Patronsuz Medya

İz bırakmayan beddualar

Ahmet Faruk Yağcı - 16 Şubat 2009  


Beddua almaktan hep korktum. Dua alınca da hafiflediğimi hissettim. Lâf aramızda, beddua etmektense usulünce ve anayı babayı karıştırmadan sövmeyi yeğledim. Halihazırda durum budur.

Bana bir kötülüğünüz dokunur veya hakaret falan ederseniz bilin ki minimal noktası "dallama" ile başlayan bir küfür silsilesinden seçim yapar yollarım. Doğumunuzda yardımcı olan personel ve dahi aile büyüklerinize ise asla dokunmam.

Bir de zaman zaman Allah'tan neyi hakediyorsanız onu vermesini dilerim. Dikkat edin. Kötü şeyler hak etmemeye çalışın.

* * *

Çocuktum. Evimizin kapısının önünde basamakta oturuyordum. Fatih'in o zamanlar parke taş döşeli olan sokaklarından birisinde mukim idik. Okula gitmeme bir sene vardı. Sıcağa yakın bir havaydı. Cumartesiydi. Babam evdeydi. Evde bunalmış, sıkılmaya kapı önüne çıkmıştım. Sokak inadına ıssızdı.

Karşımızdaki Hafize Teyze'lerin evinin önünde siyah beyaz bir kedi yavrusu vardı. Kuyruğu havada olmasına rağmen mütemadiyen çektiğim "pisi pisi"lerime sadece bakarak cevap veriyordu. Babamdan kedileri sevmek için ısrarlı olunmaması gerektiğini öğrenmiştim. Kediler ancak kendileri isterse gelip sevdirirlerdi.

Bir müddet Beşiktaşlı kedi ile bakıştık. Epeyce büyümüş, artık kendine bakabilir hale gelmiş bir yavruydu. Gitti önünde durduğu evin basamağına uzandı. Karnının beyazı iyice ortaya çıktı. Ellerini yaladı. Tekrar pisiledim. Bana baktı. Yalanmaya devam etti. İkimizin arasından bir araba geçti. Yerinden kıpırdamadı. Sevindim.

Sokağın başından Gürsel gözüktü. Belâlı bir çocuktu. İkiye gidiyordu ve halen kısa pantolon giyiyordu. Elinde bir teneke kutu vardı. Bana bulaşacağını düşünerek korktum. Bakışlarımız karşılaştı. Gülüyordu. Rahatladım. Üstelik karşı kaldırımdaydı.

Ama kedi yine de gelen çocuktan huzursuz oldu ve ayağa kalktı. Gürsel'in önü sıra yürümeye başladı. Tam bu sırada Gürsel elinde tuttuğu tenekedeki çamurlu suyu kedinin üzerine boşalttı. Kedi zıpladı. Silkelendi ve koşmaya başladı. İki evin arasındaki arsada kayboldu.

Ağzımdan yüksek frekanslı ve ağlamaklı bir "babaaa" çığlığı çıktı. Gürsel de koşmaya başladı ve sokağın alt ucundaki apartmanlarının girişinde kayboldu. Ayağa kalkmış, üstüste "Allah belânı versin, Allah belânı versin" diyordum.

Babam camda gözüktü. Her zaman yaptığı gibi bir kafa hareketi ile içeri çağırdı. Giriş katındaydık. Koşarak ve ağlayarak eve girdim. Bir yandan da "Allah belânı versin" demeye devam ediyordum. Babam: "Kimin?" dedi. "Kim olacak Gürsel'in. Kediye çamur döktü" dedim.

Camdan birlikte baktık. Ne kedi vardı ortalıkta ne de Gürsel. Gidip divana oturdum. Babam bana bakıyordu. Konuşmamız gerektiğini söyledi. Sessizdim.

"Beni hiç Allah belânı versin derken gördün mü?" dedi. Kafamı yukarı kaldırıp "cık" ladım.

Devam etti: "Bela okumak insanın içini kirletir. Pis su içmiş gibi olursun. Bak, ne annen ne de ben hiç belâ okumuyoruz, Allah müstehakkını versin diyoruz. Hakettiği neyse o olsun. Böylece için temiz kalır" dedi.

Karnımda gerçekten de pis kokulu bir su varmış gibi hissettim bir an. Babam gülümsedi. Ben de gülümsedim. "Git yüzünü yıka" dedi. Lavaboya yöneldim.

Sonraki hayatımda da ne vakit belâ okuma ihtiyacını duysam "Allah müstehakkını versin" deyip geçtim. Kedileri sevmeye, güçlendikçe de Gürsel gibilerinden korumaya devam ettim.

* * *

Geçenlerde bir arkadaşımdan dinlediğim beddua hikâyesi hoşuma gitti. Temizlik günü imiş. İşine gitmeye acelesi varmış. Sabah erkenden eve gelen yardımcı hanım ise söylenenleri dinlememeye niyetliymiş. Bizim arkadaş yapılacakları sıralamış. Anlaşılmayan bir durum olup olmadığını sormuş. Temizlikçisi Salime'nin aklı halen başka yerdeymiş. Önce yakası açık bir bluz ödünç verip veremeyeceğini sormuş, sonra da ruj rengi danışmış. Meğerse akşama yemekli bir davete gidilecekmiş. Çok güzel görünmesi gerekiyormuş. Üstelik Salime torun torba sahibi, kırklarının ikinci yarısını süren bir kadınmış. İşe gitme telâşı içindeki arkadaş fazla uzatmadan tavsiyelerini yapmış. Yapılacak işleri bir kez daha hatırlatmış. Çıkmış.

İşinden evine döndüğünde ilk gözüne çarpan salonun perdesiz camlarıymış. Nefret edilen ev işlerinin başında gelen perde asma işi ev sahibine bırakılmış. Ve sonra da yapılmayan diğer işleri görmüş. Çarşaf yığını ellenmemiş. Mutfak zemini silinmemiş. Deliye dönmüş. Salime'nin arkasından beddua etme ihtiyacı hissetmiş. Lâkin bir türlü okkalı bir beddua edememiş. Acımış. Öte yandan, bir türlü hırsı geçmemiş. Kadının yapmadığı işleri kendisi yaparken de bir yandan "çorabın kaçsın Salime, eteğin sökülsün Salime, yemeğin yansın Salime" diyormuş. Gaydalı melodili bir şekilde. Üstelik zararsız bedduaları edince hafiflediğini hissetmiş. Hem Salime de yeterince dert çeken bir kadınmış. Bir de kötü dilekler ile savaşmasınmış.

* * *

Günlük hayatta belâ okunmayacak kadar hafif, lâkin gülüp geçilmeyecek kadar okkalı kazıklar yediğimizde acaba neler diyoruz? Dürüst olayım, birkaç kişinin ardından "ölünü fareler yesin!" dedim. Sonra da utandım. "Başın bitten kurtulmasın" dediğimde asla devamını getirmiyorum. Zaten yeterince neşelenmiş oluyorum. Detaylı düşününce bu cins kötü dilek olmayan beddualardan epeyce üretmek mümkün. Üstelik tedavi edici de.

Bunlar bir yönü ile çağa da uymalı. "Yemeğin yansın, çorabın kaçsın, kahven köpük tutmasın, kocan eve erken gelsin" beddualarına ilâveten modern beddualar da sıralanabilir.

Gün boyu ekranına çağrı düşmesin.
* Sevgilin tek SMS ile terketsin.
* Bloguna ziyaretçi gelmesin.
* Facebook'ta yorum yazan olmasın.
* Sevgilini beklerken koltuk altların terlesin.
* Bakkalsız sokaklarda kontörsüz kalasın.
* Saç boyanı kimseler görmesin.
* İki sene nişanlı kalasın.

… diyerek kötü dileklerimizi ifade etsek kime ne zararı var? Pis su içip de içimizi kirletmek niye? Çok bunalınca belki bir "Allah müstehakkını versin" patlatıp rahatlarız. Ötesine geçmeye, hele de Karadeniz türkülerindeki "yuzünden silinmesun biçağimin yarasi" gibi kesici delici bedduaya hiç gerek yok bence.

Yorumlar

Rahmetli babam ölen kişinin ardından (eğer hoşlanmadığı biriyse) "Allah amelince rahmet ve zahmet eylesin" derdi. Ben de yediğim her kazığın ardından "eh, bu da benim enayilik vergimmiş demek ki; aldığım dersle kıyaslanınca küçük bir bedel sayılır" diyorum.

Bazen de şöyle dediğim oluyor: "Budala bir insanı cezalandırmak mı istiyorsun? Bırak öyle kalsın."

Bilmiyorum, belki de kendimi böyle avutuyorumdur. Ama olsun. Avunmak kötü mü?

Krişna Yumurti - 18 Şubat 2009 (17:33)

Tam da bugün bana kazık atan birisini telefonla arayıp kalaylayacak, ilenecek, yanıt vermeye kalkarsa sövecektim. Dün akşam uyuyana kadar neler söylersem dersini veririm, incitirim diye düşünüp durdum. Bu yazının zamanı mıydı, sanki. Nasıl dökeyim şimdi içimdekileri?

Deniz Sahinci - 19 Şubat 2009 (11:23)

Modern beddualar şaheser… Sanırım bazılarını yeri gelince kullanacağım.

Ben sıklıkla içimden: "Layığını bulasın inşallah!" derim. Her türlü haşin dilekten daha terapötik bir etkisi var. Zaten amaç kendimizi rahatlatmak degil midir?

Bilgehan Yılmaz - 19 Şubat 2009 (16:59)

İlk gençlik yıllarımda bir yaz günü plajda şamata yapan, kum falan sıçratan oğlanlara kızan bir adam öfkeyle ayağa fırlayıp "Allah 20 kere belânızı versin" diye bağırmıştı. O gün bugündür 20 rakamındaki kerametin ne olduğunu düşünür dururum. Henüz bulabilmiş değilim. 19 neyine yetmedi, hiç bilemiyorum.

Krişna Yumurti - 19 Şubat 2009 (15:22)

Büdütör'ün resim seçimleri inanılmaz. Yazdığım yazılar için koyduğu resimlerin her biri ifadeyi güçlendirici özellikte. Bu deneme için bulduğu resim de anlam olarak mutlaka bir beddua içeriyordur diye düşündüm. Sabahtan beri aradığım beddua "horozunu tavşan istimal etsin!" olabilir mi? Bu sualden sonra aklıma geliveren tarihi bir bedduayı da zikretmeliyim. Etmişliğim vardır. "Hay seni eşşekler kovalasın!". Tavsiye olunur.

Sayılı beddua konusu da ilginç. Duymuşluğum çoktur. Allah "n" kere belânı versin şeklinde. Kırk, yirmi ve on defalarca duyduğum sayılar. Abartıp "Allah bin kere belânı versin" diyeni de duydum.

Ahmet Faruk Yağcı - 19 Şubat 2009 (21:01)

Benim en acımasız bedduam şu: "Tasarımcı olursun inşallah! Yaptığın web sitelerine Internet Explorer'da bakılır inşallaaaah!"

Bir de hedef gözeterek yaptığım bir bedduam var: "Allahım, tez elden şu Microsoft şirketini tüm ürünleriyle birlikte tarihin derinliklerine göm yarabbiii! O Bill Gates denilen dümbeleğe de cehennemde Internet Explorer'a uyumlu web siteleri tasarlaaaat! Amiiiin!"

Kötü kalpli biri değilimdir umarım. Ama dostlar, eğer beni seviyorsanız (ya da kendinizi) bilgisayarınıza Mozilla Firefox indirip siteyi onunla gezin ve bir daha asla Internet Explorer kullanmayın. Yoksa sövüp saymaktan içim kirlenecek maalesef.

Büdütör - 20 Şubat 2009 (14:28)

Yaşlı bir teyze ahbabım var. O içinde "Allah" kelimesinin günlük hayatta olur olmaz kullanılmasına çok kızıyor. Aslında bu kelimenin yalnız başına dua ederken hariç hiç kullanılmamasını tercih ediyor.

"Bisssssmillahi" diyerek minibüse binen kadınlara bile kızıyor. Hatta bir zamanlar bana bir ödev vermişti. Bir kitaptan Allah kelimesinin neden çok sık kullanılmaması gerektiğine dair özet çıkarmıştım.

Özet olarak bu kelimenin çok kullanılarak içinin boşaltıldığını, bir klişeye dönüştürüldüğünü, değersizleştirildiğini söylüyor.

Yazarın ve yorumcuların iyi niyetli olduğunu ve saygısızlık etmek istemediklerini biliyorum. Ama teyzeme bir söylersen hepinizin kulaklarını çok fena çeker, bilmiş olun.

Seyit Balkuv - 20 Şubat 2009 (16:40)

Ben kulak çekilme sırasına giriyorum. Bir şartım var: İşinde gücünde, menfaatinde ve siyaset yapmakta kullananları ön sıralara alayım. Onların arkasına yerli yersiz beddua ya da (dışarıya duyurarak yüksek sesle) dua edenleri alayım. Bir sonraki grubumuz da hayretini ifadede "Allaaah!" şeklinde tepki verenler olsun. Tam bu grubun arkasında sıradayım. Muhtemelen yakın sıralarda oluruz. Sohbetleriz.

Lâf aramızda, aynı hislere sahibiz. Benim de bu yazıyı yazarken izlediğim ana fikir acıtmayan dileklerle ruhumuzu kötü düşünceden korumaktı. Teyzemin bilgisine de katılıyorum. Çeksin kulaklarımı, fazla uzatıp da eşşek kulağı yapmasın ama, sonra ellerinden öperim. Her şekilde anlaşırız.

Ahmet Faruk Yağcı - 21 Şubat 2009 (09:00)

Çok küçüktüm, sanırım ilkokul 2. Sınıfta. Karşı apartmandaki komşularımızdan biri taşınırken ev sahiplerinin karı-koca koro halinde küfür ve beddua yağdırdığını duymuştum taşınan kiracıya. Bedduaları savuran mal sahipleri mahallede pek sevilmeyen, uzak durulan kişilerdi. Eskiden her mahallede olurdu böylesi… Delisi, geçimsiz bir hanesi, herkes tarafından sevilen naif bir hanesi ve mutlaka bir laz bakkalı olurdu eski mahallelerin.

Neyse efendim, o kiracılar o gün taşındılar ve bir daha görmedik kendilerini. Ancak mal sahibinin hanımının "paramparça olursunuz inşalllahhhh!" şeklinde dolu dolu savurduğu beddua uzun süre kulaklarımda çınladı.

Birkaç ay sonra ne oldu bilir misiniz? Tatilden gelen bu ailenin beyaz renkli Renault 9 Spring'i Bolu Dağı'nda bir kamyonun altına girdi ve ceset parçalarının asfalt üzerinden toplandığını anlattı polisler.

O gün bugündür, beddua eden bir insanı gördüğümde başına bir felâket geleceğinden korkarım. Yediğim en sağlam kazıklarda bile asla beddua etmem, aile büyüklerinden cinsel talepte bulunmadan küfrederim ama.

Küfür etmek hoş değil, beddua etmek hiç hoş değil. Ağzını burnunu kırmak da bize yakışmaz. Peki merak ediyorum, kanunlardaki boşluklardan yararlanarak bize Vlad Tepeş kazıkları sokan insan görünümlü yaratıklara ne ceza vereceğiz? Kin tutmayalım, intikam peşinde koşmak bir Müslüman'a yakışan davranışlar değil, kabul ediyorum. Ama uğradığımız haksızlık yüzünden içimizde dolan nefreti nasıl boşaltacağız? Var mıdır bunun bir yolu?

Akay Perker - 2 Eylül 2009 (23:19)

Rahmetli babaannem, kesinlikle beddua etmememizi, çünkü edilen bedduaların aynen aynadaki yansıma gibi söyleyen kişiye geri döneceğini söylerdi…

"Allah ıslah etsin" dememizi öğütlerdi, eğer çok sinirlenirsek de "Allah belânı vermesin" ya da "Allah cezanı vermesin" şeklinde tersten cümle kurmamızı isterdi…

Onun için bizler pek beddua etmeyiz, ben yıllar önce şefimden duyduğum şu sözleri kullanırım çok kızdığımda:" Benim için ne düşündüysen, Allah sana 20 katını versin!"

En güzeli de şu söz galiba: "Allah seni bildiği gibi yapsın."

İclal Arpınar - 18 Eylül 2009 (23:27)

Bir gün yengeme espriyle karışık kızdığımda, Allah müstehakkını versin, demiştim de, "kız sen ne diyon, Allah hak ettiğimi verirse halim nice olur?" diye çıkışmıştı bana… Sonra enlice düşündüğümde hak vermiştim yengeme. Öyle ya, Allah hepimize hak ettiğini verirse halimiz nice olurdu? O günden sonra kimseye böyle bir beddua etmedim.

Bizim öyle kalıplaşmış beddualarımız olmasa da, annem sinirlenince genellikle kendine, "Allah canımı alsa da kurtulsam, beni arayasınız bulamayasınız," şeklinde, çok sinirlenince "kökünüz kurusun," diye beddua eder, ama siniri geçince de, "Allah' ım ettiğim bedduaları duaya tebdil et," diyerek yalvarırdı (benim kıymetli annem).

Bu arada, "eşin eve erken gelsin," bana dua gibi geldi, bedduadan çok…

Ahmet Bey, yazılarınız çok içten, sanki içimizden biri… Teşekkür ediyoruz, kaleminize ya da klavyenize sağlık:)

Zeynep Sultan Özden - 13 Ekim 2009 (23:16)

Çok sürükleyici bir üslup. Birkaç yazınızı okudum, harika. Muhtemelen okumaya devam edeceğim.

Ayşe Şen - 22 Nisan 2011 (11:59)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

53
Derkenar'da     Google'da   ARA