Patronsuz Medya

Okur Yazar

Sinem Hürmeydan - 12 Kasım 2013  


Çocukken, evimizin en sevdiğim bölümü, babamın yıllar içinde okuyarak biriktirdiği ve bana o zamanlar dünyanın en büyük kütüphanesi gibi görünen koyu meşe rengi kitaplığımızdı.

Gerçekten de babamın naçizane kütüphanesi; dönem kitapları, dünya klâsikleri, Türk roman ve öykülerinden oluşan ve çocukluk ile ilk gençlik dönemimde "ne okusam?" sorusuna kolaylıkla yanıt bulmamı sağlayan müstakil bir hazineydi benim için.

Yaz tatillerinde, bu kitaplık üzerinden kendime sürekli iş çıkarırdım. Meselâ bir gün bütün kitapları raflarından indirir, hafif nemli bezlerle tozlarını alır, kurular ve yerlerine koyardım. Bir başka gün, kitapları kendi içlerinde konularına ve yazarlarına göre tasnif eder, sonra her kitaba bir numara vererek bir kitaplık listesi hazırlardım. Yani kitapları okumayı sevdiğim kadar, onlara dokunmayı, sayfalarını karıştırmayı, kimi eskimiş sayfalarını koklamayı, ciltleri eskiyenleri onarmayı da bir o kadar severdim.

Bazen de kendimi; tavanı çok yüksek, duvarları kitaplarla örülü, eski ve büyük bir odada kitaplara kaptırmış bütün gün okur, okuduklarımdan notlar çıkarır, tekrar okunası satırların altlarını çizerken hayal ederdim.

Yıllar geçtikçe kitaplara olan tutkum artmaya devam etti. Kitapçılarda ve tozlu raflarıyla sahaflarda geçirdiğim süreler uzadıkça uzadı. Son tahlilde, okumak benim için bir çeşit yaşam biçimi haline geldi.

"Hobilerin nelerdir?" türünden sorulara verdiğim cevaplar arasında "kitap okumak" hiç bir zaman yer almaz. Zira hobi deyince benim aklıma, artık zamanların değerlendirildiği, "olsa da olur, olmasa da" türünden etkinlikler gelir. Oysa okumak, daha doğrusu "okur" olmak, insanı yoğuran, zihnini şekillendiren, hayatının merkezinde yer alan tam zamanlı bir iş gibidir. Okur, kitabı yanında olmaksızın dışarı adım attığında kendini rahatsız hisseder, keza okuma arzusunun nerede peydahlanacağı belli olmaz; otobüste, vapurda, takside, doktor muayenehanesinde, banka kuyruğunda…

Okumak üzerine böylesi bir tefekkür halindeyken geçen gün aklıma düşüverdi. Türkiye'de kaç tane "köşe yazarı" vardır acaba? İnternette biraz incelememe rağmen bu konuda yapılmış bir çalışmaya rastlamadım ama bir konudan eminim ki, Türkiye'deki yazma oranı, okuma oranının bir hayli üzerinde. Okuru rakamlara boğmak değil niyetim ama sadece fikir vermesi açısından paylaşmakta yarar var ki, UNESCO tarafından yapılan araştırmaya göre Avrupa'da kitap okuma oranı yüzde yirmi bir iken Türkiye'de on binde bir düzeyindeymiş.

Bir başka çalışmaya göre ise, Türkiye'de günde ortalama altı saat televizyon izlenmekte, üç saat internette geçirilmekte iken yılda sadece altı saat kitap okunmakta imiş. Ben istatistiklerin yalancısıyım. Bu verilerin güvenilirliği tartışılabilir belki ama yine de yaklaşık bir resim çizmesi açısından faydalı olabilir.

Bu kadar az okurken, bu kadar çok yazan bir ülke olmamız tuhaf bir çelişki değil mi? Zira zihin, okudukça kendi yol haritasını çıkarmaya başlar. Okunan her satır bir geçit olur da, düşünce düşünceyi doğurur. Zihnin haritası şekillendikçe onu bir surete dönüştürme zamanı gelmiş demektir. İşte ancak bu an, gerçek anlamda bir yazma ihtiyacının zuhur ettiği, yazarın adeta kabına sığmayan düşüncelerini, birikimlerini kendiliğinden, taklitsiz, kendine has yorumuyla kâğıda nakşettiği andır.

Bunun dışındaki yazmalar özensiz, birbirinin benzeri ve içi boş bir çığırtkanlığın yazılı halidir. Bu türden sözüm ona yazılarla her gün, elimizin altındaki gazetelerden internet üzerinden yayın yapan dergilere, haber sitelerine kadar her yerde karşılaşıyoruz. Sadece köşe yazılarıyla değil elbette, kitapçıların "en çok satanlar" bölümlerini süsleyen, kapakları cicili bicili, görünce dönüp de bir daha baktırırcasına şaşaalı kitaplarla da keza öyle…

Hal böyle iken, okuduklarına da yazdıklarına da dikkat etmeli insan. Okur ne okuyacağı konusunda seçici olmalı; düşünsel olarak hiç bir şey katmadığı gibi, şu hercai ömrümüzdeki en kıymetlimizden, zamanımızdan çalan yazıları, kitap görünümünde pazarlama harikası metaya dönüştürülmüş kâğıt yığınlarını okumaktan kaçınmalı.

Ve yazmak, kelimelerin savurganca kullanıldığı, aklına her gelenin söylendiği alelâde bir iş olmamalı; bazen kendini doğru anlatan tek cümlenin bile kâğıda dökülmesinin saatler aldığı o sancılı süreçte olduğu gibi kalem kendi kendisini yazana kadar beklemelidir.

diYorum

 

Sinem Hürmeydan neler yazdı?

53
Derkenar'da     Google'da   ARA