Patronsuz Medya

Boşluk

Ahmet Faruk Yağcı - 15 Mayıs 2010  


O yaz neredeyse hiç durmamıştım. Güneşin yeni doğduğu saatlerden gece yarılarına kadar başta futbol olmak üzere onlarca farklı oyunu güneş altında oynamış, biteviye yemek yemiş, bir miktar da boy atmıştım.

Kıvırcık saçlarımla güneşten iyice kararmış tenim ve Allah vergisi dudaklarım sayesinde "zenci lan bu!" sözünü epeyce işitmiştim.

İlkokul beşe geçtiğim sene aynı zamanda tayin yılımızdı. İzmit'e taşınmıştık. Okul hazırlıkları bitmiş, ilk günü beklemeye başlamıştım. Her sene olduğu gibi yaz da bıkkınlık vermiş, okul aktiviteleri ve değişik arkadaşlarla muhatap olmak özlenir olmuştu.

İlk Pazartesi'ye üç gün kala bir gece yarısı huzursuzluk içinde uyandım. Sağ baldırımda bıçakla oyulur gibi bir his vardı. Kafam ayıldığında bunun şiddetli bir ağrı olduğunu fark ettim. Dizimin arka çukurundan başlayan ve topuğuma kadar vuran dehşetli bir ağrı ile erkekliğe de bok sürmeyi göze alarak ağlamaya başladım. Yerimde duramıyordum. Ayağımı bileğimden kavrayarak kucağıma almış ve öne arkaya sallanarak ağlıyordum.

Yattığım odanın ışığı yandı. Annem kapıda gözüktü. Enikonu uykuluydu. Bir yandan da delikanlı olduğunu habire tekrarladığı oğlunun acı çektiğine emin olmuş ne yapacağını düşünüyordu.

Yanıma geldiğinde burnumu çeke çeke bacağımın nasıl ağrıdığını anlattım. Babama soracağını söyleyip içeri girdi ve askeri ilâçların en meşhurlarından bir adet APC tablet (Aspirin, Paracetamol ve Cafein den oluşan her derde deva ilâç) ve bir bardak su ile geri döndü. İtirazsız yuttum. Yatmayı reddettim. Duvara bir kırlent dayadı. Ben de ona dayandım ve ayağım kucağımda oturur pozisyonda öne arkaya sallanarak ağrının azalmasını bekledim. Azalır gibi oldu. Hatta birkaç kez başım öne düştü ama sızlama geçmedi. Sonra yeniden başladı. Daha derinden, oyucu, teslim alan bir ağrı. Panikledim. Gözlerim karardı. Bu defa babamın ismini çığlıklandım. Asker adam, anında yanımda bitti. Kıvranarak ve boğulur şekilde sesler çıkartarak ağrımın çok fena olduğunu anlattım.

İçeriden annemle babamın sesleri geliyordu. Babam "onun içinde uyuşturucu var, çocuğa verilmez" diyor, annem de "bir defadan bir şey olmaz" diye cevap veriyordu.

Sesler kesildi. Babam bir adet mor hapla yanıma geldi. Bir adet Optalidon. Yeterince Codein içeren analjeziklerin serbest satılan sonuncusu.

Yuttum.

Sırtımı yeniden duvardaki kırlente dayadım ve ayağım kucağımda beklemeye başladım. Uzunca bir süre geçti. Derken belimden alt kısımda bir boşluk hissettim. Ağrıyan ayağım önce yok oldu, sonra yerinde olduğunu ama ağrımadığını hissettim. Korkarak uzattım. Divanın kenarından aşağı sarkıttım. Yere bastım. İki adım attım. Ağrı yoktu, sadece rahatsız edici bir boşluk vardı. Korkmaya başladım. Bir yandan da altıma yapacak kadar çişimin geldiğini hissettim. Annemle babam uyumuştu.

Tuvalet sonrası yine o boşluk hissi ile yatağıma yattım. Önce mor, sonra sarı bulut görüntüleri geldi gözümün önüne ve sonra boşluk bünyemi tamamen kapladı.

Dünyanın en neşeli insanlarından birisi olarak uyandım. Deli gibi yemek, manyak gibi koşmak istiyordum.

* * *

Akıl dişlerim erkenden çıktı. Üsttekiler 15 yaşımda, alttakiler de 17 yaşında tamamlandı. Ağrısız bir süreçti. Annem yirmilik diş de denilen akıl dişlerinin erken çıkarlarsa erkenden çürüyeceklerini söyledi. Dediği doğru çıktı. İlk ikisini yirmi yaşıma varmadan çektirmek zorunda kaldım. Üçüncüsünün de durumu parlak değildi. İnat ettim. Defalarca dişçiye gittim. Doldurdular, oydular, kestiler. Kısacası canıma okudular. Fakülte bitti. Askerlik esnasında dişim müdahale kabul etmez hale geldi. Artık çekilmeliydi. Bense ayak sürüyordum.

Kıtada yalnız kaldığım, ailemin İstanbul'da olduğu bir gece üst çenemin tamamını etkileyen bir ağrı başladı. Önce sızı şeklindeydi ve çocukluk günlerimin hürmetine bir adet APC tablet aldım. Çay koydum. Bana mısın demedi. Bir saat sonra bir Nova (bildiğiniz Novalgin, ama askerisinden) ve gece yatmadan önce de uyuyabilmek için bir tablet Nervium (diazem) aldım. Sızdım.

Bir yüzyıl sonra olmalı, uyandım. Sadece bir saat geçmişti ve yüzümün sol yarısını etkileyen anlatılması güç bir zonklama vardı. Gözümü kapattığımda ağrıyı cismanî olarak da görebiliyordum. Keskin ve parlak gri bir metal parçası gibiydi ve bana yaklaşıp uzaklaşıyordu. Boncuk boncuk terliyordum ve ağrı şokuna girmek üzereydim. Mutfağa bakan eri uyandırdım. Buz istedim. Dıştan buz tatbiki ve sıradan yiğitleri komaya sokacak miktarda ağrı kesici ve trankilizan ile sabahı ettim.

Kulağımda "yürüyüş kararı sayılacak! Say! Bir! Ki! Bir! Ki! Bir, ki, üç, dört!" sesleri ile gözümü açtım. Acemi askerlerin delice vurdukları postallarından gelen rap rap sesleri beynimi oyuyordu. Revirin dişçisi izinliydi. Askeri hastanenin dişçisi ise subay astsubay arasında kasaplığı ile ün yapmıştı. Ülkenin kırsalında, diş de çeken, sünnet de yapan bir berberin müdahale etmesine dahi razıydım. Nöbetçi subayı arayıp ambulans ile çıkma izni aldım. Hastanenin yolunu tuttum. Meslekteniz diyerekten dişçinin kapısında kamp kurdum.

Sağolsun, bekletmedi. Ağrı kesicilerden ve tansiyon düşüklüğünden yeşile dönmüş suratımı görünce hemen içeri aldı. Koltuğu "abi yatarak müdahale edelim" diyerek yatırdı. Kısa sürede anesteziyi tamamladı. Sıradan zamanlarda korkutan kerpeten, dost görünüyordu. Ağzımı açtım. Birinci kırt sesi, ikinci kırt sesi ve çenemden dişin kurtulması… Dişçinin dişimi bana gösterip "abi dibinde mikroabse varmış" demesi… Odanın dumanla dolmuş gibi grileşmesi ve görüntünün kaybolması…

Uyandığımda tere batmıştım. Diş tabibi arkadaş ayaklarımı kaldırıp, altlarına bir tabure yerleştirmiş, bu arada hastanenin dahiliyecisini de çağırmıştı. İki sıhhiye eri, bir uzman tabip ve bir diş hekiminden oluşan hazirun ayılmamı izlemişti.

Ağrı artık yoktu. Aç ve sarhoştum. Bir yandan da tanımlaması zor bir boşluk hissi huzursuz ediyordu. Kalktım ve ambulansa gittim. Şoför "komutanım siz uzanın" dedi. Elimle boş ver hareketi yapıp oturdum. Yüzümün yarısı ve kafamın içerisinde de büyük bir kısmın yok olduğunu hissediyordum. Bir eşyayı, alıştığı bir ortamı kaybetme hissine benzer huzursuzluk hali bünyemi etkiliyordu. Ağrıya göre tedbirler almış vücut, önündeki direnç kenara çekilmiş gibi yalpalıyordu.

* * *

Devletimizin banilerini elbette rahmet ile anıyoruz. Sistemi kurarken mümkün olduğunca her parçanın yerinde ilelebet durmasını istemişler. Hatta çürüyen parçaları değiştirmemek için de kanunî tedbirler almışlar. Kurucuların ebedî aleme intikalinden sonra dahi her noktaya müdahale edebilmesi için de geride kalanlar uğraşmış, didinmişler. Her biri amelince hüsnü muameleye ya da sui muameleye tabii olur inşaallah.

Zaman acımasız. Her dünyaya gelenin bir şekilde öte aleme göçeceği gerçeği gibi hastalanma ve ağrı çekme hakikati de var. Bu tabii devletler için de geçerli. Diş ağrısında alınan ağrı kesiciler gibi ihtilâller ve muhtıralar ile devlet bünyesinin algısı değiştirilmiş. Narkotik ve trankilizan niyetine de "her derde deva Nutuk" yahut "Çılgın Türkler" enjekte edilmiş. Halen solun liderliği derdinde olan detone şarkıcılar "ot" niyetine filim yapıp insanları mutlu etmişler. Böyle böyle vaziyet idare edilmiş.

Gün gelmiş ağrının dayanılacak hali kalmamış. Güzelim vücudun ağrı ile kıvranması çok üzücüymüş. Analjezik de narkotik de bir yere kadarmış. Müdahale kaçınılmazmış.

Bir yerlerde akil adamlar oturup konuşmuşlar. "Bu çürükler gitmeden bu ağız kurtulmaz" kararına varmışlar. Operasyonlar ardı ardına devam etmiş. Kimi dişi direkt çekmişler. Kimine kanal tedavisi, kimisine de cerrahî müdahale yapmışlar. Önce ağrılar gitmiş. Yerlerinin iyileşmesi zaman alıyormuş. Olsunmuş. Önceleri boşluğa dil gidip gelir, sonra unuturmuş.

Şu günlerde içinizde bir huzursuzluk, bir boşluk, garip bir ağrı sonrası esrikliği hissediyorsanız paniklemeyin. Eskisinden çok daha iyi ve mutlu olacaksınız. Önce size verdikleri uyuşturucular yavaş yavaş bünyeden atılacak. Sonra yaralarınızın yerleri iyileşecek. İçinizde eski günlere dair bir eksiklik hissi bir müddet sürecek. Sonra bir de bakacaksınız ki zinde bir sabaha uyanmışsınız.

Konuyu bağlarken, siz sormadan cevap vereyim. Daha çok iş var. Abse yapan kısımlar teker teker temizlendikten sonra işin antibiyotik tedavisi kısmı gelecek. Sonra restorasyon cerrahisi. En sonra da makyaj. Ama iyi olacak. Çook iyi olacak.

Yorumlar

Abseli dişi çekmiyorlar genelde, sizin diş doktoru baya cesaretliymiş ve ucuz atlatmış sınız. Sol cenahın, korku endişe, heyecan, ve şaşkınlıklarının devamını dilerim. Size de saygılar…

Vildan - 16 Mayıs 2010 (21:54)

Benzetmeler müthiş. Kaleminize sağlık. Süreç gerçekten çok sancılı. Ama sonucun iyi daha iyi olacağına ümidimiz ve inancımız tam.

Ümmü Nuran - 16 Mayıs 2010 (22:59)

İnsanların yaşadıkları her dönem bizzat tarihtir aslında. Bazı dönemler nispeten silik ve tekdüze geçer. Bazılarıysa hareketli olur ve iz bırakırlar. İleride tarih kitaplarına geçecek ve araştırmalara konu olacak, belki filmleri yapılacak dönemleri yaşadığın anda bilmek, anlamaya çalışmak kolay olmamakla beraber heyecan verici olabilir.

Sanırım memleketimiz böyle bir dönemden geçiyor. Alışkanlıklar değişiyor, kalıplar dağılıyor. Saflar belirginleşiyor. Kemikleşmiş anlayışlar yerini yenilerine bırakıyor. Eski siyasî yapılarda sarsıntılar oluyor. İlerici denilenler eskiye sarılıyor, gerici dediklerimiz şaşırtıcı yenilikler getiriyor. Tüm bunlar yaşanırken neyin ne olduğunu o anda anlamak ve yorumlayabilmek başka bir beceri işi olsa gerek.

Yaşadıklarımıza bir parça da olsa ışık tutabileceği ümidiyle hemen her görüşü dinlemeye çalışıyorum. Bu hengâme de Yiğidi öldürürken yerine hakkını yemeye çalışanlar da var, yiğidin hakkını teslim edenler de. Hakkını da yemeyeyim, canını da almayayım diyen de çıkıyor elbette.

Politikasını bir şey yapmamak üzerine oluşturanların, başkası bir şeyler yapınca kızmaya da hakkı olmaz sanırım.

Şu iki yazı, içinde bulunduğumuz zamanları analiz etmede bir nebze faydalı olabilir belki;

Gorbaçof'un 1989'da henüz can çekişmekde bulunan Moskova Uydusu Doğu Almanya Diktatörü Walter Ulbricht'e söylediği oturaklı bir söz vardır:

"Geç kalanı târih cezalandırır!"

'Erdoğan'ın onyılı' (Yağmur Atsız, Star)

Ve diğeri:

"Erdoğan batı dünyasında büyük dikkatle izlenen, atacağı adımların Türkiye'yi nereye götüreceği sorgulanan, ancak her şeye rağmen farklı ve dikkati çeken, Türkiye'yi öne çıkaran bir lider olarak görülüyor."

"Erdoğan'ın Batı'dan görünüşü… (Mehmet Ali Birand, Posta)

Erdem Abaka - 19 Mayıs 2010 (11:54)

Önce biraz antibiyotik alsaydık. Azıcık da apranaks falan.

Nuri Yalçın - 21 Mayıs 2010 (20:40)

Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin başına geçti. Memlekete hayırlı olsun.

Hem temiz yüzlü, hem halktan biri olarak son on yılın yükselen siyasetçi portresi için biçilmiş kaftan. Alıştığımız, kendinden önce rüzgârı gelen siyasetçilere benzemiyor. Keşke etrafta onun gibi daha fazla siyasetçi olsa.

Konuşmasında söyledikleri içinde beni şaşırtan bir şeye rastlamadım açıkçası. Bildiğimiz CHP teraneleri. Biraz da Cumhuriyet'in eski "köy enststitüleri" politikaları kokuyordu sanki. Sorunların asıl kaynağını ıskaladı. Doğuya devlet eliyle fabrikalar kurmak, istihdamı artırarak terörü durdumak vs. Halbuki kısaca "Tunceli'nin adını tekrar Dersim yapacağız" deseydi Doğu'lu halkın gönlünde daha fazla prim yapardı.

Tabi ki CHP gibi bir partide, yüzlerce delegenin önünde bu şekilde konuşması beklenemezdi. İnsanlar yıllardır duyup bildiklerini bir kere daha, bu kez farklı imajlı birinden duymanın iç huzuruyla evlerine döndüler.

Umarım bundan sonraki yapacaklarını dışından söyledikleri değil içinden söyleyemedikleri belirler.

Yalçın Şahin - 23 Mayıs 2010 (15:05)

Diş tedavisi örneğinden gittik malûm. Diş tedavilerinde en önemli şeylerden ikisi "kanal tedavisi" ve "geçici dolgu" dur. Kemal Kılıçdaroğlu hadisesine, ana akım medyanın ilgisine falan böyle bakın isterseniz. Sonradan olacakları yorumlamak daha kolay olur.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Mayıs 2010 (20:01)

Söyledikleriniz bana da mantıklı geliyor. Yalnız olayın bu şekilde cereyan etmesi, olması gereken bir şeyin hiç olmaması gereken yollardan ortaya çıkması endişe verici.

Tabi bir de şöyle bir şey var: Seksen küsur yaşında birisi geçici dolguyla da pekalâ idare edebilir. Hatta düzen alırsa bence artık hiç dokundurtmamasında yarar var. Yoksa eğer dişçi inat edip "ben bu dişi illa adam edeceğim" diye tutturursa, narkoz falan derken adamı gününden önce öbür dünyaya da gönderebilir.

Yalçın Şahin - 25 Mayıs 2010 (11:03)

İlk günlerde Baykal'ın ve Baytok'un olayı yalanlamayan fakat sürekli komplo vurgusu yapan tutumları bana çok ilginç gelmişti. Aklımdan "Baykal daha güçlü gelme planları yapıyor" diye geçmişti.

Psikiyatrist Kaan Arslanoğlu ile aşağı yukarı aynı şeyleri düşünmüşüz. Sol.org.tr'de yayınlanan "Baykal'ın Politik Zekası-Psikolojisi" başlıklı yazısında şunları söylüyor:

:… Baykal'ın komployu lânetleyen ama kesin biçimde de yalanlamayan tutumu da ilginç. Az olasılık, ama Baykal bu komployu kısa zamanda boşa çıkaracağına, bunun külliyen bir iftira olduğunu kanıtlayacağına inanıyor da, o yüzden bilhassa ortada konuşuyorsa "pes". Düşmanları tüm eteklerindekileri dökecekler. Sonra iddiaların yalan olduğu kanıtlanacak. O zaman siz geri dönüşü görün!

Başka bir partinin sorunlarıyla niye bu kadar kafa yoruyoruz? (…) Ayrıca CHP gibi bir kitle partisini liberaller, sözde liberaller ve sağcılar "solculaştırmaya" çalışıyorsa, bunda bir iş var, demeliyiz. Onların daha "solda" görmek istedikleri CHP yine ABD'ci ve AB'ci olacak. Ama ABD ve AB'yle daha az pazarlık yapacak, ara sıra da olsa rest çekmeyecek. Onların CHP'si yine özelleştirmeci, piyasacı olacak; ama hiç bir özelleştirmeye, hiç bir neoliberal saldırıya pürüz çıkarmayacak. Onların istediği CHP emperyalizme karşı ulusal çıkar pazarlığı yapmayan, federasyonlardan oluşmuş, yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda tümden gevşetilmiş, sindirime hazır bir ülkenin, solculara daha çok afyon veren partisi olacak.

Yazının tamamı şuradan okunabilir: Baykal'ın Politik Zekası-Psikolojisi (Kaan Arslanoğlu - Sol)

Kâmuran Kızlak - 25 Mayıs 2010 (16:47)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

48
Derkenar'da     Google'da   ARA