Patronsuz Medya

Sırça Fanus

Sylvia Plath - Ocak 1963

Künye - Sylvia Plath, Sırça Fanus, (Ocak 1963'te "Victoria Lucas" takma adıyla yayımlanmış tek romanı), Çeviren: Handan Saraç, Can Yayınları, 5-6-34-35-36-88 ve 89-106-107-109
Gönderen: İlknur Kar  


Garip, boğucu bir yazdı. Rosenberg'leri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz. Ve ben New York'ta ne aradığımı bilmiyordum. İdamlar beni çileden çıkarır. Elektrikli sandalyede idam edilme düşüncesi midemi kaldırır hep. Oysa o aralar gazetelerde okunacak başka bir şey yoktu -her köşe başında ve havası tozla yerfıstığı kokusundan ağırlaşmış her metro çıkışında bana bakıp duran patlak gözlü manşetler dışında hiç bir şey. Benimle bir ilgisi yoktu bunun, ama insanın tüm sinirleri boyunca diri diri yanmasının nasıl olduğunu merak etmekten kendimi alamıyordum.

Herhalde dünyanın en berbat şeyi olmalıydı. New York yeterince berbattı zaten. Daha sabahın dokuzu olmadan, gece nasılsa kente sızmış olan aldatıcı, kırsal ferahlık tatlı bir düşün sonu gibi buharlaşıp gidiyordu. Granit kanyonların dibinde uzanan serap grisi kızgın caddeler güneşte titreşiyor, arabaların tepeleri cızırdıyor, pırıldıyor ve kuru, küllü bir toz gözlerime, boğazıma doluyordu.

Radyoda ve çalıştığım yerde Rosenberg'lerden o kadar çok söz ediliyordu ki sonunda onları kafamdan atamaz oldum. İlk kez bir kadavra gördüğümde de böyle olmuştu. Haftalar boyunca kadavranın kafatası -ya da kafa olarak ne kaldıysa o- kahvaltıda jambonlu yumurtanın arkasında ve kadavrayı görmemin sorumlusu olan Buddy Willard'ın suratının gerisinde dalgalanıp durmuştu. Kısa bir süre sonra da kadavranın kafasını, siyah burunsuz ve sirke kokan bir balon gibi, bir ipin ucunda her yere taşıyormuşum duygusuna kapılmıştım.

0 yaz bende bir gariplik olduğunun farkındaydım. Çünkü Rosenberg'lerden, dolabımda cansız balıklar gibi asılı duran kullanışsız, pahalı giysileri almakla ne denli budalalık ettiğimden ve okulda sevine sevine biriktirdiğim bütün o küçük başarıların Madison caddesi boyunca uzanan yapıların mermer ve cam karışımı şık cephelerinin önünde nasıl sıfıra indiğinden başka bir şey düşünemiyordum.

0ysa hayatımın en parlak günlerini yaşıyor olmam gerekirdi.

Amerika'nın her köşesinde benim gibi binlerce üniversiteli kız bana imreniyor olmalıydı. Bir öğle tatilinde Bloomingdale'den almış olduğum otuz yedi numara rugan ayakkabılar ve onlara uyan siyah rugan kemer ve çantayla salınmaktan başka hiç bir isteği olmayan kızlardı bunlar. Ve onikimizin de çalıştığı dergide resmim çıktığında -kabarık, beyaz bir tül bulutu üzerine oturtulmuş, taklit lame kumaştan bedenimi saran dekolte bir giysi içinde, çevremdeki Amerikan yapılı genç adamlarla birlikte, yıldızlı bir terasta martini içerken çekilmiş bir resimdi bu- herkes mutlaka çılgınca eğleniyor olduğumu düşünecekti.

Bakın bu ülkede neler olabiliyor diyeceklerdi. Ondokuz yıl boyunca adı sanı duyulmamış bir kasabada yaşayan bir genç kız, bir dergi parası bile alamayacak kadar yoksulken üniversiteye bir burs kazanıyor ve bir ödül, bir ödül derken, sonunda New York'u, özel arabasıymışcasına rahat rahat idare ederken buluyor kendini.

Oysa benim hiç bir şeyi idare ettiğim yoktu, kendimi bile. Yalnızca otelden işe ve partilere, partilerden otele ve sonra yine işe, duygusuz bir troleybüs gibi yalpalayıp duruyordum. Sanırım kızların çoğu gibi coşku içinde olmam gerekiyordu, ama hiç bir tepki göstermek gelmiyordu içimden. Tıpkı bir hortumun merkezindeki nokta gibi durgun ve bomboş, çevremdeki hayhuyun içinde yuvarlanıp gidiyordum.

* * *

Saat on sularında silik bir gölge gibi büroya girdiğimde Jay Cee ayağa kalktı ve masanın çevresinden dolanarak gidip kapıyı kapattı. Ben daktilo masamın önündeki döner sandalyeye yüzüm ona dönük olarak oturdum. O da tam karşıma, masanın gerisindeki döner sandalyeye oturdu. Penceresindeki raflar dolusu saksı bitkisi tropikal bir bahçe gibi fışkırıyordu arkasında.

"İşin sana ilginç gelmiyor mu Esther?" Elbette geliyor, "dedim. "Çok İlginç geliyor." Bu sözleri haykırmak geliyordu içimden. Sanki o zaman daha inandırıcı olacaklardı. Ama kendimi tuttum.

Hayatım boyunca, okumak, yazmak, deli gibi çalışmaktan başka bir şey istemediğimi söyleyip durmuştum kendime. Gerçekten de öyle gibiydi. Her şeyde yeterince başarılıydım ve hep en yüksek notları alıyordum. Üniversiteye geldiğimde artık kimse durduramazdı beni.

Kasaba gazetesinin üniversite muhabirliğini, edebiyat dergisinin editörlüğünü, akademik ve sosyal suç ve cezalarla uğraşan Onur Komitesinin sekreterliğini yapıyordum. Bu sonuncusu popüler bir görevdi. Tanınmış bir kadın ozan ve fakültedeki bir profesör, doğunun en büyük üniversitelerinde doktora yapmam için destekliyorlardı beni. Burslar vaadediliyordu. İşte şimdi de entellektüel bir moda dergisinin en iyi editörünün yanında staj görüyordum. Ve yürümemekte direnen ağır bir dolap beygiri gibi duralayıp duruyordum.

"Her şeyi son derece ilginç buluyorum." Sözcükler Jay Cee'nin masasına tahta paralar gibi boş bir tıngırtıyla döküldüler.

Jay Cee biraz sabırsızca, "Buna sevindim, "dedi. "Kollarını sıvarsan bir ayda dergide çok şey öğrenebilirsin. Senden önce burada çalışan kız moda gösterileriyle filân ilgilenmedi. Ve bürodan doğruca Time dergisine gitti.

"Aman Tanrım!" dedim aynı ölgün sesle. "Çok hızlıymış doğrusu!" Jay Cee hafiften yumuşayarak, "Aslında okulda bir yılın daha var senin, "dedi." Okulu bitirince ne yapmayı düşünüyorsun?"

Hep sanırdım ki bütün düşüncem iyi bir doktora bursu almak ya daAvrupa'da öğrenim yapma olanağı bulmak, sonra da bir profesör olup şiir kitapları yazmak ya daşiir kitapları okumak ya daşiir kitapları yazıp bir çeşit editör olmaktı. Genellikle bu planlar dilimin ucunda olurdu.

"Aslında pek bilemiyorum, "dediğimi duydum. Bunu söylediğimi duyar duymaz da derin bir şokla sarsıldım. Çünkü söylediğim anda bunun gerçek olduğunu fark etmiştim.

Sanki evimizin çevresinde epeydir dolanıp duran ne idüğü belirsiz bir kimse bir gün birden karşıma çıkıp gerçek babam olduğu söylemişti;bana öylesine benziyordu ki, gerçekten babam olduğunu hissetmiş ve tüm yaşamım boyunca babam olduğunu sandığım kişinin bir sahtekâr olduğunu anlamıştım.

* * *

Bir defasında Buddy'e uğradığımda Bayan Willard'ı kocasının eski giysilerinden kestiği yün şeritlerden bir yaygı örerken bulmuştum. Ortaya çıkan kumlu kahveli, yeşilli, mavili desenlere hayran olmuştum. Ne var ki Bayan Willard yaygıyı bitirdiğinde onu benim düşündüğüm gibi duvara asacağına mutfak paspası olarak yere sermiş ve o canım yaygı birkaç gün içinde kirlenip donuklaşarak süpermarketten bir dolardan ucuza alınabilecek herhangi bir paspastan farksız bir hale gelmişti.

Ve biliyorum ki bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve restoranlarda yedirdiği akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının Bayan Willard'ın mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi.

Benim annem de babamla Reno'da balayına çıkarken -babam daha önce de evlenmiş olduğundan boşanması gerekiyordu- babamın "Ohh çok şükür, artık rol yapmaktan vazgeçip gerçek kişiliğimize dönebiliz, "dediğini anlatmamış mıydı? Ve o günden sonra annem bir dakika olsun rahat yüzü görmemişti.

* * *

Makul bir aradan sonra Jay Cee bir kucak dolusu öykü taslağıyla rüzgâr gibi içeri girdi.

"Bunlar seni eğlendirir, "dedi. "İyi okumalar." Her sabah öykü editörünün odasındaki tozdan grileşmiş yığınlar kar beyazı yeni yazılarla çığ gibi kabarırdı. Amerika'nın her köşesinde, çalışma odalarında, tavan aralarında, sınıflarda, insanlar gizlice yazıyor olmalıydı. Sözgelimi her dakika bir kişi bir yazı bitiriyor olsa, beş dakika içinde öykü editörlerinin masasının üzerine beş öykü yığılıveriyordu. Bir saatte birbirlerini masadan yere itip duran altmış öykü birikiyordu. Ve bir yılda…

Havada, sağ üst köşesinde daktiloyla Esther Greenwood yazılı hayali bir kâğıdın uçtuğunu görüp gülümsedim. Dergide geçirdiğim bir aydan sonra yaz okulunda verilen bir dersi izlemek için başvurmuştum. Bu ders ünlü bir yazar tarafından veriliyordu. Ve yazar, gönderdiğiniz bir öykü taslağını okuduktan sonra sizi sınıfına kabul edip etmeyeceğini bildiriyordu.

Kuşkusuz çok az kişi olacaktı sınıfta. Ben de öykümü uzun bir süre önce göndermiş ve henüz yazardan bir yanıt almamıştım. Ama döndüğümde kabul mektubunu evdeki posta masasının üzerinde bulacağımdan kuşkum yoktu.

Bu derste yazacağım öykülerden birkaçını takma bir adla dergiye gönderip Jay Cee'yi şaşırtmaya karar verdim. Bir gün Öykü Editörü, Jay Cee'nin odasına gelip öyküleri masasının üzerine bırakacak ve, "Burada her günkilerden bir gömlek üstün bir şeyler var, "diyecekti. Jay Cee de bu görüşü paylaşıp öyküleri kabul edecek ve öykülerin yazarını yemeğe çağıracaktı. O zaman beni bulacaktı karşısında.

* * *

Annem minnettar olmam gerektiğini söylüyordu. Parasının hemen hepsini tükettiğimi ve bayan Guina imdada yetişmese, şu anda nerede olacağımı bilmediğini söylüyordu. Oysa ben pekalâ da biliyordum bunu. Kentin dışında, bu özel kliniğin hemen yanı başındaki büyük devlet hastanesinde olacaktım.

Bayan Guinea'ya minnettar olmam gerektiğini biliyordum, ama hiç bir şey hissedemiyordum. Bayan Guinea bana bir Avrupa ya dadünya turu bileti vermiş olsaydı da zerrece fark etmeyecekti. Çünkü nerede olusam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris'te bir sokak kahvesinde ya daBangkok'da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.

Gökyüzünün mavi kubbesi ırmağın üzerinde açılıyordu. Irmak yelkenlilerle benek benekti. Davrandım, ama annem de, erkek kardeşim de derhal kendi yanlarındaki kapıyı tuttular. Lastikler köprünün ızgarası üzerinde kısaca vızıldadı. Su, yelkenler, mavi gök ve havada asılı duran martılar, inanılmaz bir kartpostal gibi hızla kayıp geçti ve bir anda kendimizi öbür kıyıda bulduk.

Gri kadife koltuğa yaslanıp gözlerimi kapadım. Sırça fanusun havası çevremi sarmıştı, kımıldayamıyordum.

diYorum

 

70
Derkenar'da     Google'da   ARA