Patronsuz Medya

Hiç kimse yüreğinden öptü mü seni?

Ümran Davran - 17 Mart 2002  


Onun adına sevinerek, kendi adıma korkarak beklediğim an gelmişti sonunda; Arif Abi gidiyordu!

Geçen ay, dördüncü kalp krizini- ona göre gazdı- geçirdiğinde bahsetmişti gerçi emeklilik işlemlerine başladığını, ama bu kadar çabuk sonuçlanacağını düşünmemiştim açıkçası!"

"Her yoklayan ağrı vücudunuzdan bir şeyler alıp götürüyor Arif Abi. Farkında değil misiniz, giderek sıklaşıyor bu ağrılar?" dememe rağmen, yine "olmaz" diye tutturmuştu. "Ölürüm de gene gitmem hastaneye. Hastane köşelerinde ölmek istemiyorum. Sen biliyorsun kızım durumu. Sonra bütün köy duyar da, rezil-i rüsva olurum maazallah!"

Gülerek eklemişti: "Acı patlıcanı kırağı çalmaz kızım merak etme, bana bir şeycikler olmaz. Hem Almanya'dan dönünce köyde yapacak çok işim var daha."

Daha sonra katıla katıla gülmeye başlamış; "Ne dedim ben! Kendim bile inandım yahu Almanya'da olduğuma!"

Ben de dayanamayıp gülmeye başlamış ve ikna çabalarım da güme gitmişti böylece!

Hep böyle yapardı zaten! Her defasında aynı numara! Ustaca bir manevrayla konuyu alır melon şapkasının içine sokar, birkaç saniye sonra elini sokup çıkardığında ise konu değişmiş ve bambaşka bir konu olmuş olarak çıkardı.

Yine öyle olmuştu.

"Ha! Sana köye nasıl su getirdiğimi anlatmış mıydım? Yok yok, anlatmadım, eminim. Dinle bak! Köyde su yoktu; evlerde yani. Demirçay, köyün yanıbaşından güldür güldür akardı da, kedi ciğere bakar gibi bakardık öylece. Düşündüm uzun uzun; nasıl ederim de Demirçay'a zincir vurup evlere sokarım diye. Sonunda buldum! Demirçay deli! Sokamazsın öyle eve barka! Kollarından biri bizim köyden akıp geçiyordu. Ayrıca akıllı usluydu da. Önce uygun yer aradım suyu depolamak için. Yeri buldum; köyün sırtını dayadığı dağ uygundu. Sıra işe başlamak için gerekli parayı toparlamaya geldi. Bütün köyü topladım kahveye ve anlattım kafamdakini. Herkesin aklına yattı. Yani babam hariç! Babamın aklı yatmadı bi tek.

Çünkü dere bizim tarlaların tam ortasından geçiyordu. Babam da bolca kavak dikmişti her iki kıyısına. Suyun kesilecek olması çıldırttı babamı. Kavaklarım diyordu başka bir şey demiyordu. Annem ise, başlarım senin kavaklarına, evimde su isterim, deyip zıvanadan çıkartıyordu babamı. Üçümüz de birbirimize girmiştik anlayacağın. Uzun uzun anlattım babama. Baktım ikna olacağı yok. Kaptım baltayı doğru kavaklığa; başladım kavakları devirmeye bir bir…"

Öyle kaptırmışım ki kendimi elimde olmadan "eyvah!" diye bağırdım.

O, devam etti" Eyvah ki ne eyvah! Daha üçüncü kavağı deviremeden babam, elinde av tüfeğiyle geliverdi. Vuramaz dedim, hesapta tek erkek evlâdıyız ya! Aklımsıra kıyamaz diye düşünüyorum.

Heyecanla; "Kıydı mı yoksa?" diye sordum.

İlk atışında tutturamadı hedefi ama ikincisinde tam baldırımdan vurdu! Köylü yetişip de elinden almayaydı tüfeği kimbilir şimdi kaç tür böcek mesken tutmuştu iskeletimi. Ama yılmadım. İyileşir iyileşmez, dikildim karşısına. Bu iş sen istesen de istemesen de olacak, iyisi mi güzellikle olsun dedim. Sen iki katılım payı öde, hem eve hem de kavaklığa tesisat çekeyim, dedim.

"Kabul etti mi peki?"

"Bağırmayı kesti lâfım bitince. Sustuğu zaman düşünüyordur kesin! Hoş, çok az susar ya! Tamam, dedi sonra"

İkimiz de aynı anda katıla katıla gülmeye başladık.

"Hadi, git yat artık!" dedi.

Birden kendime geldim. "Ağrın?" dedim.

"Söylüyorum hep inanmıyorsun gaz diye. Bir iki yellendim bişeyim kalmadı. Hadi hadi git yat da ben de uyuyayım!"

Arif Abi hayatımda tanıdığım en ilginç insandı. Yirmi yıl önce köyünden kalkıp Almanya' ya çalışmaya gitmiş ama orda yapamamış, köyüne gerisin geri dönmeyi de kendine yedirememiş, gelip İstanbul'a yerleşmiş ve bir kasap dükkânı açmıştı. Anası babası dahil köydeki herkes onu Almanya'da sanıyordu. Almanya'daki bir arkadaşına mektup ve para yollardı sık sık. Arkadaşı da Çaycuma'daki ailesine yollardı Arif Abi'nin yolladıklarını.

"Neden diye sormuştum ilk öğrendiğimde.

"Beceremedi dedirtmem kendime" demişti.

Aklım almamıştı bir türlü. Almanya'ya gidip de orda yapamayan, barınamayan tek insan o değildi ki. Pek çok insan yapamadı geri döndü. Aklımdan geçenleri ona aktardığımda ise;

"Yıkılırlar duyarlarsa" demişti. "Ne umutlarla yolladılar beni Almanya'ya. Babam, harman yerindeki tarlayı sattıydı beni Almanya' ya gönderebilmek için. Ne zaman emekli olurum o zaman dönerim ancak köye; Almanya'dan dönüyormuş gibi." demişti. Ve her zamanki gibi konuyu değiştirmek için eklemişti: "Sana köyün gençlerini kahveden nasıl kurtardığımı anlattım mı?

Dinle hele. Köyde benim akranlarım bütün gün kahvede vakit öldürüyorlardı. Hiç birinin işte güçte gönlü yok! Sanki üstlerine ölü toprağı serpilmiş gibi, sıkıntıdan oflayıp puflayarak, akşama kadar al papazı ver kızı. Akşam oldu mu da doğru meyhaneye. Gittikleri gibi döndükleri de vaki değil. Her defasında mutlaka birkaç fire veriyorlar. Gruptan ayrılan evin yolunu bulamıyor bir daha.

Baktım olacak gibi değil. Gittim caminin hocasına. Öyle uzun uzadıya konuşmadım. "Bak hocam," dedim, "gençlerin halini görüyorsun köyde."

"Görüyorum," dedi üzgün üzgün.

"Neden yardımcı olmuyorsun onlara?" diye sordum.

"Camiye gelmiyorlar ki" dedi.

"Onlar sana gelmiyorsa sen onlara gideceksin hocam," dedim.

İlkten şaşırdı hoca. "Senin vazifen doğruyu eğriyi anlatmak değil mi?" dedim; "evet" dedi. "Doğruyu eğriyi öğretmenin mekânı olur mu, dedim" olmaz," dedi. Bir süre düşündükten sonra; "olmaz," dedi. "O zaman yürü bakalım kahveye gidiyoruz," dedim.

Neyse uzatmayım, hoca namaz vakitlerinin dışındaki tüm zamanını kahvede geçirir oldu. Sonunda bizim delikanlılar kahveden birer ikişer eksilmeye başladılar. İş güç sahibi oldular. Olan bizim hocaya oldu. Kâğıt oynayacak kimse bulamaz oldu kahvede.

Sonunda dönüyordu memleketine Arif Abi. Almanya'dan dönüyormuş gibi. Onu geçirmeye gelmemi yasaklamıştı. "Dayanamam, gidemem" demişti. Haklıydı aslında, onu geçirmeye gitseydim, dayanamam yollamazdım ben de.

Toplanmasına yardım etmek için yanına giderken ona yazdığım bir Hatt'ı armağan olarak vermiştim. Osmanlıca bilirdi. Hatt'ta Osmanlıca olarak; "hiç kimse yüreğinden öptü mü seni? Ben öpüyorum" yazmıştım.Gözleri dolmuştu ne olduğunu bilmediği armağanımı alırken. Ve son defa konuyu değiştirmek için; "sana define maceramızı anlatmadım değil mi?" demişti ve cevabımı beklemeden de başlamıştı anlatmaya:

"Köyde bir komşumuz vardı; öteyanın Mustafa emmi adında kendi halinde bir ihtiyar! Bi başına yaşardı öteyanın Mustafa Emmi. Benim askere gideceğim yıldı, düşüp bacağını kırdıydı. İçi içini yemeye başladı bahara doğru; bağ bahçe nasıl bellenecek, nasıl ekilip biçilecek, diye.

Düşündüm taşındım. Benim de yalnız başıma altından kalkacağım bi halt değil. Sonunda buldum çaresini. Anamın dolabın üstüne serip de unuttuğu ambalaj kağıdını aldım ordan bi güzel. Dura dura yıpranmış, sararmıştı zaten. Mürekkepli kalemle üstüne, öteyanın Mustafa emmi'nin tarlasında bulunan kuyuyu, ceviz ağacını çizdim. Birbirine zıt üç köşesine de birer çarpı işareti koydum. Az biraz ıslatınca kağıdı, yazılar da silikleşti. Sonra ben Düriye Teyze'ye, Düriye Teyze de tüm köye duyurdu; "Arif bi define haritası bulmuş!" diye. Düriye Teyze ayaklı radyo gibidir ha! Anlayacağın, bizim öteyanın Mustafa emmi'nin tarlası bir güzel bellenmiş oldu define meraklısı köylüler tarafından."

Katıla katıla gülmüştü Arif Abi!

Kimbilir, belki de hep bu gülüşünü hatırlamamı istemişti!

diYorum

 

51
Derkenar'da     Google'da   ARA