Patronsuz Medya

Kokulu bir yol yazısı

Ahmet Faruk Yağcı - 27 Nisan 2010  


Burnum, kendimi bildim bileli çok hassastır. Kokularla harmanlanmış hatıralarım ve bunların zihnimdeki imgeleri de çok canlıdır.

Patlıcan kızartması kokusu duyduğumda, yedi yaşımın bir yaz akşamüstünde İzmir'deki anneanne evindeki topan patlıcan kızartmasının kokusunu hatırlarım ve gözümün önüne o yılın tatil günleri gelir. Bağlı olarak yaz arkadaşlarımın yüzleri, İzmir Fuarı'ndaki Pakistan Pavyonunda görevli esmer genç kız, Ekici Över gazinosu, Beyaz Kelebekler'in afişleri, Ahmet dayımın balon tekerli bisikleti, Halkapınar Köprüsü kafamın içinde dönmeye başlar. 1973 yılı yazından ayrılmak istemem. Burnumun direğini sızlatan bir durumdur bu. Bu tad bir daha olmayacaktır ve bunu bilmek çokça hüzün biraz da acı verir.

Kokular çocukluk ve ilk gençlik günlerini hatıra getirdiği gibi o günlerin canlılığını da hissettirir. Her taze koku, hareketlenme ve bir yerlere gitme isteği verir. Yaşlanmakta olan bünyeye gençlik getirir.

Bu senenin ilk bisiklet turunu Büyükçekmece cıvarındaki köy yollarında yaptık. Önce uygarlık simgesi yüksek binaların arasından, sonra deniz kıyısından, sonra toprak yollardan geçtik. İki medeniyet noktası arasındaki köy yolundan giderken yine bir çocukluk kokusu duydum. Hızla büyümüş yabani otlardan gelen acımsı ferah koku. Hani adam boyuna varabilen, uçları dikenli, kenarları tırtıklı yaprakları olan koyu yeşil yabani bitkiler vardır. Hüdayınabit olarak yol kenarlarında bolca bulunur. Gövdesi kesilince süt kıvamında bir sıvı sızdırır. İşte bu bitkilerin çok olduğu yerlerden geçerken belli belirsiz bir koku hissedersiniz. İyi ya da kötü değil. Sadece var olan bir koku. Tabii ve hatıraları uyandırıcı bir koku.

1971 yılında Adapazarı'nda evimizin mutfak penceresini açtığımızda yandaki arsadan gelen kokunun aynısı. Soluğu daha derinlere çekmek isteği ve uzaklara gitme isteği uyandıran bir koku. Çok yeşil, çok ağaç, çok dere görmek isteğini bünyeye yerleştiren bir koku.

* * *

Karar verildi. Bisikletlerle dağlara vuracaktık. Deniz görecek, dere görecek, ağaca ve çiçeğe doyacaktık. Baharın bütün kokularını içimize çekecektik. Üç ahbap çavuşlar olarak yerimizde duramıyorduk. 17 Nisan 2010 sabahında başlayan ve iki günde şehrimizin Anadolu kısmında başlayıp Kocaeli il sınırlarına da giren 200 kilometrelik planı devreye soktuk. Neşeliydik. Güçlüydük.

Şükrü, Hakan ve ben kendimizi bu yola hazırladık. Bilemezdik ilk günün sonunda ikinci günü yapamayacak kadar çok yorulacağımızı. Bu yüzden bu yolda sadece bir gün vardır. İkinci gün bizde mahfuzdur.

* * *

Yolumuzu anlatırken bir yandan da eşlik eden kokulardan bahsetmek derdindeyim. Cumartesi sabahının ilk kokusu bisikleti akşamdan bagajına yüklediğim arabama binerken hissettiğim serin deniz kokusuydu. Uygun rüzgârla gelen bu koku nisan sabahında yeni kesilmiş çimlerden gelen koku ile beraber güzel bir gün başlangıcı hazzı verdi. Hedefimiz Kavacık'ta arabaları bırakıp bisikletleneceğimiz otopark olmak üzere yola koyulduk. Arabamdaki mevcut koku Yankee Candle ("Vanilla-Lime pump and go" yazıyor üzerinde ama siz yine de gönlünüzü bozmayın).

Kavacık'ta bisikletleri kurarken burunlarımızı taze kazılmış toprak kokusu ziyaret etti. Pıtırak gibi biten bölge plazalarından bir yenisinin temel çalışmasından geliyor olmalıydı. Kurduk bisikletleri, heybeleri bağladık, zincir-fren kontrollerini yaptık ve çıktık yola.

Çavuşbaşı, eski orman, yeni yerleşim yeri. Aralarda bol iğne yapraklı ağaç ve sabahın havasında reçineli eksoz kokusu. Cumartesi sabahında Polonezköy yolunda bunca araç ne geziyor? Saatlerimiz daha yedi buçuk.

Nihayet orman arası yol. Eksoz kokuları uzaklaşıyor. Ağaçların diplerindeki otlar, çürümüş yapraklar, yabani dikenler ve bir akşam önceden ıslanmış yoldan gelen taze koku. Bir yüzyıl bu kokuyu içime çekerek yaşayabilirim. Yokuş yağ gibi çıkılıyor. Kenarlarda "dikkat karaca çıkabilir" levhaları. Biz üç bisikletli biteviye karşımıza geyik çıkarsa ne yapacağımızın geyiğini yapıyoruz. Karnımız aç. Ölmek üzereyiz. Tam bu esnada Polonezköy'e giriyoruz. Otellerin ve pansiyonların bacaları tütüyor, odun dumanı ve kızartma kokuları ile meydana kadar geliyoruz. Midemiz karaciğeri ısırmaya çalışıyor. Kahvaltı sofrası. Mükellef. En içimize işleyen çayın kokusu ve yan masadaki ralli meraklısı ablanın heyecanla ekmek bandığı menemenden gelen koku.

* * *

Yeniden yola vuruyoruz. Yokuş aşağı inerken iyi de sonrası ne olacak? Cumhuriyet Köyü'nü geçerken, buranın Atatürk tarafından kurdurulduğunu konuşuyoruz. Polonezköy'e nazire bir köy. Ama fazla rağbet görmemiş gibi. Çayır-çimen kokuları hafiften geliyor. Gün yükseliyor ve Sahilköy sapağında kuzeye dönüyor, rampayı kucaklıyoruz. Kışı içeride geçiren sığırlar taze otu görünce saldırmışlar. Aşırı yemeyi müteakiben de yolu cıvık defi hacetleri ile mayınlamışlar. Sağ-sol yaparak aralarından geçiyoruz. Asla rahatsız etmeyen bir mayıs kokusu arkamızdaki ovadan gelen yabani ot kokuları ile karışıyor. Yokuş devam, terliyoruz ve yediklerimiz kana karışsa da güç verse diye dua ediyoruz.

Yokuş bittikten sonra Sahilköy'e doğru sırtın üzerinde harika bir sürüş başlıyor. Suya doymuş topraktan, çayırlıklardaki mor çiçeklerden, su birikintilerinin kenarlarındaki yosunlardan gelen koku eşliğinde bastıkça basıyoruz. Bir ara uzaklardan Karadeniz gözüküyor. Düze indiğimizde bizi tanıdık ama korkutan bir koku karşılıyor. Yağmur'un ilk yağdığı anda topraktan gelen o taze koku.

Bisikletleri salaş bir lokantanın sundurması altına çekip heybelerden yağmurlukları çıkartıyoruz. Giyip yola devam. Önce çiseleyen yağmur sonraları sağanak atakları yaparak tepeden tırnağa ıslatıyor. Şile-Ahmetli sapağına kadar iki saat yağmurla gidiyoruz. Bu bir yaşama savaşı ve asla doğadan gelen kokuları hissedecek halde değiliz.

Şile yönüne döndükten sonraki yarım saat yine ıslak zeminde sürüyoruz. Kan şekerimiz düşmüş olmalı ki her şeye sinirleniyoruz. Hemen çantalarda kremalı bisküviler çıkıyor, gövdeye indirince rahatlıyoruz. Hedef Şile girişindeki kır lokantası.

Hava açıyor. Baldırlarımız kopacak gibi ağrıyor. Lokantamız karşımızda. Semaverde çay ile ızgara et kokusu çok yoğun. Yolumuzun yetmişinci kilometresinde bunlara kavuşmanın zevki ile bacaklarımız titriyor. Bahçedeki üzeri kapalı alanda yerleşiyoruz. Semaveri yanımıza istiyoruz. Etleri söylüyoruz. Yiyecekler gelene kadar demliğin kapağını açıp açıp çay buharını kokluyoruz. Dayanamayıp yemek öncesi birer bardak içiyoruz. Saatlerimiz öğleden sonra üçü gösteriyor.

Etler büyük tabakta cızırdayarak geliyor. Yanında manda yoğurdu. Bu iki koku ile yoğunlaşan mutluluğumuz pirzola dilimlerinı ısırıp dişimizle kemiğinden ayırmaya çalışırken zirve yapıyor. Bu sırada etrafta yayılmakta olan horoz ve tavuk yanımıza kadar sokuluyorlar. Tek horoz ve tek tavuk olarak geziyorlar. Tavuğun sırtındaki tüyler tamamen dökülmüş. Bunun sebebinin "tek eşlilik" olduğundan bahsedip felsefesini yapıyoruz. Bundan eksik kalmadığımız iyi oldu diye düşünüyoruz.

* * *

Ağva'ya kadar gidilecek 45 kilometre var. Yeniden yoldayız. Derdimiz hava kararmadan menzilimize ulaşmak. Şile pas geçiliyor ve güney yolundan orman arasından devam ediyoruz. Buradaki ormandan daha çok kuru yaprak ve taze çayır kokusu geliyor. Biraz bunaldık. Yolumuz bitmek bilmiyor. Yokuşlar müthiş, kilometreler geçmiyor. Gün iniyor. Teke köyünde odun dumanı ve ekmek kokusu, vadiye indiğimizde de dere kıyısındaki sazlıkların kokusu hissediliyor. Ağrılı sırt ve bacaklar, rüzgâr yemekten perişan vücutlar keyfi sınırlandırsa da düzlük olan son on kilometrede deliler gibi pedal basıyoruz.

Ağva girişinde yanan sobaların, derenin ve denizin kokusuna karışmış ızgara balık kokusu ile karşılanıyoruz. Kilometre saatlerimiz 115 diyor. Gündelik sürüşlerimizin en uzunlarından birisi. Motelimizi buluyoruz. Tam derenin ağzında. Odalarımıza giriyoruz. Duvarları lambrili oda, kaloriferin de yanması ile nefis bir tahta kokusu ile dolmuş. Deterjan kokusu biraz geride kalmış. Yatak çok davetkâr.

Hikayeyi yarım bırakmayalım. Odalarımızı bulduğumuzda saat akşamın dokuzuydu. Sıcak duş sonrası güzel giyinip iki lokma yemek için dışarı çıktık. Gerçekten de yorgunluktan iki lokma yedik. Geri döndüğümüzde odalara dağıldık. Ben yatağa girerken "bu sene bir daha bisiklete binmesem de olur" diyordum. Hemen uyudum.

Yorumlar

Yazınızın baş kısmını gözyaşları eşliğinde okudum, ve de kokulardan eski günleri anımsayan tek ben değilmişim diye içime ferahlık geldi, zira kendimden şüphe duyar olmuştum, acaba erken bunama mı diye? Daha sonra haliyle gülme kırizleriyle yazının tamamını okudum. Anlattıklarınızı ben yaşasaydım çoktan ölmüştüm… Bisiklet her babayiğidin harcı değil, yapabildiğim tek spor yürüyüş onu bile aksattığım oluyor. Yazılarınızın devamı dileğimle Kolay gelsin.

Vildan - 28 Nisan 2010 (12:21)

Şöyle yuvarlak bir hesapla, siz günde 115km gittiğinize göre, biraz rahat bir sürüşle ben ayda 3000km giderim. Buradan memleket kuş uçuşu yaklaşık olarak 12000km olduğuna göre, Çin, Hindistan, Pakistan ve İran rotasını izleyerek 4 ayda memlekete vasıl olurum-inşallah. Bilemedin beş ayda.

Yanıma da Necdet Şen'in "Nereye" isimli o kafa dengi rehber kitabını aldım mı tamamdır. Gerçi onun izlediği yolu izlersem, memlekete vasıl olabilir miyim bilmem.

Bu akşam gidip Shenzen'den en kralından bir bisiklet alayım. Şöyle 8-10 kiloluk bir Kron şahane olur. Ondan sonra, ver elini ipek yolu.

Kâmuran Kızlak - 28 Nisan 2010 (18:14)

Kesinlikle KRON uygundur. Bu arada aylarca her gün 100 km basacak gibi bir niyetiniz ve performansınız varsa geldiğinizde biat etmeye hazırım.

Ahmet Faruk Yağcı - 28 Nisan 2010 (21:50)

115 km dağ yolu gerçekten iddialı bir mesafe. Yeni başlayanlara asla önermem, insanı bisikletten soğutabilir.

Bisiklet insanın kas gücü ile en verimli şekilde yol alabileceği harika bir alet. Ben de arada biniyorum. Fakat uzun zamandır dağ turu yapamadım. Şöyle bahar zamanı, arada derelerin içinden geçerek, azgın köpeklerden hafiften tırsarak, ufaktan kaybolup biraz karanlığa kalarak falan. Aah ah, lâfı bile içimi titretiyor valla.

Zamanında bazı bisiklet azmanları ile tanıştım. İzmir'den Kaş'a tek başına hep deniz kıyısından gideni mi ararsın, bisikletini kazma gibi kullanıp karlı dağlara çıkanları mı ararsın.

Bu gün ikinci el araba fiyatına ultra modern bisikletler satılıyor. Yanlış anlaşılmasın ama gördüğüm gerçek gezginlerin bisikletleri hep orta sınıftı. Semtimizde dede mesleği olarak bisikletçilik yapan bir usta var o da aynı şeyi söylüyor.

Belki imkânlarla ilgilidir. Bisikletle Asya turu yapmaya niyetlenenin cebinde bisiklet için harcayacağı 4000 Dolar parası olmuyor. Bisiklete gözü kapalı bu parayı verecek olan ise Asya turu yapacak heyecanı içinde duyamıyor herhalde.

Tıpkı dört çeker, ayı gibi ciplerin sadece şehir trafiğinde kullanılıp, Renault Toros'ları dağ yolarlında cirit atması gibi galiba.

Seyit Balkuv - 29 Nisan 2010 (09:24)

Gözlemleriniz bence de doğru sevgili Seyit Balkuv. Bizler de kendimizi çok gezgin saymasak da memleketin birçok yerinde bisiklete binmiş kişiler olarak orta sınıf sağlam bisikletler tercih ediyoruz. Dördümüzün ikisinde baz model TREK, birinde baz model Corratec, birinde de KRON var. Bisikletlerimizi de lastiklerimizi de paralayana kadar kullanıyoruz. Kullandığımız malzemeye acımama hissi de hoşumuza gidiyor. Bizim gezi mantığımız çıktığı noktaya bir daire ya da elips çizerek dönme fikrini içeriyor. Kapıdağı Yarımadası, Gökçeada, İznik gölü, Marmara Adası, Büyükçekmece turlarımız bu şekilde. Bahsettiğiniz bisiklet azmanlarından değiliz. Biz Amerikalıların Pink Ass dedikleri cinsten bisikletçileriz. Gece yattığımız yeri ille de yumuşak, yediklerimizi ille de güzel isteyenlerdeniz. Ama genellikle güzel yol yapıyoruz, sohbet ve muhabbet de cabası oluyor.

Ahmet Faruk Yağcı - 29 Nisan 2010 (14:53)

Bu, son derece keyifli, bahar kokulu, gülümseten yazının bana hatırlattıkları; akşam serininde bizim evin arkasındaki hafif yokuşu bisikletle indiğim anlar ve rüzgârın yüzümü yalaması ve içimde uçuşan kelebekler… Dönüşünde nefes nefese kalışım ve dizlerimdeki takatsizlikten bisikleti benim taşıyışım ve yolun ağzında tur sırasını bekleyen kardeşlerimin kahkahası.

Bu çok iyi geldi, teşekkürler Ahmet Faruk Yağcı.

Sultan Zeynep - 3 Mayıs 2010 (12:26)

Faruk Bey sizi gerçekten tebrik ederim çok akıcı ve gerçek yazıyosunuz. Bir kitap yazsanız herhalde çok kısa zamanda bitiririm. Keyifli, duygulu ve maceralı bi sürüveni sizinle beraber yaşadım teşekkür. Yalnız bişeyi merak ediyorum eşiniz böyle aktivitelere kızmıyo mu:) Benimki beni boşayacak neredeyse valla antreman bile yapamaz oldum:) Hem ben yatılıda hiç gitmiyorum şehirdışı yarışları hariç.

Yüksel Kaşıtoğlu - 12 Mayıs 2010 (17:07)

Yüksel Bey, eşler bu konularda muhalefet eder gibi görünürler ama gizli gizli de övünürler. Etrafa karşı havaları olur. Siz söylenmelere bakmadan antrenmanlara devam edin derim. Hatta bu yazıyı ve yorumları eşinize de okutun derim.

Ahmet Faruk Yağcı - 13 Mayıs 2010 (09:24)

Erkek olmanın özgürlüğü bu galiba:) Genç de olsak böyle aktiviteler bizden uzaklarda. Çok keyifli bir yazıydı. Hakikaten bir kitap çok yakışırdı size doktorum:)

(bu arada eskiden size "doktor amca" derdim buna devam edebilir miyim:)

Syhzmbk - 8 Haziran 2010 (13:57)

Resimlerini de gördüğüm bu gezinin harika bir gezi olduğuna inancım kesinleşti.

Ali Akkuş - 30 Mart 2011 (23:41)

Bu yazıyı okuduğum zaman içimde bir "almalıyım" hissi uyanmıştı. O zamanlar salonda kaslarımı geliştirme üzerine yoğunlaşmıştım. Bir yerden sonra muhtemelen vücut doğal sınırlarına ulaşıyor ve kas gelişimi duruyor. (Benim doğal sınırlarım pek iç açıcı değil miş bu arada.)

Ardından salondaki hocanın kanına girme çabaları başlıyor. Azıcık steroid göz çıkarmaz yollu gazlamalarına inceden gıcık oluyordum zaten üstüne bir de evi salondan uzağa taşıyınca salonu bıraktım ve kendime bir Kron aldım.

Her ne kadar bu aralar havalar her gün binmeye izin vermiyorsa da idmanlar iyi gidiyor. Daha bir ay olmadan günde yirmi km kadar mesafeyi zorlanmadan kat etmeye başladım. İlk günler zorlu rampalarda ağzımdan resmen kan kokusu geliyordu. Bu aralar iyiyim. Ciğerleri fena açıyor.

İlk fırsatta en azından yarım gün boyu pedal çevireceğim uzunlukta bir mesafeyi hedefliyorum.

Sevgili Doktor'a yazısıyla kanıma girip bisiklet almama neden olduğu için teşekkür ederim.

Vahap Demir - 20 Nisan 2012 (10:49)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA