Patronsuz Medya

Aslı yok yaylasında 1500 sığırım var benim

Ali Türkan - 6 Mayıs 2003  


Dere kenarına kondum. Bülbüller dem çekiyor (biz onlara luscinia megarhyncos deriz, aramızda). Kurbağalar vıraklıyor (onlara kurbağa diyoruz). Helikoptere benzeyen böcekler sazlara inip kalkıyor (bunlara ne dendiğini henüz bilmiyoruz). Otların arasında hışır hışır, bana dokunmayan yılanlar olduğunu tahmin ettiğim ve bin yıl ömrü olan başka canlılar… Bir yandan da su şarıl şarıl akıyor. Oooh! Huzur derim ben buna. Ne iyi etmişim de yürüyüşe çıkmışım.

Aslında bu yürüyüş merakı, aylar önce sokakta rastladığım gençlik aşklarımdan birinin "vay, götü göbeği de o biçim salmışsın" şeklindeki komplimanıyla başladı yeniden. "Oooohhhmmmm!" tıraşı da çektim ama ciğerimi biliyor tabii, Buda olduğuma inanmadı zilli. "Tamam, Buda olmasam bile, cisimleşmiş bir Kutuktus olamaz mıyım yani?" diye sordum ve "hadi lan!" dedi bana. Terbiyemi bozup onun göbeği hakkında lâf etmedim. Dal gibi kızdı be; ne hale gelmiş. Dinime tân eyleyen, bari müzülman olsa hesabı işte.

Neyse, mevzuu dağıtmayayım.

Bu dere kenarı tripleri acaip keyifli olmaya başladı. 12 Eylül öncesini hatırlatan tek şey yok. Bir barış, bir huzur ortamı; tadından yenmiyor. İnsan, börtü böceğe, onların arasındaki uyuma, dengeye falan bakıp evrenin sırrına da nail oluyor ufaktan. Artık kendi mi, yoksa dublörü mü bilmiyorum ama Nirvana'ya da rastladığım oluyor arada (soranlara selâmı var. Saddam'la Üsame'nin yerini sordum; o da bilmiyor).

Bencileyin, hep büyük şehirlerde yaşamış insanların, börtü böcekle, sürüngenlerle pek sorunu olmuyor da, yürüyüşlerimde rastladığım memeli hayvanlarla nasıl bir ilişki kuracağımı bilmiyorum henüz. Hani, karşımdaki, en gelişmiş memeli türü olan homo sapiens olsa, o kolay. Ümüğüne dirseği yapıştırır, alıştığım şekilde sürdürürüm ilişkimi ama meselâ geçen gün, bir inek sürüsü çıktı karşıma…

Gene kendi halimde, yerdeki her delikten bir yılan çıkacakmış kıllanmasıyla yürürken, "çanlar kimin için çalıyor" oldum bir an. Hemen o yana seğirttim. Hesapta, çoban kavalı dinleyip Cumhuriyet Dönemi yazarları türünden "köylü kardeş" romantizmi yaşayacağım. Bir iki adım attım ki, bana dik dik bakan bir çift öfkeli gözün ardında, kocaman, kahverengi bir şey. Hem de ne bakış. Gözü göz değil.

Biliyorum, bunların dişilerine "inek" deniyor ve sütlerinden de acaip güzellikte şeyler yapılıyor (bak: kazandibi, sütlaç, keşkül). Erkeklerine de cinsel tercihlerine göre, "öküz, boğa" falan deniyor. Gene biliyorum ki, boğalar biraz ters olur; durduk yerde hadise çıkarır, insanı "süserler". İyi güzel de ya ineğin de hadise çıkaracağı tutarsa. Hiç mi huysuz hatun görmedik yani? (Hele birinin doğum gününü, teknik arızalar yüzünden bir gün geç kutla da, gör ananın nane likörünü.)

Neyse, şöyle bir eğilip baktım; ortada memeye benzer bir şey de yok. "Hah, bu olsa olsa öküzdür" diyemedim. Ya, memeleri ufak olduğu için asabi bir inekse karşımdaki. Sütaş dünyasına manken olmak isteyip memelerinin çeperi yetmediği için elenmiş, kompleksli bi karıysa? O zaman ne yaparım? Ruh güzelliğinden, olmadı silikondan falan dem vursam, dinler mi?

Her ihtimale karşı, birkaç adım geri attım. Davar da birkaç adım bana doğru geldi. Korkmamam gerektiğini düşünüyordum ama kuyruk sokumumda hafiften bir titremeye de engel olamıyordum doğrusu. Kuyruğu titretmek denen şey, bu muydu acaba?

Hayır, ortalıkta bi çoban veya köpek görsem, ne de olsa daha tanıdık varlıklar diye kendime güvenim artacak ama dağ başında bir büyükbaş ve ben, karşılıklı, düşük yoğunlukta sinir harbi yapıyoruz. Ortada da kimsecikler yok.

Hayvan, birden bana doğru tırısa kalktı. İnsanın hayatı, hakikatten, bir film şeridi gibi geçiyormuş gözlerinin önünden. Hem de ağır çekim. Ağır ağır, kanım damarlarımdan çekilmeye başladı.

Bir yandan hayatımın filmini izlerken, diğer yandan da aklıma yığınla şey geliyordu. Önce "tüy oğlum, vakit bu vakittir!" diye bir ses duydum gaipten. Hemen onun ardından da Eski Türkler'de çocuğa isim verme geleneği geldi aklıma… Hani, şuna sıkı bir kafa oturtup aleme "Öküzboğan" olarak nam salmak da fena olmazdı doğrusu. Olmazdı da bu hadisenin sonunda "Ödükopan", "Sıçıpbatıran", "Dabansuz" gibi alternetif isimler de alabilirdim yani…

Budizm'de bi Şeytan var mı bilmiyorum ama bildiğimiz Şeytan "oturt kafayı, nam olsun" diye gaz verirken, bildiğimiz melek de "uyma elin davarına" diye takoz koyuyordu ötekinin gazına.

Alışkanlıktan olsa gerek, bizim meleği dinleyip dereye inen yamaca verdim kendimi. Tabanları nasıl yağlamışım ki, yolun yarısından sonra frenler tutmadı ve hiç de şık olmayan bir biçimde suya daldım. Suda biraz debelendikten sonra, şöyle bir başımı çıkardım ve "geh kızım, geh!" diye bir ses duydum.

On yaşlarında, tıfıl bir oğlan, elinde bir değnek "korkma amca bi şey" yapmaz diye tepeden bana sesleniyordu. "Ayağım takıldı" gibi bi şeyler geveledim ama yemedi sanırım. Kikirdeyerek ve "hüüürsss" diye bir ses çıkartıp ineğini güderek uzaklaştı.

Dağ başında, zıbıdık bir veledin maskarası da olduk anasını satayım! Tamam, Budizm, nefs terbiyesi falan iyi güzel de, bu akşam sığır bonfile ziftleneceğim. Hele şu pantalon bi kurusun, eti pişirip pişirmeyeceğime de ondan sonra karar vereceğim.

Yorumlar

Abi gecenin 4'ünde bile güldürebiliyorsun insanı. Seni özlüyoruz…

Fatih Özdemir - 20 Nisan 2010 (04:21)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

67
Derkenar'da     Google'da   ARA