Patronsuz Medya

Alageyik Destanı

Ali Türkan - 9-16 Ocak 2002  


İşsizlik zor zanaat

Bazı adamlar vardır ya, yaşına hürmet ettiğin için, ya daonu seven bir yakınını kırmamak için falan, söyledikleri şeyleri sesini çıkartmadan dinler, ayıp olmasın diye pek itiraz etmezsin. İşte böyle tanıdıklardan biri, annemin çok sevdiği bir arkadaşının kocası, "yahu arkadaşların iyi çocuklar ama bir işe yaramaz bunlar" demişti… Dünyaya onun baktığı yerden, haklıydı bu yargıya varmakta. Arkadaş bir işe yaramalıydı.

Tek arkadaşı olmadan, çevresine yığdığı "işe yarar" adamlara rağmen mide kanserinden gitti zavallı. Annem de ağlaya ağlaya helva yapmıştı (fıstıklı); bir annem ağlamıştır sanırım ardından.

Arkadaşlarım ne kadar işe yarar, bilmiyorum. Ben arkadaşlarımın işine yaramak isterim. Anladığım kadarıyla senin tanıdıklar, arkadaşlar da pek işe yaramıyor. Aralarında mutlaka ve hâlâ "bir yerlerde" olanlar vardır sanırım; işe yaramaktan neden bu kadar korkuyorlar ki?

Belli işte, işsizsin. Daha nasıl anlatacaksın ki? Neden ille de onlara, senin söylemen gerekir bunu? Böyle mi tatmin oluyorlar? Kabız oldukları için yetenekli, parlak, karizmatik birilerinin onlara muhtaç olması, gelip dert anlatması mı gerekiyor? (Merak etme. Kimseye gidip bir şey anlatmadığını biliyorum)

Belim sakatken ve kara kara ne iş yapıp da çocuklarımı doyuracağımı düşünürken, dostlarımdan biri evde yapılacak bir "ek" iş bulmuştu kendisine. Asıl işinden bir ayda, benim yarım yıl çalışarak kazandığım parayı kazandığı halde, böbürlene böbürlene gelip bana anlatmıştı üstelik yeni işini nasıl kaptığını. Gerçekten kolay, az emekle epey para kazandıran bir işti.

Aradan birkaç hafta geçti. Bir arkadaş hasta ziyaretine gelmişti, bu da geldi çat kapı. O arkadaşa da anlattı bu başarısını, bulduğu işi… Arkadaş da susturmama fırsat kalmadan "Ali'ye yapsaydın ya o işi" dedi, doğal olarak. Nasıl utandım, bir bilsen. Ama bizimki utanmadı Allah'tan. "Madem ihtiyacın vardı, niye söylemezsin birader?" diye babacan bir tavırla sert yaptı üstelik. Ben de ihtiyacım olmadığını söyleyebilmiştim yalnızca.

Ali, the tam buldun ticarîdehayı (9 Ocak)

Eyvah! Bu yıl her yerimize Nazım sıçrayacak!

Dün akşam, Kanal D'deki yorumunda Nazım Hikmet'ten şiirler okudu Güneri Cıvaoğlu; sorun değil, herkes okur, Türkeş bile… Ama ilk düşündüğüm bu oldu: Eyvah! Her yerimize Nazım sıçrayacak bu yıl. Ve şimdi anladım, şu "bilmem kim yılı" hikâyelerinin neden yapıldığını. Konu sıkıntısı çeken zevata ekmek kapısı işte. Yani bu yıl bol bol "Nazım'ın mezarı nereye taşınacak" oluciiiz.

Önce palavraya, "iyi paşa, kötü paşa" mavralarına boş verip bir şeyin adını delikanlı gibi koymak gerekiyor: Nazım Hikmet'i "kapatan" düzenin adı Kemalizm'dir ve Nazım Hikmet "Türk dilinin en iyi şairi" olduğu için değil, komunist olduğu için ve gençlere korku salmak amacıyla kapatılmıştır. Yani "yılanın başı" ufakken ezilmiştir.

Plazalarda gazetecidir, sağcı politikacıdır, sosyal demokrat politikacıdır ve işine geldiği gibi yorumlar. Sonuçta bu adamların işi gerçekle değil, gitmek istedikleri yerledir. Yaptıkları bana ahlâksızlık gibi gelir ama başarının esas alındığı bir dünyada, ahlâkın falan önemi yok nasıl olsa.

Ama anlayamadığım bir şey var. Bu ülkenin Kemalist'leri uyuyor mu? Yani neredeyse devlet televizyonu denilecek bir televizyon kanalında Nazım Hikmet'e övgüler düzülüyor, büyük şairliği, çapkınlığı falan anlatılıyor ve kimseden ses seda çıkmıyor. Bem Kemalist olsam, dünyayı ayağa kaldırırdım.

Yahu ne garip ülke şu Türkiye. İslâmi önderi Versace gravatlarla, Mersedes arabalarla salınıyor ortalıkta ve utanmadan yoksul halkın kurtarıcısı olduğunu iddia ediyor; sosyal demokratları, sosyallikten vaz geçtim, demokrat bile değiller, iktidarı babadan oğula devredecekler neredeyse (iktidara gelirlerse tabii); şarkıcıları aynı zamanda köşe yazarı, yönetmen, bestekâr, politikacı, barış elçisi; faşistleri İslâmcı, İslâmcı'ları milliyetçi, komunistleri hâlâ kasket meselesinde, sanatçıları tüccar…

Ve hepsi birden Kemalist. Bir karışıklık, bir hayasızlıktır gidiyor.

N'olur? Ya hepiniz komünist olun ya darahat bırakın adamcağızı mezarında. İşadamlarıyla mezarı başında toplanıp "yiğidim, aslanım burda yatıyor" gibi komiklikler yapmayın. Bırakın mezarı da orada kalsın. Vasiyeti açık. "Kurtuluş" olduktan sonra bir köy mezarlığına gömülmek istiyor. Birileri bir yerlerini kurtardığı zaman değil.

Hepsi bu kadar.

Bir de, nasıl söylesem? Güneri Cıvaoğlu çok kötü şiir okuyor; umarım bi daha okumaz.

Ali - (11 Ocak)

Kafam karıştı gene

Geldi oturdu tam şurama. Hani çocukken sofrada lâf işitirdin de lokma boğazına düğümlenir, bir türlü aşağıya inmezdi, öyle bir duygu.

Hep bir şeyler yazdım; yazmayı önemsemiyorum bu yüzden. Yani ıslık çalmak, içli içli şarkılar söylemek gibi bir şey. Ama okunmak farklı bir şey. Çok ağır bir sorumluluk yüklüyor omuzlarına. Birilerine bir şeyler anlatıyorsun; onları etkileyecek, belki bundan sonraki yaşamlarını değiştirecek bir şey. "Ben" olmaktan çıkıyor her şey.

Fena çaktı bu düşünce. İki seksen uzandım. Bir şeyi çok iyi öğrendim bu sayede: Hiç bir zaman kitleleri harekete geçiren bir "öncü savaşçı", devrim lideri, siyasetçi falan olmak istemiyorum. Hiç birine yüz vermemiştim, hiç vermeyeceğim. Boru mu be! İnsanlar sana inanıp ölüme gidiyorlar.

Ama yazmanın da böyle bir boyutu var Necdet. İnanıyorlar yazdıklarına. Belki yaşamlarının ortasına oturtuyorlar ortalığa saçtığın fikirleri. Bu iğrenç bir "güç".

Koydu, paylaşmak istedim. Umarım yanılıyorumdur.

Ali - (12 Ocak)

Açılın bakalım, ben yazarım!

Belki inandırıcı gelmeyecek sana ama övülünce gerilen adamlardanım. Eskiden, çevrem kalabalıkken de böyle olurdu. Meselâ bir arkadaşın evine giderdim, tanımadığım birileri, hele hoşuma giden bir haspa falan olursa punduna getirip pek öyle görünmese bile "reklamımı" yapar, manitaya meşazı yollardım. Ama arkadaşlardan biri beni övmeye kalktı mı, yerin dibine girerdim.

Hiç tanımadığım insanlardan gelen bu övgüler, çok şaşırtıyor beni aynı zamanda. Hele biri "Ali bey, siz yaşama ait ayrıntıları, muzip bir çocuğun gözlerinden, bir ağıt gibi gören…" Allah! Allah! Yani kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Fakat böyle giderse dötüm kalkacak diye korkuyorum: -) "Alkışlarla yaşarım" moduna geçeceğim sanırım. Beni sizler var ettiniz, varlığım size armağan olsun.

Zaten ufaktan başladım da yani. Renklilerle beyazları ayırırken evdekilere, "ulan koskoca yazara çamaşır yıkatmaya utanmıyor musunuz?" diye fırça bile attım.: -) Meselâ soğan doğramıyorum artık. Zeytin'in bokunu da temizlemiyorum. O işlerin hepsini evdeki ayak takımına bıraktım. Bu eller sanat için yaratılmış ne de olsa.

Şaka bir yana, hoşlanıyor insan ama ayaklarının da yerde kalması gerekiyor. Yanından selâm vermeden geçen zevata hazırlıklı olmak gerek hayatta.

Gibi bir şeyler işte.

Benim mektuplar çiçek gibi olmuş ama kendi yazılarını ihmal etmişsin. Daha çoğu eski tasarımıyla durup duruuu.

Çocuklar fena kapıştı gene. İki kız, Cihat'ın anasını ağlatıyor birlikte. En adili de üçüne birden dalmak oluyor genellikle. Bana müsaade.

Sevgiler.

Ali - (12 Ocak)

Nutkum tutuldu!

Ağzım lâf yapar. Öyle konuşurken zorlanan, ne söylediğini, söyleyeceğini bilmeyen adamlardan değilim, pek çam devirmem yani. Arada bir dil belâsına bi halt edersem, ışık hızıyla farkına varıp onu da düzeltirim.

Senin totem yazısını okurken, aklımdan yığınla konu geçti aynı anda. Son günlerde çok kafa yorduğum ve seninle konuştuğum bir konu olduğu için o kadar iyi anladım ki… Ama hepsi çıktı gitti o kafamdan geçenlerin.

Yani, birinin suratına veresiye sıçmak iyi fikir: -) Aklıma geldikçe gülüp duruyorum. Ama söyleyecek bir şey de bulamıyorum pek. Ağzım istediği kadar lâf yapsın; ne söylenir ki bunların üstüne? İnsanın nutku da tutulurmuş demek ki. Söylenecek her şey o yazıda var işte.

İki gündür her fırsatta internete girip bir tepki var mı diye bakıyorum ama şimdiye kadar rastlamadım.

* * *

DKM'nin mekteplileri alaylılara tek dalmış ama senin yazınla ilgisi yok bunun: -) İlkeler yüzünden bir yerden ayrılmak ne güzel bir şey ama ayrılan yerden para kazanmayınca daha kolay oluyor galiba. Hiç birini şahsen tanımıyorum ama daha önce böyle çıkışları olduğunu da hatırlamıyorum. Bu kahramanlığı anlamakta da zorlanıyorum.

Öfff! Lâfa amma tur attırdım. Aralarında tanıdığın vardır diye ve "ayıp olur" kaygısını bırakıp yazayım bu yüzden. Kapıyı vurup giden o iki yazarın tavrı, o kadar o sinir olduğum birilerini çağrıştırdı ki bana, başından beri Ahmet Tezcan'a hak verme eğilimdeyken, Ragıp Duran'ın yazısını okudum. Onun tavrı da, hani evine gelip her şeyde karına, sevgiline hak veren adamlar vardır ya, işte onları hatırlattı biraz. "Sen sus! Yenge haklı!"

Bunları şey için anlatıyorum. Çoğu olayda, taraf tutarken, aklımla değil duygularımla davrandığımı fark ettim. Meselâ sırtını derin devlete dayamış bir kelle avcısı moloz Nadire Mater'e sataşırken Mater'i tutuyorum ama AB'den para yardımı aldığını öğrenince de taraf tutmaktan vazgeçip "yesinler birbirlerini" gibi bir his oluyor. Belki yanlış ama böyle bu.

Yıllardır bazı sivri "etnik" tanıdıklarımla da bu yüzden kapışıyorum burada. TC politikalarına karşı çıkmak falan iyi hoş ama bunu Avrupa devletlerinin yardımıyla yapınca, her şey "kirli" gibi geliyor bana. Belki de ideal olandan yola çıktığım için oluyor bu, bilemiyorum. Türkiye'deki egemen sınıfla mücadele etmek için Avrupa kapitalizminden, ne idüğü belirsiz örgütlerden para almayı anlayamıyorum.

Yıllar önce, buradaki televizyon kanallarından birinde Nazım la ilgili bir belgesel gösterilmişti. Vera'nın söylediği bir söz hiç çıkmıyor aklımdan. Nazım için, "ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, Türkiye hakkında hiç kötü söz çıkmazdı ağzından" demişti.

Onu bilir onu söylerim: İki soyadı olan hatunlardan korkacaksın usta.

Bööle bi şeyler yani.

Hallerini merak ediyorum, bilesin.

Sevgiler.

Ali - (15 Ocak)

Kafa kafa değil ki!

Keşke şu kafanın "yap" dediğini, bu yüreğe anlatabilsem. Ama gitgide kafa öne geçiyor, hissediyorum. Belki de yaşlanmak böyle bir şeydir…

Para işlerinde çok utangaç bir adamım. Pazarlık yapamam, maaş konuşamam, isteyene "yok" diyemem. Aklım bana çoğu zaman aksini söyler ama hislerim o dilden anlamadığı için de sürekli kazıklanırım. Bu kazıklanamayı da genel anlamıyla söylüyorum. Yoksa parayla ilgili her aldatılmayı kazanç gibi görüyorum. Herhalde salak olduğuma inanmamak için böyle bir savunma geliştirdi bilinç altım. "Vay anaaaam gene gazıklandım!" yerine, "bir insanı daha tanıdım" gibi bir avuntu.

DKM'de olanlara üzülüyorum. Üzüldüğüm, işin Ahmet Tezcan'la ilgili yanı. Yazdığı o iki yazıyı okurken daha da arttı bu üzüntüm. Samimi olduğundan eminim. Olmasa ne olur? Karşısına durduk yerde geçenlerin domuz topu gibi birleşmesi bile, duygusal anlamda yanında olmam demek zaten. Ne yapabileceğim konusunda da bir fikrim yok ama tepkisiz kalmak da hoşuma gitmiyor.

Bir yerlerden, özellikle de Batı'lı kuruluşlardan, vakıflardan para almaya böylesi tepki göstermemin duygusal nedenleri var. En başta, adamların arasında yaşamaktan ve verdiklerinin kat be kat fazlasını ödemiş olmaktan kaynaklanan nedenler. O insanların her yanları kuşatılmış elbette ve (haklarında ne düşünürsem düşüneyim) düzgün işler yaptıkları konusunda en ufak bir şüphem yok ama o yardım da bir kuşatma sonuçta. Eloğlu, hele iyi tanıdığıma inandığım Avrupalılar, adama boşu boşuna yardım etmezler. Bu hissimde yanılmayı da çok istiyorum, çünkü bazı kelle avcısı heriflerin ağzını kapatmak mümkün olmaz işin suyu bir şekilde çıkarsa. O zaman her ayağa kalkanı, istedikleri gibi oturturlar.

Bir zamanlar, çocuklarıma istediğim gibi bir hayat sağlayabilmek için, her boku yemeyi düşünmüştüm. İnsanız ve güçsüz anlarımızda her şey mümkün. Ama dünya çok kirli. Ve her şey o kadar karışık ki, işin içine para girdi mi bütün antenlerim sonuna kadar açılıyor. Gene de iyi niyetli insanların ve onların iyi niyetli çabalarının olduğunu, pek rastlamasam da, bu insanların bu coğrafyada da bulunduğunu biliyorum. İnsandan umudu kesmemek gerek.

Ayrılan yazarların DKM'deki tartışmalara para konusunu bulaştırmaları, bu kadar iyi niyetle ve zorluklarla yapılan bir işte bile "reklam geliri" gibi şeylerin ortaya saçılması, hoşuma gitmedi. İş, medya etiğinden falan çıkıp Ahmet Tezcan'ın para kazanma hırsı gibi lânse edilir oldu. Burada hisleri bir yana bırakıp aklımla, "demek dünyayı tartmalarında en önemli ölçü bu" gibi bir mantık yürüttüm sanırım.

Para elbette hem önemli, hem de gerekli ama bir zamanların moda "polis" suçlaması gibi, şimdi de "sen kimden para alıyorsun?" gibi bir moda var. Bundan utanıyorum işte. Hele yapanlar, "düzgün" diye tanımladığım insanlarsa, bu utancım daha da artıyor ve akla falan boş veripip ağzımı bozuyorum.

Hiç bir zaman "polis, satılmış" falan gibi kavramlar kullanmadım birileri hakkında. Proleter patron yok ama patronların varlığını, aynı anlamda kapıcı, temizlikçi gibi meslek gruplarının olmasını, ille hiyerarşi olacaksa bunu belirleyenin erdem değil para olmasını böylesine kanıksamış olmamız üzüyor beni.

Ve patron milletine posta koymamız gerekirken, "birbirimizi" böyle boktan nedenlerle ısırıp örselemeyi anlayamıyorum.

Sevgiyle.

Ali - (16 Ocak)

Yorumlar

Merhaba Ali abi. Bu siteyi nasıl bulduğumu, yazılarınla nasıl tanıştığımı sana ilk ağızdan anlatmak isterdim, ama geç kaldım gibi… Birkaç gün önce "fazilet" kelimesinin anlamını ararken karşıma "hızlı gazeteci" diye bir yazı çıktı. Ne alâkası var dedim, araştırdım. Meğer Hızlı gazetecinin yani Necdet Şen'in lâkabıymış bu.

Necdet Şen'in de bir zamanlar yazdığı bir çizgi romanda devrimci bir bayanın adıymış "fazilet". Tabi ben de merak ederek bir güzel araştırdım adamın sitesini falan, derken bir linke takıldı gözüm (linkin ne olduğunu hatırlamıyorum) ve bu siteye yönlendirildim.

Hani bir yazın vardı ya Ali abi, "Devrim yazısı yazıcam ama bir türlü olmuyor" diye işte o yazınla tanıdım seni ve hemen her gün 2 - 3 yazını keyifle okuyorum. Keşke seni daha yakından tanıyabilseydim. Ruhun şad olsun Ali abi, bir gün görüşebilmek dileğiyle…

Gürkan - 3 Mart 2010 (20:19)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

59
Derkenar'da     Google'da   ARA