Patronsuz Medya

"Benim çilek reçelim" (2)

Ahmet Büke - 26 Haziran 2003  


Orkun o gün eşyalarını almak için bile odasına dönmedi. Dirseklerine kadar sıvalı kareli gömleği ve kum rengi keten pantolonuyla koridorlarda tiksintiyle esti. Hastanenin dış duvarına ulaştığında soluk soluğa kalmıştı. Terini silmek için elini alnına uzattı. Parmaklarına bulanan hastabakıcının kanını iğneli çam yapraklarına sıvayıp büyük kapıdan çıktı.

Yağmurun ilk tıpırtıları duyulduğunda hışımla ayrıldığı yerden epey uzaklaştığını anladı. Hafif rüzgârın altında eğilen çıplak akasya dallarında patlayan damlalar yolun her iki yanında yorgunca uzanan bozuk kaldırım taşlarını ıslatıyordu.

Durdu. Gökyüzündeki uğursuz grilik omuzlarına kadar inmişti sanki. Koşarak karşıya fırlayan biri omzuna hafifçe değdi. Yoldan geçen arabanın lastikleri ağzına kadar dolu ufak asfalt hendekleri patlattı. Dalganın hışmı ayak uçlarına kadar geldi.

Kulaklarında doktorun uğuldayan sesi yine sinirlenmesine neden oldu. Yolunu değiştirip karşı sokağa girdi. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Hızlanan adımlarını şehrin çarşısına yönlendirdi. Az sonra havaya aldırmadan alışverişe çıkmış omuz omuza bir kalabalığın içindeydi. Kafalarına naylon torbalar geçirmiş seyyar satıcılar, saçak altlarına çekilmiş kokoreççiler, pırasa sapları çantalarından fırlamış yaşlı kadınlarla dolu ezilmiş kalabalığın içinde ilerledi. Balık çarşısının sonunda eski hanın girişini örten uzatmalara sığındığında hava daha da kararmıştı.

Islanmış ince gömleğiyle yorgun bir fare gibi içeriye girdi. Gişeye bıraktığı paranın üstünü almadan giriş kapısının karanlığına sürünerek kayboldu.

Işıkçının gösterdiği önden üçün sıra neredeyse boş gibiydi. Ama oturur oturmaz iki koltuk yanına birisi daha çöktü.

Güvelerin yıl boyunca kemirdiği rengi iyice kaçmış beyaz perde iskeleti aniden karanlığa gömüldü. Işık birkaç saniye süren körlüğün ardından kaybolduğu yerde yine patladı; alâkasız bir yerinde başlayan film. Ses görüntüyü hayli gecikmeli takip etti.

Bulanık görüntü netleştiğinde sonbahar rengine bulanmış ağaçların arasından bir yol belirdi. Viraja giren arabanın ardından direksiyona iki eliyle sıkı sıkı yapışmış kasketli adamım görüntüsü doldurdu sahneyi. Yolun iki yanında telleri kopmuş çitler uzanıyordu. Şoför acı freniyle durdurdu arabasını. Yükselen kameranın açısıyla mavi renkli arabanın hemen önünde uzanmış bir kadın gölgesi seçiliyordu. Elbisesi boydan boya yırtılmış. Çamura batmış yüzünü koyu saçları kapamış.

Perde yine karıştı. Kayan yüzler, bozulan ses netleştiğinde bambaşka bir sahne belirmişti. Kalabalık oda, çıplak kadın ve erkekler. Kırmızı örtülerle kaplı odanın sonunda yükselen yatak görüntü ilerledikçe seçilir oldu; iki kadının arasında uzanan erkeğin yılansı kıvrılışı.

Arkadan gelen inleme sesiyle sinemanın havası aniden değişiverdi. O ana kadar aralarında konuşan, şakalaşan gürültücü erkek topluluğu birden sus pus olmuştu.

Görüntü yataktakilere yaklaştı. Erkeğin üstüne abanmış kadının hareketiyle sallanan yatak duvara vuruyor ancak kadının çığlıkları dışında hiç bir vurma sesi gelmiyordu. Altta uzanmış adamın yüzünde garip gülümsemesi görülüyordu. Sanki yıldızlı karnesini koşarak evine götüren haylaz bir çocuğun bakışları takılmıştı gözlerine.

Kamera açı değiştirdi. Bu kez yüzler değil sadece birbirine çarpan vücutlar vardı görüntüde. Yer değiştirmişlerdi. Orkun yatağın üzerindeki ayak çiftlerini saydı, kesinlikle önceki sahneye göre insan sayısı artmıştı.

Sallanan koltuğu Orkun'ın dikkatini dağıttı. Hemen yanındaki adam fermuarını çözmüş, iki elini apış arasına götürmüştü. Kulaklara gelen her inleme koltuğun sarsılış ritmini biraz daha arttırıyordu.

O an içindeki boşluğu yine hissetti. Olanlar ne kadar da yabancıydı ona. Elini kasıklarına kaydırdı. Orada sessiz bir kuzu gibi uyuyordu erkekliği. İndirdiği fermuarının aralığından etine değdi bu kez. Hayır fırtınanın esintisi bile yoktu onda. Şu anda kulak memeleri, pankreasının ucu ya da saatini taşıyan kolu ne kadar heyecan veriyorsa o kadar bile kendini belli etmiyordu ona. Çaresizce sıktı başını. Acıyan canı gözyaşlarının daha çok birikmesine neden oldu.

Yeniden perdeye döndüğünde adamı yarı kırmızıya bulanmış kıçı yalarken gördü. Kamera geriledi. O anda beynindeki müthiş tiktaklar yavaşlayıverdi. Ağır ağrı göz bebeklerine oturdu. Artık onlara hükmedemiyordu. Geniş bir ekranın ardından izlemedeydi sanki. Görüntü yavaşça ince siyah kareler bölündü. Tümü de dondu. Ardından seçilmiş bir kare diğerlerinin arasında büyüdü. Yatağın hemen yanındaki masa daha da belirgin oldu. Yeniden büyüdüğünde masanın üzerindeki kavanoz seçiliyordu artık. Göz bebekleri yeniden kasıldığında kavanozun etiketini okudu; Huşu Çilek Reçeli.

Orkun koltuğa geçirdiği tırnaklarıyla tutulmuşluğundan kurtulmaya çalışıyordu. Ama nafile. Dışındaki güç beynini görünmez parmaklarıyla içine almıştı. Hükmedemediği göz bebekleri odaklandığı reçel kavanozunun üzerinde ağır ağır geziniyor verdiği acı içinde şimşeklerin patlamasına neden oluyordu.

Üzerine abanan siyah güç geldiği gibi kayboldu. Kafasının içindeki basıncın tıpası açılıverdi. Vücudunun dizginleri yavaşlayarak yine ellerine düştü.

Ayağa fırladı. Artık aklındaki tek düşüncesi buradan kaçmaktı. Yanında oturan adamı ezercesine geçti. Adamın dizlerindeki peçeteye çarpan bacaklarına aldırmadan sıradan sıyrıldı. Karanlıkta parlayan zayıf "çıkış" yazısına doğru attı kendini.

Yağmur dinmişti. Seyrelen akşam kalabalığının içine karışıp kayboldu.

Orkun eskisi gibi olmadığını anlamıştı. Ama bunu kabul etmek istemiyordu. O gece evinin altını üstüne getirip eski porno dergilerini buldu. Ertesi gün yan bakkalın zulasından aldığı VCD'leri izledi. Akşamına Internetten ısmarladığı kadına meslek hayatının en zor isteklerini yaptırttı. Nafile. Eski dostu onu ebedîyen terk etmiş gibiydi.

Pencerelerini sıkı sıkıya örttüğü odasında boy aynasından çıplak vücudunu saatlerce izlerken artık bitirmek istiyordu. Babadan kalma altı patlarını yağladı, uzun uzun parlattı. Mermileri okşadı avucunda. Doktorun bilgisayarında gösterdiği noktayı bulmak için soğuk metali kafasında gezdirdi. Sonra silâhını kasıklarına götürdü. Her şey tamamdı. Her şey hazır. Hatta çalan telefonu bile önemsemedi. Ama kırıklı sinyal çığlığından sonra havayı dolduran ses dikkatini dağıtıverdi.

"Orkun Bey, ben işyerinden Mahir. İşe geri dönme işlemlerinizin tamamlandığını bildirmek için aramıştım. Pazartesi sizi bekliyoruz. İstediğiniz gibi yine gece vardiyası ayarladık…İyi günler. Tekrar geçmiş olsun…"

İçinde nicedir susmuş çıngırak birden ötmeye başladı. Silahını yatağa bıraktı.

"Tabii ya. Neden düşünemedim bunu. İşe dönmek…"

Gülümsedi aynaya. Umutsuzca çabalayan ayakları karaya değmişti işte. İşe dönmeliydi. Hem de gece vardiyasına. Çünkü Lamia hep geceleri çalışırdı. Kalkık kıçı, un kurabiyesi gibi ağızda eriyen meme uçlarıyla Ateş Lamia. Dünyanın en ümitsiz solgunlukları bile onun dudaklarında dirilirdi. Kaç kez uzun gece nöbetleri onunla "aa ne çabuk bitiverdi" olmuştu.

Kendince bulduğu ışık Orkun'a güç vermişti. O hafta boyunca aylardır ayak basmadığı evini baştan aşağıya temizledi. Dağılmış kütüphanesini adam etti. Hatta iki yıl önce arka arkaya ölmüş anne ve babasının odasına bile el attı. Annesinin şifoniyerini boşaltıp elbiselerini yeniden katladı. Subay emeklisi babasının kravatlarını temizleyiciye yolladı. Evdeki tüm sigara tablalarını ve içki kadehlerini çöpe attı. Hiç açılmamış, yarısına kadar içilmiş içkileri lavaboya boşlattı. Artık çevresinde vücudu yavaşlatacak, zarar verecek hiç bir şey görmek istemiyordu.

Haftanın son günü tamirciden gelen telefon olmasa evden çıkacağı da yoktu.

"Orkun Bey sigorta şirketi arabanızı bize teslim etti. Ama tamirata başlamadan önce gelip bazı kâğıtları imzalamanız gerekiyor. Size daha önce ulaşamadık…"

Arkadan gelen çekiç sesleri arasında ince sesli adamı dinlerken dönüşte birkaç kutu lokum almayı düşündü. Ya da cezerye. En iyisi bal kaymaktı ama.

Sanayi sitesine giderken bindiği taksinin arka koltuğunda, sonbahar güneşinin son kırıklarıyla kendinden geçmek üzereyken yaptığı kaza aklına düştü. İşte tam bu yoldaydı. Otoyola bıçak ucu gibi yaklaşan tren yolunun daldığı kısa tünelin ışıklarını o akşam da görmüştü. Geniş yol rahat kıvrımlarıyla ilerliyor ardından havaalanına giden diğer çevre yolunun geçtiği köprünün altına dalıyordu. Gece ılıktı ve açık camından gelen yumuşak rüzgâr rahatlatıcıydı.

Işıkların sarı pırıltılara boğduğu köprü altına geldiğinde arabasının yana doğru kaydığını hissetmişti. Sanki görünmez bir el tekerleklerini durdurmaya zorluyordu. Son hatırladığı ayağını gazdan çekmesi oldu. Sonra kalın bir tül örtülmüştü başında aşağıya. Onca karanlığın altında gözlerinin önünde uçuşan mavi dumanları görmüştü sadece.

Gözlerini kısarak köprünün beton ayaklarına baktı. Hangi ayağa toslamıştı acaba.

Sanayiye vardığında güneş batmaya epey yaklaşmıştı. Küçük not defterini çıkarıp İtimat Tamirhanesi'nin sokak ve bina numarasına baktı. İki dakika sonra motor yağına bulanmış beyaz ışıkların dağıldığı geniş ağızlı tek katlı yapının önündeydi. Çıraklar ustanın yazıhanesini gösterdiler. Ama Orkun'un bakışları daha arkadaki metal iskeleye, güçlü makas ve zincirlerle kaldırılmış arabasının görüntüsüne takıldı.

Beyaz boyası ve kırık anteniyle emektar Reunault'un yanına doğru yürüdü. Arabaya yaklaştıkça arkada bıraktığı ışığın gücü azalıyordu ki o bölümdeki tepe lâmbaları da yanıverdi. Yaklaşan ayak seslerine döndü.

"Hoş geldiniz. Ben Hiram Usta…"

Adam kuvvetli ellerine tezat ince ses tonuyla konuşuyordu.

"Size çok aradım ama düne kadar ulaşamadım."

"Hastanedeydim de. Kaza… Uzun sürdü işte…"

Orkun tutuk kelimeleriyle uğraşacak gücü bulamadı kendinde. Arabaya doğru döndüler.

"Geçmiş olsun. En az üç-dört metreden uçmuşsunuz. Gerçi ağaç dalları sizi yavaşlatmış olmalı ama yine de şansınız varmış."

"Uçmuş muyum? Ne ağaçı?"

Orkun arabasına iyice yaklaştı. Hırpalanmış kaportasına uzanarak dokundu.

"Ama… Beton duvara ya da köprü direklerinden birine vurmuş olmalıyım…"

Usta arabanın önüne doğru yürüyerek yaralı Reanault'un burnunu gösterdi.

"Hayır, hatanız var. Bakın burnu nasıl yere doğru yamulmuş. Kaporta da kamburlaşmış. Bu ancak dik bir açıyla alınan darbelerde oluşur. Sonra çamurluklardaki ve yan kaportadaki çiziklere bakın…"

Orkun parmaklarıyla derin izleri yokladı. Yaraların dış çeperlerinde belli belirsiz yeşil lekeleri tırnaklarıyla kaldırdı. Altından arabanın beyaz boyası görünüyordu. Arka tekerleğe doğru yürüdü. Metal iskelede duran arabanın altını hafifçe eğilerek inceledi. Kırık eksoza doğru elini uzattı. Yere kurumuş küçük bir çam dalı ve avuç dolusu kahverengileşmiş pürçek düştü.

"Sanırım kaza yüzünden olanları tam hatırlamıyorsunuz."

Orkun elinde kaza ile ilgili dokümanların dosyalandığı zarfla sokağa çıktığında aklı hâlâ karmakarışıktı.

Eve dönüş yolunda, bu kez gece ışıkları altında aynı köprünün altından geçerken zihnini yine yokladı. Hayır, sadece aynı anılar çakılıydı olanlara dair.

Apartmanına vardığında yıldızlar ve bulutlar hızla birbirlerini örtüp açıyorlardı. Anahtarı çevirirken cep telefonu çaldı. Acele etmeden içeriye girdi. Kapıya yorgunca dayandı. Israrlı arama hâlâ devam ediyordu.

"Alo Orkun Bey… Ben doktorunuz Artun."

Sıkıntıyla konuştu.

"Artun Bey artık hastanız değilim sanırım."

"Siz öyle sanın…" Doktorun asla pes etmeyen sakinliği gözlerinin önüne çakıldı yine.

"Kendinizi nasıl hissediyorsunuz."

Orkun uyuşmuş boynunu kütleterek, girişteki sandalyelerden birine bıraktı kendini.

"Bomba gibi. Ama sizi buna nasıl ikna edebilirim?"

"Mesela size verdiğim karttaki adrese giderek."

"Kart?" diye düşündü Orkun. Sonra alnına bir şaplak attı.

"Evet, gideceğim en kısa sürede."

"Söz mü peki?"

"Bakın, galiba şarjım bitiyor. Size söz…"

Telefonuna basıp konuşmayı kesti. Ardından aleti tamamen kapadı.

Çok yorgundu. Mutfağa gidip büyük kulplu bardağına soğuk sütünü doldurdu. O gece hiç rüya görmedi. Aslında görmediğini sandı. Ama sabaha yakın o sihirli uyanma anına az kala gözbebekleri hızla sağa sola oynayıp duruyordu. Sırtı boydan boya yırtılmış atın üzerinde koşuyordu. Rüzgâr atın pul pul olmuş derisini yüzüne doğru üflüyordu sürekli. Tam derin bir uçuruma gelmişlerdi ki, etrafındaki hava boşalıverdi. Aynı küvetin dibindeki tıkacın çıkması gibi. Görüntüler burgacın içinde hızla dönüp birbirine karışırken gördüklerini unuttu. Gözlerini açtığında ona anımsayacak tek kare bile kalmamıştı.

Akşama doğru hazırlandı. Dışarı çıkıp iki sokak ilerideki kırmızı mini etekli kızların yılışık sesleriyle güldüğü "Rent A Car" ofisinden kendine ucuz bir araba kiraladı. Taksilerden oldu olası nefret ederdi.

İşe yolu uzatarak, başka güzergâhtan gitti. Kaza yaptığı ya da yaptığı sandığı yeri yeniden görmeye tahammülü yoktu.

İş yerine vardığında karanlık iyice ilerlemişti. Kartını girişteki yuvaya yerleştirip hızla geçirdi. Büyük kapının kilit mekanizmasındaki küçük kırmızı ışık yeşile döndü, metalik "tık" sesinden sonra iki kanat birbirinden ayrıldı. İçeriden esen rüzgârla beraber gelen tanıdık koku karşıladı onu. Kümesine dönmüştü yine. Koridorun sonundaki güvenlik noktasında, beyaz ışığın altında oturan adam kafasını kaldırıp baktı. Yine önündeki gazeteye döndü.

Üçüncü kattaki Bilgi İşlem ofisine girdiğinde odayı aydınlatan ekranlarının ışığı onu rahatlatmış gibiydi. Usulca masasına oturup ağ şifresini girdi. Her şey yerli yerindeydi. Tıpkı son bıraktığı gece gibi. İş programının açıp günlük olarak ona yollanan görevleri satır satır okumaya başladı.

Aynı anda birikmiş mesajlarını da atlayarak okuyordu. Ayın başarılı personelleri, ödül alanlar, işten atılanlar, Kandil tebrikleri, Bankanın kuruluş yıldönümünde Yönetim Kurulu Başkanının gönderdiği görüntülü mesaj ve yüzlerce abuk sabuk reklam postaları arka arkaya akıyordu. Daha fazla dayanmayıp elektronik posta programını kapattı.

İş programındaki kırmızı renge boyanmış ve önünde "ÖNEMLİ" yazan linke tıkladı.

"Internet üzerinden yapılan işlemlerin her saat başı veri tabanına girilerek izlenmesi güvenlik açısından mutlaka…"

Gülümsedi. Her akşam bu maddeyi adamın gözüne sokarlardı muhakkak. Son bir yıldır Internet bankacılığı almış başını yürümüştü. Özellikle geceleri banka müşterilerinin önemli kısmı alışverişlerinde Internet üzerinden kredi kartlarını kullanır olmuşlardı. Bunu denetlemek için sık sık ana veri tabanına girip, kullanıcı adı ve şifreleri eşleştiren şifre programının doğru çalıştığını kontrol etmek, sisteme izinsiz girişlere karşı uyanık olmak gerekiyordu.

"Önce emniyet… Burayı iyice kışlaya çevirdi hıyarlar."

Koltuğunu sıkıntıyla geriye sürdüğünde yan masanın farkına vardı. Lamia'nın güzel boynunu yorgunluktan uzattığı yerdi burası. Ah Lamia…

Bilgisayarına tekrar girip görevli personel çizelgesini açtı. Yok bu akşam başka birisi gelecekti ofise.

Uzun uzun geceyi ve ışıkları seyretti. Şimdi ondan uzak sokaklarda, gecenin serinliği ve nefeslerin kirli sıcaklığı birbirine karışıp duruyordu. Uslu bir kedi gibi kıvrılan bu şehir aslında hayatına nasıl da benziyordu. Sakince yatağında akan rutin yaşamı, yani uzun tuvalet anlarında okuduğu gazeteler, gazetelerdeki köşe yazıları, haftada bir çıkan çizgi roman ekleri, akşama doğru yediği kurabiyeler, gece Lamia'nın yarı aydınlık göbeğindeki kelebek dövmesi, kısaca doğum ve ölüm kadar normal olan her şey nasıl da değişivermişti. Artık yarısı çalışmayan vücudu, gidip gelen zihni ve anılarıyla sadece uzaktan aynı insandı.

Bilgisayarında yanıp sönen uyarı ışığı yapması gereken işi anımsattı. Puflayıp klavyeyi önüne çekti. Özel şifresiyle ana veri tabanına giriş için gereken ilk adımı attıktan sonra diğer onaylama işlemine gelmişti sıra. Bilgisayarına bağlı optik okuyucunun güç düğmesini çevirip aktif hale getirdi önce. Ardında retina taraması için kızıl zeminli küçük ekranın üzerine eğildi.

İnce çizgi göz hattı boyunca dijital sesler çıkararak geçti. Başını geri çekmek üzere davrandığında ensesinden kavrayan bir el, hareketini bitirmesine engel oldu. Çırpınıp kurtuldu ve arkasından baskı yapan bileği kavrayıp yana doğru itti. Sendeleyen gölge yan masaya doğru geriledi.

Devam →

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

54
Derkenar'da     Google'da   ARA