiği kavgalarda en öne fırlayan bir dostuma bakıyorum; evlerine her gidişimde karısıyla aynı kavgayı yapıyor. Tek bir kavgası kalmış hayatında: Bu arabası eskimiş de yeni bir araba alacakmış; özgürlükmüş… Dizel olacakmış bu seferki, yakıt masrafı daha azmış… Hep de aynı şeyden yakınıyor: Ortak bir tanıdığımız, yavşaklıkla bir yerlere gelmiş, paranın anasını tatmin ediyormuş; bu haksızlığa nasıl tahammül etsinmiş.

"Etme o zaman, git yavşak olduğunu söyle o herife" dedim, öyle bir baktı ki yüzüme… Meğer yanında çalışıyormuş o adamın; nereden bileyim? Yeni arabanın taksitleri olacak tabiî. Kapıcı aidatı, çocuğun okul taksitleri, servisi de varmış.

Özel okulda okumayan çocuklardan bir bok olmuyormuş. Ya da iyi bir Anadolu Lisesi'ne kapağı atacakmış oğlan ama geri zekâlıymış galiba, kapağı atamamış oraya. Onun yerine, bütün gün karı kız peşinde koşuyor veya müzik dinliyormuş odasında.

Oğlanla iki kelime konuşmaya kalktım, annesi fırladı bir yerlerden; kalkıp derslerine çalışmalıymış amcası. İlçe genelinde bilmem kaçıncıymış, okulda da ortalardaymış sırası. Okul puanı şu kadarmış da bu kadar alması gerekiyormuş.

Ne güzel, ne iyi bir kızdı bu bir zamanlar. Kahverengi kadifeden bir kabanı vardı. Bütün okulu o kabanla okumuştu. Hepimiz öyleydik zaten. Tek palto ve kalabalıkta o paltonun renginden bulurduk birbirimizi. Kocasının da kiremit rengi bir anorağı vardı, iyi hatırlıyorum. Bir simidi, sandviçi falan paylaşıp mutlu olurduk.

Öğrenciliğim boyunca hiç defter tutmadığım için, hoca defterlere bakacağı zaman, yandaki sınıfta okuyan bu kızın defterlerini alır, öğretmenin imzası olan sayfayı bir şekilde değiştirirdim. Bir kere çakmıştı öğretmen durumu ve dünyanın sopasını yediğim halde vermemiştim adını. Sonra koptuk. Ben bodoslamadan hayata daldım; onlar okumuşlar.

Konuşurken coşkulu el hareketleri yapar, gözlerinin içi gülerdi. Ellerini pek kıpırdatmadan ve çok sakin bir ses tonuyla konuşuyor şimdi. Gözlerinin feri de sönmüş. Bir İstanbul hanımefendisi kalmakta ısrar eden babaannemle konuşur gibi oluyorum onunla konuşurken.

(Meraklısı için söyleyeyim: Benim lûgatimde olumlu bir şey değildir İstanbul hanımefendisi veya beyefendisi kavramları. İçi boş ve genellikle arkasında husumet olan yapay bir zarafet vardır bu tiplerde. Sözleri müthiş cilâlı ve ağdalıdır ama siz kapıdan çıkar çıkmaz, gene aynı zarif üslûpla dedikodunuzu yapar, köküne kadar oturturlar kişiliğinize. Pek vefa bilmezler.)

Neyse, oğlanın geri zekâlı olmadığı ve onlara rağmen pırıl pırıl bir genç olduğu konusunda ikna edemedim bizimkileri. Bu yazdıklarımı okuyunca benimle ilişkilerini de keseceklerine göre, böyle bir şansım da kalmadı artık. Prozac içmek için bir nedenleri daha olsun bakalım: Kimse onları anlamıyor.

Pencereyi açınca kara bir kalabalık koklayan, radyo dinlerken iğrenç müzikler duyan, bir şeyler okurken de yalnızca nefret heceleyen insanlar tarafından sevilmemek de benim keyfim olsun bu hayatta. Kampana mori mitro'yu değiştirir, kürdîlihicazkâr longa'ya geçerim ve hayat devam eder. Çok bunalırsam, kapı gibi Roman havalarım var; hem de kabadan.

Gene de, "eğitim şart!" diye yırtınan eğitim fetişistlerine iki çift lâf etmeden geçmeyeceğim şu âlemden.

Mehmet Ağar, Emin Çölaşan, Abdullah Çatlı vs, gibi tiplerin eğitimli olması bir yana, okullarda adamlık değil de meslek öğretildiği neden unutuluyor bu memlekette? "Eğitim şart" derken, vurgunun eğitmek fiiline yapıldığı bu kadar mı gizli saklı bir şey? İyi bir meslek sahibi olsun diye sabahtan akşama kadar bunalttığınız çocuklar, adına üniversite denen o balta tezgâhlarında, yalnızca kalifiye köle olmak üzere yetiştiriliyorlar. Bu yüzden de birilerini, bir çocuğu yaşını büyütüp nasıl astırdığını gururla anlatan bir darbeci eskisini alkışlarken, "suçu" yalnızca yazı yazmak olan bir yazarı yumurta yağmuruna tutabiliyorlar.

Hayır, eğitimi doğruyu, güzeli aramanın bir aracı olarak görseniz ve "biz gençken çok bocaladık, hayatı el yordamıyla anlamaya çalıştık, evlâtlarımız donanımlı olsun; ayakları yere daha sağlam bassın" gibi bir niyetle çocuklara yüklenseniz, belki anlayacak ve saygıyla eğileceğim huzurunuzda ama derdinizin bu olmadığı o kadar belli ki.

Ne aşklarınızı yaşamışsınız kocaman, ne de başınızı bir kere kaldırıma koymuşsunuz hayatınız boyunca. Birinin burnuna okkalı bir yumruk oturtamamışsınız hiç. Ya da ne bileyim, bir yerlerde kafayı çekip üç gün sonra başka bir ülkede veya şehirde kendinize gelmemişsiniz, oraya nasıl geldiğinizi bilmeden.

Koca bir hayatı ıskalamışsınız taksitlerle, kariyerle, püsürle boğuşurken. Okuyamadığınız kitaplar, gidemediğiniz yerler, okşayamadığınız sevgililer, çizemediğiniz kestaneler süslemiş hayallerinizi. Hep, serserilere imrenip "akıllı" olmak zorunda kalmışsınız.

Bunca ıskalanan şeyden sonra, aynı hayatı çocuklarınız için istemek de utandırmıyor mu sizi? Adam yetiştirmek yerine, temkinli davranan emir kulları, hesaplı davranan hinler yetiştirmek mi çocuk doğurmaktaki amacınız. Yoksa evlilik kurtarsın diye yapılıp bi haltı kurtaramadığı için görevi biten nesneler mi o çocuklar? Yalnızca elâlem "iyi yetiştirdi" desin diye mi yükleniyorsunuz gencecik bünyelerine.

Onların iyiliği için mi bunca şey? Onların iyiliği için eve kedi köpek almıyor, onların iyiliği için sabahın karanlığında sıcak yataklarından kaldırıp dershanelere gönderiyor ve onların iyiliği için tüm hayatlarını şu kadar puana indiriyorsunuz? İyi, çok uluslu bir şirkette "bir şey" olması için okutun o çocuğu. Bundan daha baba bir iyilik mi yapılır bir evlâda.

Eyvallah, taksitler, dizel arabalar, Avrupa'da mutlaka yapılması gereken tatiller falan bunalttı sizi. O semtte ille oturmak, o çizmeyi de üç yüz kâğıda ille almak zorundasınız ama neden hâlâ sol çakıyorsunuz? O gece dört yüz milyon hesap ödediğiniz o masada, sakız satan kızı kovalarken takındığınız yüz ifadesinin farkında mısınız? Bütün o bunalımınızın altında, o çocuğu kovalayabilecek hakkı nereden bulduğunuzu vicdanınıza anlatma gayreti veya daha da kötüsü, doğru piyangoyu seçmiş olmanın suçluluk duygusu yatıyor olmasın sakın.

On beş milyon insanın yoksulluk sınırında yaşadığı bir ülkede, tepedeki dört milyonun içinde olmak ve sorunlara doğru yerde teşhis koyup kılını bile kıpırdatmamak, gerçekten zor olsa gerek. Bu perhize bünye dayanmaz, bunun farkındayım. İyi de, ille solcu olmak, en azından öyle görünmek zorunda değilsiniz ki. İçi boşalmış birer tüketim kuklası olduğunu görmek, belki acıdır ama en azından dürüst bir tavırdır.

Hele bunu bir kabul edin, ben de kolumun altına bir paket kestane şekeri alır, kapınızı çalar ve hiç sıkılmadan futbol veya Caner-Tülin muhabbeti yaparım sizinle. Faik'e birlikte güler, Survivor şeysindeki Yunan milliyetçisine birlikte kalayı basarız. İnanın, şimdikinden daha sıkıcı olmazsınız. Çünkü, duvardaki plazma televizyonun önünde savurduğunuz "ne olacak bu memleketin hâli" palavraları, hiç inandırıcı görünmüyor.

Ne olduğunuzu bana veya başka birine anlatmak zorunda değilsiniz ki; herkesin gözü var ve görünen köy, uzakta değildir. Ne anlatacaksanız, kendinize anlatın. O zaman, eğitim fetişizminiz de bir işe yarar ve en azından ne olmadığınızı anlarsınız. Bunu samimi bir şekilde yaparsanız, belki o ilâçlara da gerek kalmaz. Eğitim, insanın kendini tanımasının aracı da olmayacaksa, "indir o elini!" demezler mi adama.

Samimi olmayacak ve yüzünüze sırıtıp arkanızdan ne yavşak olduğunuzu söyleyen birilerini kandıracaksanız, "onun iyiliğini düşünüyorum" tıraşını bırakıp, oğlanı da psikolog yapın gitsin! Nasıl olsa sizin çocuklar otuzuna gelmeden kayış koparacak ve bu memleket de epey Prozac kaldıracaktır daha.

Oğlan da paranın dibine dibine vurur; az solcu, biraz milliyetçi ve Zemzem Towers'da Kâbe manzaralı ev alacak kadar da dindar olur. Siz de, ele güne karşı, "biz yaptık" diye gurur duyarsınız o garip şeyle. Çünkü, sizinki eğitim fetişizmi bile değil; yalnızca refah şovenizmi. İşe bunu anlamakla başlayın önce. Belki gerisi gelir ve adam olmayı düşlediğiniz günlere geri dönersiniz. Sobanın üstünden yayılan mandalina kabuğu kokusuyla mutlu olabildiğiniz günlere…

Belki o zaman, dostlarımı "beni ilgilendirmeyen" şeyler yüzünden kırmak zorunda kalmam artık. Bunca üzüntüyü kaldırmaz bu bünye. Valla, yarım kilo leblebi helvası yedim bugün. Bana da yazık be!

18 Kasım 2006 - Trakya Kırsalı

Yorumlar

Ali Türkan aramızdan ayrılalı 3 yıl oldu. Nur içinde yat sevgili Ali. Sensiz buralar çok ıssız. Gürül gürül sesini ve katıksız insanlığını özledik.

Derkenar - 9 Ocak 2011 (11:24)

Maalesef bize derkenarda saklı köşesinde onu, yeniden yeniden keşfetmeler ve her keşfedişte sanki ilkmişçesine hayretler içinde kalmalar, olmaz, olabilemez, böyle enfes lâflar edilebilemez demekler filân düşüyor.

Nursun Demirsoy - 9 Ocak 2011 (21:22)

Eğitim sistemi ve ailelerin bu denli çarpıcı analizini, 60 kûsur yaşıma geldim hiç bir yerde okumadım. Üstelik hasbelkader aldığım öğretmenlik formasyonuma rağmen. İşin ilginç yanı, Ali Türkan gibi bir yaşam ustasıyla sevgili "Derkenar" sayesinde tanıştım. Bu konu da bendenizin bağışlanamayacak ayıbı olsa gerek. Evet, rahmetli Türkan'ın da önemle vurguladığı gibi iş gelip dayanıyor "adamlık" meselesine… Demek ki biz çağdaş bir Diyojen'le yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş. Yazık, gerçekten çok yazık olmuş değerli Ali Türkan'ı tanımadan geçip giden yıllara. Anısı önünde saygı ile eğilirim.

Macit Cününoğlu - 17 Ocak 2011 (11:04)

20 yaşında bir üniversite öğrencisi bir yazıdan bu kadar etkilenebilirdi! Tek kelimeyle bir dehayı kaybetmişiz… Ve ne yazık ki bir daha gelmeyecek ne kadar acı değil mi?

Çisel Bulut - 24 Ocak 2011 (21:08)

Oğlum sayesinde tanımaya fırsat bulduğum Ali Türkan'ı; okudukça anlamaya çalışıyorum.

O bir dil fetbazı! Bana bu durum, evlâtlarımıza yetişemeyişimizi çağrıştırıyor.

Ne mutlu Ali Türkan'a ki; babalarını-analarını yönlendirebilecek nesillere, örnek olabilmiş…

Erken olmuş dostum, semaya karışmak için erken olmuş…

Bir sokak yalnızı ile bir sokak köpeği ile, bir dilim ekmeğini paylaşmayı özendiren dilinden; dünyanın acımasız kapitalist düzenine veriştirdiğin sövgülerine kadar, içten ve anlaşılır dilinden beslenecek nesiller, çok memnunum ki; varlar!

Her ne kadar sobanın üzerinde mandalina kabuğu bırakmayacaklarsa da, Ali Türkan'ın semaya bıraktıkları ile o kokuyu hissedecekler.

Sevgiler Ali Türkan, ailene ve nesline…

Teşekkürler oğlum! Farkındalığın için…

Mehmet Avar - 27 Ağustos 2011 (01:59)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

53
Derkenar'da     Google'da   ARA