Patronsuz Medya

İslâmi hareketin devlet talebi yok

Vahap Demir - 10 Şubat 2010  


Baştan söyleyeyim başlığın patenti bana ait değil. Önerme Ali Bulaç'ındır. Ali Bulaç'ın kim olduğuna bilmeyenler için ileride değineceğim.

Türkiye'de dini, hayatlarını sürdürürken başat referanslardan biri ya da en başta geleni olarak ortaya koyan pek çok cemaat, tarikat, grup veya birey var.

Bunların bir kısmı dünyada olup bitenle fazlasıyla ilgiliyken bir kısmı ise tarihin bir döneminde ortaya çıkmış bir İslâm yorumunu baz alarak değişime direnmekten yana. Dolayısıyla dindar kitlenin homojen bir yapıda olmadığını, hassasiyetlerin, önceliklerin farklı olduğunu hatta bir kısmının hassasiyetleriyle başkalarının hassasiyetlerinin çeliştiğini bilmemiz gerekiyor.

Bu çelişkiler bazen öyle bir noktaya varabiliyor ki birbirini tekfir etme (kâfir ilan etme), birbirlerinin mallarını canlarını helâl, karılarını kızlarını cariye ilan etmeye kadar varabiliyor. Nitekim doksanlı yıllarda güneydoğuda kamuoyunun Hizbullah olarak tanıdığı ilim grubuyla yine Diyarbakır orijinli menzil grubu arasında iş silâhlı çatışmaya kadar vardı. Yaşanan süreçte de çok sayıda cemaat mensubu karşı cemaat tarafından öldürüldü. Bu söylediklerimle çok yaygın olarak karşılaşmasak da tüm dindar kitleyi aynı kefeye koyarak anlama çabasının yersizliğini ortaya koymak bakımından zikredilmeye değer.

Örneklerin sayısını arttırmak mümkün ama esas konumuz bu değil.

Çok fazla gerilere gidersek konu iyice dallanıp budaklanacak ve internet okuru muhtemelen sıkılacaktır. O yüzden mümkün mertebe kısa keserek meramımızı anlatmaya çalışalım.

1. Modernitenin ortaya çıkardığı ulus devlet paradigmasından İslâmcıların da etkilenmiş olması doğal olandı.

2. Osmanlı İmparatorluğunun dağılma döneminde kolonileştirilen topraklarında yaşanılan travma, hayli siyasi bir İslâm anlayışının formüle edilişini tetikledi.

Özellikle 1960'lı yıllarda Mısır ve Pakistan'da teorisyenliğini Seyyid Kutup ve Mevdudi'nin yaptığı ve devleti talep eden bir İslâm anlayışı etkili olmaya başladı. "Müslüman Kardeşler" örgütü Mısır'da ortaya çıktı ve kısa sürede diğer bazı Arap ülkelerinde örgütlendi.

1979 İran İslâm devrimi, devlet talebinin gerçekleştirilebilir bir hedef olduğunu ortaya koyması bakımından hem moral hem de motivasyon unsuru olarak ortaya çıktı.

Tüm bu olan biten Türkiye'yi de etkiledi. Seksenlerin başında kullanılan şöyle bir slogan hatırlıyorum: "İran, Pakistan; sıra sende Türkistan!" (Türkistan'dan kasıt Türkiye olup, Pakistan o dönemde İslâmi yönetim ilan etmiş General Ziya ül Hak yönetimindeydi.)

Sloganları bir kenara bırakırsak epeyce kafa yoran bir İslâmcı entelektüel zümre de ortaya çıkmıştı. Bunlar İslâmi bir devlete nasıl gidileceği üzerine de, bireyin nasıl daha iyi bir Müslüman olacağı üzerine de hem epey okudular hem de epey okuttular.

1990'lara gelindiğinde hakikaten kafa yoran bu zümre aslında o güne kadar üzerinde kafa yordukları soruların cevabının umdukları gibi olmadığını, İslâmın insanı bir devlet kurmakla ya da yönetimini ele geçirmekle yükümlü kılmadığını epey sancılı süreçler sonrasında fark ettiler. Bu durumu dönemin önemli teorisyenlerinden kabul edilen Ali Bulaç, bir dergiye verdiği mülâkatta başlıkta kullandığımız: "İslâmi hareketin devlet talebi yok" önermesiyle ifade etti.

İtirazlar oldu ama zamanla hemen herkes bu konuda pozisyonunu geriletti.

Burada bir şeyi netleştirip devam edelim. Dini olan aynı zamanda sosyal olandır, aynı zamanda siyasi olandır. Dini inancın sadece inananla inanılan arasında yaşanması bir fanteziden ibarettir.

En ilkel toplumlardan en gelişmiş toplumlara kadar hemen her toplumda, az ya da çok dinin hem sosyal hayata hem de siyasi hayata etkileri olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Bu hayatın gerçeğidir ve sadece İslâm ülkelerine has bir durum değildir. Sisteminizi her türden insan talebine, buna dini talepler de dâhildir, açabildiğiniz ölçüde insanınızın mutluğunu biraz daha kolaylaştırmış olursunuz.

Farklı din anlayışlarının ve farklı taleplerin olması bir tehdit unsuru olamaz. Ne yazık ki; kimin neye, ne kadar inanacağı nasıl bir din anlayışına sahip olması gerektiği, hiç üzerimize vazife olmadığı halde hep kendimizi bu işe memur hissettik. Bu durum alevi inancının da, şiddete bulaşmamış pek çok sünni cemaatin de hem idareciler tarafından hem de birbirleri tarafından tehdit olarak algılanmalarına yol açtı.

Öncelikle şunu belirtelim ki devletin rejimini değiştirmekle devlet kademelerinde görev almak farklı şeylerdir ve bu ülkenin tüm vatandaşları, hiç bir ayrım olmadan, gayrımüslimler de dâhil olmak üzere, tüm devlet kademelerinde görev alabilmelidir. Bir grup seçkinin devlet bürokrasisini sadece kendilerinin hakkı olarak görmesi ve burayı yitiriyor oldukları duygusuyla ortalığı velveleye vermeleri bir tehlike işareti olarak kabul edilmeli midir?

Esas konumuza devam edecek olursak Türkiye'de hâlâ bir kısım dindar insanın ya da cemaatin devletin rejimini değiştirmek hedefi olabilir. Entelektüel gerilikleri nedeniyle henüz bu noktada bulunan insanların neden bir devrim yapamayacakları üzerine çok konuşulabilir, ancak varsayalım ki gözlerini acaip karartıp devletin rejimini değiştirdiler.

Sonrasında ne olacaktır bir düşünelim.

Muhtemelen katı ulusalcı bir politika izleyip tıpkı balyoz darbe planındaki gibi ekonomiyi filân dışa kapatmaya kalkacaklardır, döviz taşımayı ihanetle eşdeğer kabul edip askere bile parmak ısırtacaklardır.

Sonra eğer bulabilirlerse dört karı alacaklar, mirası erkeğe iki kadına bir pay vereceklerdir. Sonra en fazla camiayı satmak suçundan Ahmet Hakan'a kırbaç cezası filân vereceklerdir.

Sonra? Sonrası yok. Sahip oldukları müktesebat daha fazlasına müsaade etmez. Böyle bir rejim de bu topraklarda kurulamaz, kurulsa bile yaşayamaz.

Yorumlar

İnsan paranoyasının sınırı yok. Ben Hollanda'da yaşıyorum. Burada bile ülkeye şeriat gelecek korkusu yaşayan insanlar var. Haliyle insanların bu korkularından beslenen yapılar mevcut. Ülkenin en sağcı partisi üç beş yıl önce "Daha az İslâm" diyerek yola çıktı, şu anda neredeyse başa oynuyor.

Bence bu Türkiye'ye özgü bir sorun değil. 2000'li yılların başında başlayan Batı-İslâm kutuplaşmasından herkes bir ölçüde nasibini aldı. Türkiye'de bu zaten başından beri vardı ve son on yılın gelişmeleri tuz biber oldu.

Şahsi görüşüm, dinin hangi formda olursa olsun insanın gelişimi için ayak bağı olduğu. Ne var ki Türkiye'de sıkça rastlanan bir durum, bu bağdan bir şekilde kendilerini kurtarmış ve dinin ve tanrının anlamsızlığınında karar kılmış insanların sıklıkla kendilerine gericilik ve bağnazlık savaşçısı rolü biçmeleri.

Kişisel anlamda yapıldığında buna bir itirazım olmaz, zira kimi dindarların da yaptığı bir şey etraflarını kendilerince şekillendirmek.

Ama asıl tehlike dinsel bağlarından kurtulmanın verdiği enerjiyi belli büyük amaçlar için kanalize etmek ki ortam buna fazlasıyla müsait. Öyle ki bunun için sahte düşmanlar bile yaratılabiliyor.

Yalçın Şahin - 16 Şubat 2010 (17:02)

Vahap Demir bu ülkede neden "şeriatçı" bir düzen kurulamayacağını gayet güzel anlatmış. Daha iyi anlatılamazdı her halde, tebrikler.

Ve fakat, bu yazıda izah edilen gerçek aslında kabak gibi ortadayken ve ayriyeten kanıtlanması gereksizken, şunca zamandır koparılan "şeriat geliyor, yandık bittik" vaveylâsı da neyin nesi?

Medya ve bürokraside köşe başlarını vaktiyle kapmış olan ikbal ve iktidar sahipleri bu gerçeği bu en yalın haliyle anlamak ister mi? İçinden sezgi yoluyla anlayabilse bile, bunu dışarıya karşı açık açık telâffuz eder mi?

Galiba zurnanın zırt dediği nokta da burası. Bir durumu sen ne kadar sarahatle açıklarsan açıkla, anlaşılabilmesi için, karşında bunu anlamaya niyetli birilerinin de olması gerekir. Aksi takdirde söylediklerin sadece boşlukta kaybolup gidecek bir hoş sadadan başka bir şey değildir.

Bütün bu zaman zarfında çatışan şey, aslında fikirler değil menfaatlerin ta kendisidir.

Menfaat çatışmasının olduğu bir yerde de muhatabını "ikna" etmek diye bir şey yoktur.

E peki o zaman nedir bu kamuoyu önünde yapılıp duran şu "fikir" tartışmaları?

Onlar tribüne verilen gaz azizim. Eh, az da olsa bu oyunda bir tribün faktörü bahis konusu. Tribünü kazanan, en azından saha avantajını da elde etmiş olur.

Bu da "elde var bir" demektir. Gerisi pehlivanların taktik ve hamle becerisine kalmış.

Selim Atak - 16 Şubat 2010 (17:11)

1) Dini inancın sadece inananla inanılan arasında yaşanması bir fanteziden ibarettir…

2) Sisteminizin her türden insan talebine, buna dini talepler de dahildir, açabildiğiniz ölçüde insanınızın mutluluğunu biraz daha kolaylaştırmış olursunuz…

Katılmıyorum. Bireyi nasıl şartlandırdığınızla çok ilgili bu…

Bir insanın dini açıdan neye inandığı, inanmadığı, nasıl ibadet ettiği, etmediği sadece bu kişinin meselesidir. Adı üstünde inanç. Kim diyebilir ki bir müslümanın, bir ateistten daha değerli bir varlık olduğunu, bir budistin bir yahudiden daha makbul olduğunu? Kitaplara, peygamberlere, ahirete inanıp inanmamak dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir kişiyi diğerinden daha değerli yapabilir mi?

Siz bir çocuğu alır ham beynini hangi din olduğu fark etmeksizin bir kutu içinde yetiştirirseniz o çocuk tüm kişiliğini bunun üzerine kurarsa ve ona öğretmiş, yaşamaya mecbur bıraktığınız tek tip ahlâk ve yaşam modelini savunur, yaşadığı toplumda kendini sadece bu değerlerle ifade etmek durumunda kalırsa, kendisine öğretileni yaşama ihtiyacı içinde kıvranıp durur ve hayatın farklı gerçekleri karşısında mutsuz olursa, sistem bu kişinin taleplerine cevap vermek, tüm beklentilerinin gerçekleşmesini sağlamak zorunda mıdır? Bunun sınırı nedir?

Bu kişilerin bugün de türban olayında en çarpıcı bir şekilde gördüğümüz üzere mutsuzluklarının sorumlusu sistem midir, ordu mudur, balyoz mudur, kerpeten midir yoksa çocuğuna kendi yaşam ve inanç şeklini seçme şansını vermeden, küçücük yaşlardan itibaren bin bir müdahale ile yönlendiren ailesi, arkadaşları, mahallelisi, cemaatler, siyasiler ve benzerleri midir?

En kalabalık, en güçlü olan, nereden geldiği belirsiz en zengin, eğitime, medyaya, siyasete, yasama, yürütme ve yargıya hakim olan ideoloji kazansın.

Aklın, sağduyunun, sevginin, şefkatin, özgürlüğün, bireysel tercih yapabilme zenginliğinin nefesiyle can bulan bağımsız, diğerlerine öğretilmiş olandan başka bir inancı olan azınlık kaybetsin.

Böyle mi olacak?

Alpar Sargın - 17 Şubat 2010 (22:22)

Sayın Sargın, insanlara değer verirken akıl ve bilgi sahibi olunması, sözünün eri olunması vb gibi kriterlere önem veririm. Birinin ateist olması ya da başka bir dine inanıyor olması benim nazarımda asla kişiyi değersizleştiren nitelikler değildir.

Birinin dînî değerlere bağlı olması da (İslâmın yanında diğer dinler de buna dahildir) benim nazarımda kişiyi küçültmez. Tam tersine iyi müminler hakkında pozitif düşünürüm.

Herkesin çocuğunu inandığı değerler doğrultusunda yetiştirme çabasına da saygı duyarım. Birtakım suistimaller oluyor diye toplumun herhangi bir kesimine karşı külliyen "vurun abalıya" mantığını doğru bulmam.

Toplumun genelinden farklı düşünen azınlıkların kaybetmesini istediğimi yazıdan nasıl çıkarttınız bilmiyorum ama çok net olarak tekrar belirteyim: İnanan, inanmayan, az ya da çok inanan herkes eşit haklara sahip olmalıdır.

Vahap Demir - 18 Şubat 2010 (14:40)

Türbanlı kardeşlerimin okul kapılarında çektikleri sıkıntılar için üzülüyorum, doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum.

Türbanlı kardeşlerimin 20. 000'den fazla kişinin öldüğü depremden sonra okula alınmadıkları zaman açtıkları 7. 4 pankartlarını da doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum.

Bu güzel dünyaya çocuk getiren anne ve babaların çocuğunu kendi malı olarak görüp kişiliğini kendi inandığı din üzerine yetiştirmesini (tüm dünyalılar için söylüyorum) doğru bulmuyorum, ama yaparlarsa yaparlar, yapıyorlar da zaten.

Ben öncelikle dürüst, sevgi ve şefkat dolu, çalışkan, diğer tüm canlılara karşı anlayışlı, meraklı, cesur, özgür, aklını kullanmayı bilen, vicdan sahibi küçük insanlar olarak görüyorum çocukları. Bunlar eninde sonunda kendi tercihlerini, dini, felsefî yollarını bulacaklardır. Rahat bırakalım diyorum. Kimseyi hiç bir şekilde denetim altında tutmayalım bu açıdan. Ne devlet olarak ne toplumun bireyleri olarak. Özlemim budur. Bundan statükocu olduğum yönünde bir anlam çıkartılmasın.

İlkokulda 23 nisanlarda renkli, ucuz kıyafetler içinde koşmak isterdim, askercilik oynamak rap rap değil. Ama yazın en güzel günlerinde köyün camisinde kuran kursuna da hayır.

Korkmayalım, okumak isteyen okuyacak, doğru neredeyse Şam'da da olsa bulacaktır.

Kızlarımıza, kadınlarımıza güvenelim. Eğer onlara gerçekten değer veriyorsak gezmelerine, tozmalarına, meslek sahibi olup, kendi ayakları üzerinde durmalarına, tek başlarına eve çıkmalalarına, özgürce çalışıp para kazanmalarına, seyahat etmelerine, flört etmelerine, erkek arkadaşlarını, eşlerini kendilerinin seçmelerine karışmayalım. Destekleyelim. Kendimize de güvenelim erkek olarak.

Başı kapalı olduğu için toplumsal hayata katılamamanın yolu başını açmaya zorlamak olmamalı.

Özgür bir ortamda herkesin kendi tercihlerini yapabileceği bir düzeni hayata geçirelim, o kadar özlemim.

Alpar Sargın - 18 Şubat 2010 (22:19)

Çok temel bir yaklaşım hatası yapıyorsunuz.

Sorun Din'in devlet talebi olup olmaması değil, Devlet talebi olanların Din'i nasıl ve ne kadar kullanmak istedikleridir. (Yıllar önce Feroz Ahmad'ın bir röportajında söyledikleri aklıma geldi. Ona da Türkiye'de şeriat tehlikesi olup olmadığı sorulduğunda, mealen böyle bir tehlikenin olmadığını, esasen Dünya'da İslâm Devleti olmadığını, Libya'da, S. Arabistan'da, İran'da, Pakistan'da vb ülkelerdeki devletlerin İslâm Devleti olduklarını iddia etmelerine rağmen, birbirlerinden çok farklı olduklarını, İslâm Devleti olsalardı birbirlerine benzemeleri gerektiğini söylemişti. Devamında da bu devletleri anlamak için arkalarındaki sosyo-ekonomik ve politik güçleri analiz etmek gerektiğini, Din'in bu devletler için iktidarlarını sürdürmelerine yarayan bir araç olduğundan bahsetmişti.)

Ali Rıza Güzel - 19 Şubat 2010 (11:40)

Sevgili kardeşlerim, baskıdan sözederken çok rica edeceğim devletin ana atardamarı olan bütçesinin diyanete ayrılan kısmına, bunun eğitimin vs kaç katı olduğuna tekrar bir göz atınız. İmam hatiplerde okuyan yüz binlerce kızımızdan kaçı imam oldu bugüne kadar? Bu ülkenin en ciddi meselelerinden biri olan işsizlikten söz ederken bunları da göz önüne almak gerekmez mi?

Taliban muamelesini de bir açalım. Taliban, taliban muamelesi nedir? Namazında niyazında insanlarımız bu ülkede hor mu görülüyor? Kelimei şehadet getiremiyor, ibadet edemiyor, oruç tutamıyor, hacca gidemiyor, fitre zekât veremiyor, ezan sesini 5 kez duyamıyor mu? Okuldan çok cami yapılamıyor mu? İmam hatip mezunları devletin her kademesinde görev alamıyor mu?

Başörtüsü de değil, türban meselemiz var. Ama bu namaz niyazdan farklı bir konu bence. Tıpkı başörtüsü ile türbanın farkı kadar farklı…

Kuran kursları için "insanların isteyerek yaptıkları eylemler" diyorsunuz. Önceki yorumlarıma göz atın. İtirazım buna. Çocuklar istemiyor, yönlendiriliyor, aileleri istiyor. Tıpkı okullarda bize öğretilmiş olan yanlı, gereksiz pek çok şey gibi. Ben diyorum ki aklı, muhakeme becerisi, kişiliği oturuncaya kadar ne rap rap, ne milliyetçilik, ne başka bir akım, ne din üzerine kurulu kimlik için şartlandırmayalım. Akıl, sevgi, vicdan, mantık, neşe, hoşgörü verelim. Çocuklar zaman içinde bulacaklardır aydınlık yollarını. Alâ müslüman, ama önce alâ insan olacaktırlar.

Aklı başında bir insan alır isteğini okur. Benim şu bilgisayarımda kuran mevcut. Sık sık göz atarım, notlar alırım, hoşuma giderek okurum, diğer dinler gibi.

Coğrafya dersinden nefret ettim okulda. Hiç bilgim, merakım yoktu. Hiç bir şey öğrenmedim. Ama bugün Türkiye'de tabiri caizse çıkmadığım dağ, inmediğim mağara, geçmediğim kanyon kalmadı. Kendim keşfettim. İyi ki.

Baskıyı yapan sadece devlet mi? Toplumu oluşturan diğer unsurların baskısı? Seçme şansı verelim diyorum. Ne isterse o olsun. Kimse hiç bir simsarın eline geçmesin.

Sevgiyle kalın.

Alpar Sargın - 19 Şubat 2010 (23:10)

Sayın Güzel, dinin devlet otoritesinin pekiştirilmesi için bir araç olarak kullanılması tarihsel ve sosyolojik bir olgu olarak diğer dinler için de söz konusudur. Bu en ilkel dinlerden beri böyledir. Pek çok iktidar sahibi meşrebince az ya da çok dinden, bu bağlamda yararlanmıştır. Böyle bir olgunun varlığı bizi her dindar insana karşı şüpheye mi sürüklemelidir? Böyle bir olgu dindar insanlara yönelik hukuksuzluğu meşrulaştırır mı? İtirazım bu noktadadır. Yoksa ben de dünyada bir "islam devleti" olmadığı kanaatindeyim. Konu üzerinde en azından bir yazı daha yazmam gerekecek gibi görünüyor.

Vahap Demir - 20 Şubat 2010 (11:32)

Ben devlet dediğimiz, aslında bizlerin oluşturduğu mekanizmanın hatalarını sonuna kadar eleştiriyorum. Ordusu, adalet ve eğitim sistemi vb Hem bu ülkede, hem dünyadaki gezip gördüğüm, bilebildiğim diğer tüm örneklerinde. Bununla beraber, devlet dışındaki toplumsal mekanizmamızda var olduğuna şiddetle inandığım, insanların en masum merak, ihtiyaç ve bilinmezinden beslenen benzer beyin yıkayıcı, şartlandırıcı aracıları da şiddetle eleştiriyorum.

Sizin ise maalesef ve nedense denklemin sadece devlet ve özellikle ordu kısmında takılıp kaldığınızı, sanki bunlar dışında bireyin birey olmasına bir türlü izin vermeyen son derece büyük maddî olanaklara sahip, sistematik çalışan diğer güçleri yok saydığınızı, yaşanan tüm toplumsal olumsuzlukların tek ve en büyük sorumlusu olarak sadece devleti ve özellikle orduyu gördüğünüzü düşünüyorum. Yanılıyor muyum?

Devlet ve orduyla ilgili eleştirileriniz kabul. Ya diğerleri? Diğerleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Devletle, orduyla olan meselenizdeki cesaretinizin az bir kısmını tarikat, cemaat, inanılan ve inanan arasına giren her türlü güce karşı çıkma konusunda da gösterebilir misiniz? Bunu çok merak ediyorum…

Aydınlıkla kalınız…

Alpar Sargın - 20 Şubat 2010 (20:05)

Entellektüel gerilik diğer grupların fark ettiği, dinin devlet kurma / devlet yönetme yükümlülüğü getirmediği gerçeğini henüz fark edememiş olmalarıyla alâkalı olarak kullanılmış olup yazıda açıkça muradın bu olduğu belli. Devrim yapmayı entellektüel birikimle irtibatlandırdığımı da nereden çıkardınız? Tam tersine yazımda belli bir okuma çabasının ardından insanların devlet talebinden vazgeçtiklerini anlatıyorum.

Sizi rahatlatacaksa belirteyim: Kişisel olarak devrim sözcüğü ve çağrışımları beni irkiltiyor, ürkütüyor. Üstelik bu, devrimlerin referanslarından bağımsız olarak böyle. Tüm devrimlerin doğası gereği kıyıcı olduklarının farkındayım ve bu yüzden bazı devrimler iyi bazıları kötüdür gibi bir tutumun içinde değilim.

Medine vesikası ise yine ortaya atıldığı dönemde epeyce ses getirmiş olup peygamberin Medine'de yahudilerle bir anlaşma çerçevesinde bir arada yaşamasından hareketle dindar insanların da toplumun diğer kesimleriyle karşılıklı saygı prensibiyle bir arada yaşamalarını teklif eden bir yaklaşımdı. Esas gürültüyü de ötekinin hukukunu da korumak tartışmasıyla koparmıştı ama teklif ettiği şey çifte hukukluluk değil ötekinin varlığına saygı ve birlikte yaşamanın mümkünlüğüydü. Nitekim bir zaman sonra Gülen Hareketinin "dinlerarası diyalog" çalışmaları başladı.

İslâmın da özgürlük talebi yok mudur sorunuza ise soruyla mukabele edeyim: Toplumun herhangi bir kesimi de neden diğerleri kadar özgürlük talep edemesin?

Vahap Demir - 22 Şubat 2010 (14:06)

Toplumun herhangi bir kesimi: Acaba gerçekten herhangi bir kesimi mi? Acaba toplumsal yaşamda talep ettikleri özgürlüğü talep ederken, birey olarak günlük yaşamlarında ne kadar özgürler, ne kadar bireysel seçme şansına sahipler, ne kadar şartlandırılmadan eğitiliyorlar?

Diğerleri kadar özgürlük talep edemesin? Talep edilen özgürlük mü, yoksa eninde sonunda hukuk, eğitim, sosyal yaşam vb her alanda tek tip bir kurallar zincirinin yaşama geçirilmesi mi? Özgürlüklerin sınırı var mı? Bir kişinin talebi diğerinin özgürlüğüne tehdit oluşturuyor mu? Bu talepler dile getirilirken ne kadar bağımsız, ne kadar şeffaf, ne kadar gizli ajandasız, ne kadar dürüst, ne kadar masumca?

Daha önceki yorumlarımda da ifade etmeye çalıştığım tek bir şey var aslında. Bireylerimizi yetiştirirken hiç bir "izm" in, hiç bir grubun sorgusuz sualsiz malı olmayacak, bunu ancak kendi tercih ederse yaşayabileceği, kişiliklerine ipotek konulmamış bir yaklaşım sergileyebilsek tüm dünyada keşke. Bağımsız, akılla, vicdanla, sevgiyle yaşama bağlanmış, meraklı, okuyan, sorgulayan, cesareti teşvik edilen, kolay kolay kandırılamayacak, ön yargısız, anlayışlı hür beyinler yetiştirebilsek.

Çağdaş falan demiyorum. Güçlü bireyler (diyorum). Bu bireyler her türlü doğruyu bulacaktır. Kızlarımız, erkeklerimiz… Hepsi. Aksi takdirde mevcut eğitim anlayışımızla, baskılarla şartlandırılmış, yetiştirilmiş bireyler herhangi bir noktada birazcık güç elde ettikleri anda kendinden farklı olanı ezme eğilimine giriyor.

Darbecisi de, Atatürkçüsü de, liberali de, sağcısı da, solcusu da…

Bu yüzden bağımsız akıllı bireyler, bağımsız akıllı bir toplum diyorum. Ve insan kişiliğini ipotek altına alan her türlü eğitim, yetiştirme yaklaşımını ürkütücü ve zararlı buluyorum, hem o kişiye hem yaşadığı topluma ve dünyaya.

Alpar Sargın - 22 Şubat 2010 (16:14)

Kendinizi toplumun üst insanları olarak konumlandırdıktan sonra olay nihayetinde "dağdaki çoban / manken kız" ikilemine gelip takılıyor. Madem bizim gibi değil o halde canı cehenneme… "En iyi kürt ölü kürttür" mantığına kadar gider bu mantık. Her zaman bir kötü bulursunuz kendinize. Bu Ermeni olur, Kürt olur, Alevî olur, Başörtülü olur; olur da olur.

Niyetleri yargılayarak, olumsuz örnekleri genele teşmil ederek içinizdeki korkuyu büyütürsünüz. Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle yaratmak adına korkunç işler yapıldı bu memlekette ama o ütopyaya ulaşmak mümkün olmadı. Mozaik değil mermer gibiyiz demişti bir partinin temsilcisi. Ama olmuyor işte. Herkesin aynı olmayacağını, dışarıdan kimliğe yapılan müdahalenin kimliği sahiplenmeyi arttıracağını görmek gerekiyor.

Kafamıza göre bir ideal tip yaratalım ve herkes ona uygun tavırları benimsesin. Kulağa hoş gelen bir beklenti, ama olmuyor, olamıyor işte. Bırakın isteyen birey olarak, isteyen bir cemaatin üyesi olarak sürdürsün hayatını. Kim nasıl mutlu hissediyorsa öyle yaşasın. Bundan bize ne?

Hayır ama onlar için kötünün ne olduğunu da biz biliriz. Onlar iyiyi kötüyü ayırt edemez, o halde bizim vesayetimize razı olmak zorundalar. Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz mantığı…

Vahap Demir - 22 Şubat 2010 (17:53)

Sevgili Vahap Demir, bütün bu yazdıklarınızdan fikirlerimi algılamanız konusunda ciddi bir sıkıntınız olduğunu görüyorum. Sizlere bir şey anlatmaya çalışmanın da kişiselleşmeye başlamış, haksız eleştirilerden sonra pek bir anlamı kalmadı. Çirkinleşmeden ben müsadenizi istiyorum.

Aydınlık, akıl dolu, güzel günler diliyorum.

Alpar Sargın - 23 Şubat 2010 (12:18)

Mevlâna'nın bir sözü var:

"Dünyada insanları bilgece tartışmalardan daha çok hiç bir şey ayıramaz… Ve dünyada hiç bir şey raks ve müzik kadar insanların birliğini sağlayamaz."

Birden aklıma geldi de…

Seyit Balkuv - 23 Şubat 2010 (18:10)

Yazımda bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de bazı tutumları eleştirme hakkım var. Üslubumda size sert gelen yerler olabilir ama bırakın da yazar olarak buna ben karar vereyim. Hiç bir şekilde inanan insanlarla problemim yok. Örnekle netleştirelim: İnsanların cinsellikten ne anladıkları, nasıl yaşadıkları benim problemim değil ama biri dinin son derece katı olarak red ettiği anal sekse din adına cevaz vermeye kalktığında bırakın da İslâm üzerinde kafa yoran biri olarak bu kişiye de "hass…" diyebileyim.

Varolan rejimin bütün kurumlarıyla korunması gibi bir talebim asla olmadı. Tam tersine rejimin bütün kokuşmuşluklarından acilen arındırılması gerektiğini savundum hep. Şiddet kullanmadığı sürece her türden muhalif harekete saygım, bir kısmına sempatim vardır.

Herhalde şunu dersem rahatlayacaksınız: "Ali Sedat Bey, beni fena halde yakaladınız. Ben aslında demokratmış gibi yapan, üstelik beni buna icbar eden bir şey yokken bunu yapan, aslında demokrasiden zerre haz etmeyen, toplumun bir kısmına karşı içinde kin biriktirmiş ama bunu takiyye yoluyla gizleyen biriyim. Şimdi nedamet getiriyor ve huzurunuzda insanlardan af diliyorum."

Vahap Demir - 23 Şubat 2010 (18:26)

Çocuklarımızı yetiştirirken beyinlerini yıkamayalım diyorum.

Bunu sadece din için söylemiyorum. Her türlü baskı, seçme şansı bırakmayan, beyni, aklı bloke eden yaklaşım için söylüyorum. Bunu hiç bir şeyi savunmadan söylüyorum. Ne içi boş izmler, ne dini kurallarla doldurmayalım çocuklarımızın kafalarını diyorum. Bunu başka yerlere sürükleme. Ne devleti, ne orduyu, ne tarikatları, ne milliyetçi akımları hiç bir şeyi savunmuyorum.

Bireyin bağımsızlığını sağlayalım, rahat bırakalım onları diyorum. Bunu başarmadan ne eşitlikten, ne özgürlüklerden, ne demokrasiden söz etmek mümkün.

Bu yazdıklarımdan şeriata karşı olup statukoyu savunduğum, devlet vesayetini savunduğum (bugünlerde çok moda terim) benim çağdaşlık anlayışımın, yaşam görüşümün dışında diğerlerini küçük gördüğüm, toplumun elit kısmına yerleşip diğerlerine (neyse diğerleri) ahkâm kestiğim anlamına gelen yorumlarını esefle kınıyorum.

Kadının özgür olmadığı bir toplumda özgürlükten söz etmek abesle iştigal. Kadının özgürlüğünü din adına engelleniyorsa dine değil, dini kullanıp kadını beden ve zihnen, küllen paketleyen anlayışa karşıyım.

Ancak beyni yıkanmamış, seçme şansı verilmiş insanlar kendi tercihlerini yapar hale geldiğinde, üniversiteye isterse buzdolabı kutusunun içinde girsin. Nasıl isterse öyle yapsın. Bu iş sadece dinde değil, milliyetçilikte, Atatürkçülükte, lakiklikte, homofobide, yabancı düşmanlığında, vb, akla gelecek her türlü akımda maalesef insanların erken yaşlardan kafalarının yıkanması birey olmalarına izin verilmemesi yüzünden bu hale geliyor.

Bugün devlet vesayetine karşı çıkanlar (ben de dahilim, anlatamadık ama neyse) temelde özgürlük ve eşitliği savunuyorlarsa eğer ve bunda samimi iseler, birey üzerinde çocuk yaşlardan itibaren uygulanan din, milliyetçilik, etnik kimlik, cinsellik, ahlâk, vb, konulardaki kişiliği ipotek atına alır yaklaşımlardan, kişilik vesayetine de karşı çıkmalıdır diye düşünüyorum.

Daha ne diyeyim bilmiyorum…

Alpar Sargın - 23 Şubat 2010 (21:09)

Haddim olmayarak bir öneride bulunacağım.

Bu sayfadaki yazının bittiği / yorumların başladığı yeri bulup ekranın tam ortasına getirin. Sonra da sağ taraftaki kaydırma çubuğunun üst tarafındaki boşlukla alt tarafındaki boşluğu kıyaslayın.

Ortaya çıkacak oran ben bunları yazarken, 1/ 6 cıvarında idi.

Yorumlardaki harf sınırı 2000 karakter ve neredeyse tüm yorumcular bu limiti sonuna kadar kullanıyor. Hem de öyle paldır küldür yalapşap değil, her biri bir makale yoğunluğunda ve bir o kadar da özenli ve zarif bir anlatımla.

Gurur verici. Tüm samimiyetimle söylüyorum, bu ve diğer sayfalardaki her bir yorum, "benim" diyen yayın organına başyazı olabilecek derinlik ve çapta.

Bunun için teveccüh gösterip düşüncelerini Derkenar'a yazan tüm yorumcuları -hangi fikirde olurlarsa olsunlar, ayrım gözetmeksizin- kutluyor ve "küçük" bir fikir ayrılığından bile bu kadar üretken bir tartışma çıkarabilen sizlerin, bu birikimlerinizi bölük pörçük parçalar halinde anlatmak yerine, üşenmeyip yazıya dökmenizi öneriyorum.

Bundan hepimizin manen kazançlı çıkacağından kuşkum yok. Hem böylece, sizin ne düşündüğünüzü merak eden insanlar, yazılarınızın altındaki listeyi tıklayarak, fikriyatınızı topluca okuyup anlayabilir.

Büdütör - 23 Şubat 2010 (22:34)

İran İslâm devrimi Amerika olmadan olabilir miydi? "Olamaz" cevabından gidersek Amerikan düşmanı bir İran nasıl oldu?

Fani insanlar Amerikalı bile olsa demek ki her şeyi hesap edemiyorlar. Türkiye'ye gelirsek, 70'lerde meydanları dolduran insan kalabalığı, Karaoğlan ile yükselen sol, denize dökülen coniler, yakılan Amerikan büyükelçi arabaları ve yirmi, otuz yıl sonrası geldiğimiz yer. Tamamıyla planlı, hesaplı, satır satır uygulanmış bir stratejinin getirdiği yerdeyiz. Peki 1 Mart tezkeresi? Fani insanlar Amerikalı da olsa her istedikleri kabul olunmuyor Mevlâdan.

Devlette görev almakla ilgili sizden farklı düşünüyorum. Şu anda eşinin başı açık olanlar, kimseye biat etmeyenler, cemaate dahil olmayanlar dışarıda tutuluyor, yani cezalandırılıyorlar. Liyakat kamuda hiç bir zaman olmadı ama şimdi de hiç bir şekilde buna özen gösteren yok. Yılmaz Özdil'in bu konuda güzel bir yazısı vardı geçenlerde.

Türkiye'de yaşanan İslâmî yaşam meselesinin samimi olmadığını düşünüyorum. Sadece kavramlar değişti. Eskiden mason olmaya çalışanlar, güce tapanlar, iktidar yalakası olanlar şimdi sakal bırakıp, türban takıyorlar. Tüm kavganın nedeni "güç" ve "iktidar". Hocanın fıkrasında olduğu gibi yani:" Ver şu kaşığı da birazda biz ölelim."

İlker Gökçen - 23 Şubat 2010 (23:19)

Mersin'de CHP'li kadınlar kara çarşaf yırtmış. Yüzlerindeki o ifadeyi gördükten sonra; kadının okumuş, Kemalist ve de CHP'li olanından korkarım doğrusu. Mazallah yanlış bir lâf edersin de ağzını "caaart" diye yırtıveririler adamın. (:

Fersan Cevriye - 5 Mart 2010 (11:21)

12 Eylül anayasa revizyonu Kürtlere yeni bir şey sunmuyor. Kürtler bir sopaya diğerini yeğlemekle yine zaman kaybedecekler. Askerin damgasını vurduğu rejimin Kürtlere yaptığını, İslâm'ın rengini vuracağı bir rejimden beklememek saflık olacaktır. İran Müslüman molla rejimi Kürtlere ne verdi? AKP de orduyu denetim altına aldıktan sonra aynen onların yaptığını yapacaktır. Böylece cellâtların ünüforması değişiyor, kara gözlüklü general yerini, türbani ünüforma taşıyan cellada bırakıyor!

Kürt halkının, AKP etrafında kümelenen Türk islâm sentezcilerinin mutlak hakimiyetininin tesisi için hazırlanan bu anayasa revizyonundan bir çıkarı yoktur. Kürt halkı kendi bağımsızlığı için ayağa kalkmalıdır.

Shilan - 10 Ağustos 2010 (16:32)

Çorlu'daki evi ve damı dahi olmayan roman'larda bağımsızlığı için ayağa kalksın. Maşukiye'deki abazalar ve gürcü'lerde bağımsızlıkları için ayağa kalksın. Ama Diyarbakır'daki, Hakkâri'deki, Karsta bulunan kürtler onar onar doğurup oturdukları yerde otursunlar. Her bir tosun doğduğunda" nerede lann bu devlet" diye ortalığı inletsinler. Televizyona çıkan ve kendine kürt aydını diyen (ne demekse?) kişiler İngiltere ve Ira örneği vermeye devam etsinler. (İnsan biraz utanır di mi?)

Diğer yandan İstanbul'da günde milyon dolar kazanan kürtler ise "ben aslında Fenerbahçe'de doğdum" diyerek paraları memleketlerine yatırmak yerine şapur şupur yesinler. Bir Allah'ın kuluda çıkıp şu Diyarbakır'daki kürt vatandaşlarımıza sormuyor ki" Birader ayağına ayakkabı, başına dam, çocuğuna öğretmen, sofrana aş mı istersin? Yoksa federetif çözüm, liberal dünya, çoğulcu özgürlük, seçilme-seçme hakkı dayasak sana nasıl olur?)

Sabırla bekliyorum ama nafile.

İlker Gökçen - 11 Ağustos 2010 (23:32)

Ha şöyle… Hay fikrinize, zikrinize, derin analiz yeteneğinize sağlık sayın İlker Gökçen. Yaptınız tahlili okuyunca irfanımız arttı valla. Genelkurmay'ın analistleri bile bu kadar derin bir tahlil yapamazdı bence.

Ne dersiniz, bu kadir kıymet bilmez, vatana-millete ihanet etmeye teşne bu cahil ve kara kalabalığın hepsini birden dehleyelim mi memleketten?

Kâmuran Kızlak - 12 Ağustos 2010 (12:02)

Kürtlerin her şeyi devletten beklemesi konusunda bir iki şey söylemek isterim. Muhtelif kesimlerce sıklıkla dile getirilen bu argümanın gerisinde sanırım tembel ve nankör bir halk olarak görülmek istenen Kürtlerin, devletin onca çabasına rağmen bir milim ilerlememiş olmalarının baş sorumluluğunun yine kendilerine ait olduğu düşüncesi yatıyor.

Milyonlarla ifade edilen koca bir insan topluluğuna sıfat yakıştırmak ne derece doğrudur bilmiyorum ama var sayalım ki öyledir. Bu insanlar tembel ve kadir bilmez bir tabiata sahiptirler. Peki devletin on yıllardır bu insanların tepesinde topuz sallandırmasını, astığı astık kestiği kestik hallerini, kendi izni olmadan o bölgede bir sinek uçmasına dahi izin vermemesini nereye koyacağız?

Sürekli kocasından dayak yiyen bir kadının bir zaman sonra her bir şeyi kocasından beklemeye başlaması gibi bu insanların (bazılarının) ekeceği tohumu bile devletten istemesi kişilikle ve karakterle açıklanabilecek bir durum mudur yoksa bir patolojiye mi işaret eder?

Yalçın Şahin - 12 Ağustos 2010 (18:00)

Kâmuran Bey beni alaya almış. Yalçın Bey daha detaylı bir tahlille "genelleme yapmak bizi doğruya götürmez" demiş.

Konuyu önemsediğim için fikrimi anlatmaya devam edeceğim. Ben Hakkârili iki kız ile Diyarbakır'lı bir oğlana eğitimlerine katkı için yardım ediyorum. Onları "kardeşini seç" kampanyasında buldum, elliye yakın mektup ve orada yazanlar benim için değerlidir. Bilinsin isterimki kimseden bir şey istemeden bir sivil insiyatif olarak başlayan "kardeşini seç" kampanyası ilginç bir şekilde engellendi. Organizasyonun önderi Cengiz Bey uğraştığı sorunların yüzleri bulduğunu söylüyor.

Demem o ki, neden bir eleştiri getirince "hepsini kovalım di mi? Seni faşist!" yörüngesine giriyor bu işler. Kâmuran Bey'in yazılarını zevkle okurum ayrıca kıvrak bir zekâ ve güzel bir yüreğe sahiptir. Ben ısrarla diyorum ki iki yüzlülüğün, aldatmanın, kandırmacanın daniskası şu "kürt açılımıdır"

Geçenlerde Yılmaz Erdoğan'a "siz bir kürt sanatçı olarak bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?" diye sorulunca "şimdi siz bana kürt deyince şöyle bir irkildim açıkcası" dedi. Ben orada yaşayan kavruk çocuklara ve günahsız insanlara gönülden bağlıyım kuşkunuz olmasın. Ama üç, beş Amerikan etki ajanının peydahladığı şu beyin fırtınası uygulamalarına da bu kadar kanmayalım. Sadece doğuda değil tüm yurt sathında şu EĞİTİM işini ıskaladık kabul edelim. İki tane ebe, üç tane öğretmen, dört tane uzman çavuş gönderince her şeyi yaptık demekte safdilliğin başı zaten. Gaffar Okan'ı anlayabilseydik çok şeyi anlatabilirdik ama herkes üç maymunu oynamakta ısrarlı.

Yalçın Bey ile hemfikirim bu konuda genelleme götürmez. Ama açlığın, cahilliğin, fukaralığın kol gezdiği topraklarda bu kadar lâf kalabalığı, bu kadar demokrasi havariliği de can sıkıyor doğrusu. Kürtler ayağa kalkıp haklarını alacakmış! Niğde'nin köyünden bana mektup yazan bir öksüz Ömer var. Pul parası yok mektup yollayacak. Birileri ona da desin nasıl ayağa kalkacak?

İlker Gökçen - 12 Ağustos 2010 (23:35)

Sevgili İlker Gökçen, bence sadece bir tek kişi tarafından alaya alındığınız için sevinmelisiniz. Bu aslında Derkenar'daki nezaket ortamının bir göstergesidir.

Yorumunuzda "konuyu önemsediğim için fikrimi anlatmaya devam edeceğim" diyorsunuz. Tabii ki, edin. Burada sansür yok. Nefret suçu kapsamına girmemek kaydıyla, önemsediğiniz her konuda fikrinizi beyan edebilirsiniz.

Ama lütfen anadilinizi hiç değilse bir ilkokul mezununun düzeyinde kullanmayı da önemseyin. Yazdığınız her yorumda -zihinsel savrukluğu bir yana bırakırsak- o kadar çok imlâ ve kelime yanlışı oluyor ki, onları düzeltmek için ciddi bir zaman harcıyorum. Ve benim bu titizliğimi kötüye kullandığınız için, her seferinde size biraz daha kızıyorum.

O nedenle, siz değerli İlker kardeşimden şu bir tek şeyi -bu kez alenen- rica etmek zorundayım:

ÖZEN.

Eğer bu konuda yetersiz kaldığınızın bilincindeyseniz ve eğer kendinizi geliştirmek gibi bir niyetiniz varsa, bana adresinizi gönderin, ben de size özel bir "kardeşini seç" kampanyası dahilinde dilbilgisi kitabı göndereyim.

Büdütör - 13 Ağustos 2010 (10:57)

İlker Bey, açılım denen şey, "fos çıktı" diye diye bu hale geldi. Daha ilk günden "Hani içi boş!" demekten başka bir şey yapmayan bir linç kalabalığı yığıldı önüne. Sanki birileri çıkıp açık açık "ne yapılması gerektiğini" onlara anlatsa sopaları tepesine indirmeyeceklermiş gibi.

Doğrusu ben de açılımın bir zaman sonra iyice siyaset kokmaya başladığını düşündüm. Ama bu yine de önemli ve bu güne kadar görülmemiş bir adımdı. En hazin olan şey de dediğim gibi, içi boş diye yakınanların genelinin aslında derdinin içinin doldurulması değil, savaşın ve ölümlerin hızının artarak devam etmesiydi.

Bahsettiğiniz sorunlar (açlık, cahillik) her yerde var. Gündeydoğu'da biraz daha fazla var. Her yerde olmayan şey ise zorla bir kültür ve kimlik dayatma durumu. İsterseniz tuzu kuru bir lâf kalabalığı olarak görün ama elinizi attığınız her şeyde ille de Türklüğe ve Türk olmaya vurgu yapılan bir coğrafyada, bundan kendilerini Türk olarak görmeyenlerin -ki değiller- rahatsız olmasını anlamak gerekiyor. Şahsen ben bile bir Türk olarak bundan rahatsız oluyorum.

Milliyetçilik illet bir hastalık. Ve ondan beslenen eylemler hiç bir zaman hayra hizmet etmiyor. Bu Kürtler için de geçerli. Öte yandan teknik bir tanımlamadan öteye gitmemesi gereken devlet ve ülke kavramları maalesef Türkiye'de ve dünyanın birçok yerinde koyu milliyetçi bir ideolojiyle yoğrulmuş durumda. Aynı hassasiyeti kendi kökeni konusunda gösteren ve o devlet tarafından köşeye sıkıştırıldığını düşünen bir grup insanın baş kaldırması mıdır bütün sorunların kaynağı?

Doğası gereği epidemi haline gelmiş bu hastalığın ortadan kaldırılması da ayrı bir paradoks. Bu eğitimle ya da devlet politikasıyla olacak bir iş değil, ki Türkiye'de eğitimin seksen yılda bu konuda yaptıkları ortada. Şahısların bir araya gelip kendilerini karşı tarafla kardeş ilân etmesi ise sadece bir komediden ibaret. İyi niyetinizden şüphem yok ama, tanımadığınız insanla niye kardeş olasınız? İlişkilerimizin, komşumuz, arkadaşımız, alışveriş yaptığımız bakkalla sınırlı olduğunu bilsek biraz daha ayaklarımız yere basmış olmaz mi?

Yalçın Şahin - 13 Ağustos 2010 (12:51)

Değerli Yalçın bey, Ben aslında sizlerle bir özelimi paylaştım. Benimkime, ne yaptığımı en yakınlarım bile bilmez. Sayın Kızlak'ın "hepsini kovalım o zaman" genellemesine karşılık benim bu insanlarla genel bir önyargım ve derdimin olmadığını hayatımdan bir kesitle anlatmaya çalıştım. Yazdıklarım bazılarına komik gelebilir, grameri bozuk olabilir ama tüm köşebaşları tutulmuşken, televizyonlar hızlandırılmış eğitim almış satılık kalemşörlerle doluyken bu mecrada konuşanların söylediği (her kim olursa olsun) önemlidir diye düşünüyorum. Bunun en güzel örneği Oda Tv'dir. Yazı yazan yazarlarda, konuya katılan yorumcularda düşüncelerini dilediği gibi yazarlar. Haa şu konu başka; benim eleştirdiğim görüşün sahibi beni eleştirebilir ama başka yerlerden yorumculara daha özenli davranılması görüşündeyim.

Açılım konusuna gelince. Şimdi bize diyorlar ki:" Bu ülkenin şerrinden bıkan 10. 000 genç dağa çıktı. Dağda otla, yılanla yaşadı; silâhı yoktu demirden tüfek yaptı. Yıllarca dağda kaldı, hiç paraya ihtiyaçları olmadı. İtalyan malı mayın, rus keleş, alman botlar gökten birden kafalarına yağdı. Amerikanın derdi çok olduğu için bunlarla baş edemedi, bunlar Irağa yerleşti. Üniformaları oldu, son model cipleri oldu, kampları oldu; Avrupa'da haraç, uyuşturucu işleri ellerine geçti Avrupa bunlarla baş edemedi, pes etti.

Ben diyorum ki Allah aşkına! Bu nasıl bir yalana dolanmaktır. İnsan çocuğunun öğretmenini, köyü koruyan askeri, namusunu koruyan polisi, yol yapan işçiyi öldürür mü yaa? Hem bu bölgede yaşayıp elektrik, su, vergi vermeyen insanlar kavrukta diğer şehirlerde ramazan kolisi alacağım diyerek birbirini ezen; roman, gürcü, abaza, türk, laz ezilmiş, fakir çoğunluklar ezilmiş değil mi? Bu tezgâhın kime, nasıl hizmet ettiğini niye anlatmıyor anlı şanlı gazetecilerimiz.

Necdey bey, sizden son ricam şudur ki bu yazıyı tüm imlâ hataları ile yayımlayınız. Arz ederim.

İlker Gökçen - 14 Ağustos 2010 (01:25)

diYorum

 

Vahap Demir neler yazdı?

59
Derkenar'da     Google'da   ARA