Patronsuz Medya

Eyjafjallajökull

Yalçın Şahin - 25 Nisan 2010  


Yaşadığım en kısa uçak yolculuğuydu. Tam beş dakika sürmüştü. Çünkü beklenen şey nihayetinde olmuş, uçuş iptal edilmişti.

Edilmişti ama biz de onca havaalanı eziyetini haybeye çekmiştik. Zira biz check-in kuyruğu, pasaport kontrolü, bagaj taraması, kemer çıkarma, cep boşaltma gibi gerçek olduğu varsayılan bir duvarın öte tarafına geçmek için gerekli muhtelif operasyonla cebelleşirken, kül bulutu Avrupa semalarında kafasına göre takılıyordu zaten. On bin metreden serbest dalış ve çakıldığın yerde bavulunu toparlayamamak ihtimal dahiline girince de işin başında uçağı boşaltmak hayli tercih edilebilir bir durum olmuştu.

Çıkılmamış yolculuktan geri dönüş ve tekrardan pasaport kuyruğu. Her ne olursa olsun sürüye yabancı koyun karışmaması gerekiyor. Hollanda pasaportum vardı. Önümdekiler "EU Citizens" yazan kısımdan ellerini kollarını sallayarak geçerken benim pasaportum detaylı bir bilgisayar kontrolüne tabi tutulmuştu. Anlaşılan bir çift de mavi göze sahip olmam gerekiyordu. Sonrasında sancılı bir bavul bekleme süreci ve nihayetinde havayolu şirketinin bilet satış bölümünde "Türk usulü" diye tabir edilen kuyruktaydık. Kaderimizin ne olacağına dair bilgilendirileceğimiz yerdi burası.

İtiraf etmem gerek ki bu seyahatin benim için Türkiye'de olan oğlum ve eşimle bir kaç günlüğüne buluşmaktan başka ehemmiyeti yoktu. Olmadı, bir sonraki hafta sonu giderdim. Tuzum kuru, içim rahattı.

Orada benimle olan diğer yolcuların çoğu için ise, ne zaman biteceği belli olmayan bir felâketin ilk anlarıydı bunlar. Çoğu tatile gidiyordu. Aylar öncesinden yapılan planlar, ödenen onca para, çoluk çocuk çıkılacak seyahat için yapılan onca hazırlık. Bir anda her şey altüst olmuştu.

Görevliler durumu Türkçe olarak izahat ettiler ve uçuşların en azından bir sonraki sabah altıya kadar iptal edildiğini, çok sayıda yolcunun uçamadığı için otellerin dolu olduğunu, ama yolcuları mağdur etmemek için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler.

Açıklamayı anlamayan ve Türk olmadığı için bizim kadar mutlu olmayı da haketmeyen talihsiz güruh, homurdanmaya başladı haliyle. Dünyanın en hazin şeyidir bir insanın anlamadığı bir dilde hakkında hüküm verilmesi. Azıcık merhameti olanın yüreğini dağlar. Neyse ki görevli beş dakika sonra aynı açıklamayı benim de şaşırdığım bir akıcılıkta İngilizce olarak tekrar etti.

Kılığı kıyafeti yerinde, yaşı oldukça geçkin ve her halinden demokrat bir insan olduğu anlaşılan bir amca, uçak bileti için bin üro para verdiği halde gördüğü bu muameleyi hak etmediğinden şikâyet ediyordu. Muhtemelen amca "business" klastı, ama bunu adıyla anmaktansa verdiği paraya vurgu yapmanın daha kibarca olacağını düşünüyordu.

Aslında görevliler o koşullarda yapılabilecek her şeyi yapmaya çalışıyorlardı ve yolculara karşı (henüz) "sorumsuzluk" sınıfına sokulabilecek herhangi bir tutuma girmemişlerdi. Amcanın şikâyet ettiği şeyler, "akşam yemeği, barınma vs" gibi konularda da koşullar dahilînde yardımcı olunacaktı. Ama o bir türlü ikna olmak istemiyor, haksızlığa uğramanın kızgınlığıyla habire söylenip duruyordu. Belli ki susarsa sıranın kendisine geleceğinden korkuyordu.

Velhasıl uçuş iptal oldu ve tekrar otobüse atlayıp evin yolunu tuttum. En çok da kedilerin işine yaradı geri dönmem. Çünkü gitseydim, bu onlar için dört gün evde kapalı kalmak anlamını taşıyordu.

Uçuş yasağı ertesi gün de sürdü. Durum iyileşeceği yerde gittikçe daha da vahimleşiyordu. Binlerce yolcu havaalanlarında mahsur kalmış, herkesin hayatı bir anda kâbusa dönmüştü. Gazeteler, televizyonlar bangır bangır bağırıyordu: "Kül bulutu Türkiye'ye geliyor!" Bizim Avrupa'dan neyimiz eksikti?

Volkanik bir patlamaydı söz konusu olan ve yeryüzünün koca bir bölümündeki hayat bir anda altüst olmuştu. Basit bir benzetmeyle yeryüzünü bir portakal olarak tasavvur edersek, üstünde yürüdügümüz ve yollar, evler, şehirler inşa ettiğimiz bölüm sadece portakalın kabuğuna tekabül ediyor. Kabuğun içi toprak, kaya, metal, hava, su ve bildiğimiz bilmediğimiz onca maddenin cehennemî bir sıcaklık altında katı, sıvı ya da gaz halinde devinip durduğu devasa bir kazan. Ve bu kazanın muhtelif yerlerinde, muhtelif şekillerde sıkışan gaz öbekleri, kabuğun içinde buldukları çatlaklardan beraberinde getirdikleri toprak, kaya ve metal peltesiyle dışarı fırlıyor ve bu, yerin sıkışmadan dolayı sancılanan karnına bir süreliğine de olsa rahatlama getiriyor.

Yeryüzündeki karbon döngüsünün can damarı bu. Jeologlar öyle söylüyor.

Havaalanında mahsur kalmış genç bir yolcu, uzandığı yerden uykulu gözlerle, dünyada ilk dafa yaşanan böyle bir olayın parçası olmaktan mutlu olduğunu söylüyordu uzatılan kameraya. Bu bir tür bağımlılık mıdır? Yoksa, hayatı daha çok görmek, daha çok tadmak, daha çok dokunmak, velhasıl daha çok tecrübelemek olarak kurgulayan batı insanına musallat olan başka bir şey midir? Bu uğurda akıl almaz maceralara giren ve bunu da bilim adına, barış adına, hayvanları ve çevreyi koruma adına yaptığını söyleyen ve bizden alkış bekleyen junkie'leri nereye koyacağız?

Üçüncü gün… Ve gökyüzü hâlâ kuşlara ve sineklere teslim. Uçak şirketleri günde bilmem kaç yüz milyon dolar zarar ediyormuş. Niçin? İnsanların iki gün ayakları yere bastığı için.

Olaya başka türlü yaklaşanlar da vardı. Uçakların düşmesi ve insanların ölmesi ekonominin sigortalarını attırabilirdi. Uçaklar düşmemeli, insanlar ölmemeliydi. Kuşların ve sineklerin ne düşme riski, ne de sigorta derdi vardı.

Elbette bu olan bitenin başka tür bir izahı da mümkün. Ekonomik, sosyal hatta zihinsel faaliyetlerimizin çoğu bir temel ilke üzerine kuruludur: Tekrarlanabilirlik. Bu kavramın tekerleğin icadıyla ya da ona paralel şekilde insan zihninde yer etmiş olması muhtemeldir. Kendi etrafında devinen, bunun sonucu bir değer üreten ama şeklinden ve konumundan bir şey kaybetmeyen bir cismi tahayyül etmek hiç kolay olmamış olsa gerek. İçinden mil geçirilen tekerlek tekrarlanabilirliğin en somut örneğidir.

Her neyse bu insan için öyle bir zihinsel dönüşüm ki, geldiğimiz bu noktada tekrarlanabilir olmayan (unique) bir şeye rastlamak hemen hemen imkânsız gibi. Örneğin gazeteler: Her gün bilmem kaç sayfa çıkmak zorundalar. Her gün kaç tane yazar belli sayıda kelimeyle köşelerini doldurmak zorunda. Acaba her gün dünyada bunca sayfayı dolduracak vukuat oluyor mu ya da bu yazarların hayatı o kadar renkli mi diye sorası geliyor insanın. Yoksa bizim varsaydığımızın tersine haber gazeteleri değil, gazeteler mi haberi yapıyor? Yahut köşe yazarlığı denen şey, bir grup kelimeyi her gün değişik kombinasyonlarla yanyana dizerek kotarılacak bir şey midir?

Bunca hengâmenin yaşanmasına yol açan havayolu ulaşımı da bu tekrarlanabilirliğin bir tezahürü. Her gün on binlerce uçak binlerce şehir arasında gidip gelmek zorunda. Zamanında belki ihtiyaçtan, belki meraktan doğmuş olan bir olay öyle bir momentuma ulaşmış ki -ve öyle sanıyorum ki- her gün deli danalar gibi ordan oraya koşturup duran insanların çoğu gerçekten ihtiyaçları olduğu için değil, bu momentumun ittirmesiyle bunu yapıyorlar.

Televizyonda genç bir kadın ağlıyor. Gideceği yere gidemediği için işinden olmuş. Buna da şükür. Pompei'de insanlar canından olmuştu iki bin yıl önce.

Ama yine de bir tuhaflık vardı tüm bu olan bitende. Bunca zaman tıkır tıkır dönen çarklar, insanın medeniyet adı altında yarattığı bu koca makine, milyonlarca hayatın her gün çarklarına şu taşıdığı ve milyonlarca hayatın yine o çarklarca un ufak edildiği bu devasa düzenek, bir volkanik patlamayla altüst olmuştu.

Velhasıl, toprak ana bunca sarıp sarmaladığımız medeniyetimizin içine etmişti.

diYorum

 

Yalçın Şahin neler yazdı?

64
Derkenar'da     Google'da   ARA