Patronsuz Medya

Bir Alman'ın Hikayesi

Sebastian Haffner - 1938

Künye - Sebastian Haffner, Bir Almanın Hikayesi, Hatırladıklarım (1914-1933), sayfa: 176-180, Çeviren: Hulki Demirel, Faşizm İncelemeleri, İletişim Yayınevi, 2018  


Zamanın bir tezahürü olarak kabuğuna çekilmek, her halükârda, daha etraflıca ele almayı gerektirecek kadar akıl çelme potansiyeline sahiptir. 1933'ten beri Almanya'da milyonlarca kez tekrarlanmış psiko-patalojik süreçte payı vardır.

Bilindiği üzere Almanların çoğu bugün, normal bir bakış açısıyla kesenkes ruh hastalığı ya da en azından ağır bir histeri olarak teşhis edilecek bir haletiruhiye içindedir. İşin buralara kadar nasıl gelebildiğini anlamak isterseniz, kendinizi 1933 yazında Nazi olmayan Almanların, yani hâlâ Almanların çoğunluğunun içinde bulunduğu garip duruma koymalı ve bu çoğunluğun kendisini nasıl karşı karşıya hissettiği, tuhaf ve hastalıklı çelişkileri kavramak için gayret göstermelisiniz.

(…)

Nazi olmayı reddedenler berbat bir durumla karşı karşıya kalıyorlardı. Mutlak ve çıkışı olmayan bir umutsuzluk; her gün karşı karşıya kalınan aşağılamalar ve onur kırıcı hareketlere tamamen savunmasız katlanmak; dayanılmaz hadiselere gün be gün çaresiz tanıklık etmek; insanın vatanına olan bağlarının tamamen kopması; tanımsız bir ıstırap. Diğer taraftan bu durumun da kendine has kötü yola sevketme imkânları, bir ayartma potansiyeli vardır; şeytanın çengelini saklayan zahirî teselli ve rahatlama yolları.

Bunlardan biri, özellikle ihtiyarlar tarafından tercih edileni, yanılsamalara kaçış, bu yanılsamaların en sevileni de üstünlük illüzyonuydu. Bu ayartmanın kurbanı olanlar, başlangıçta Nazi devlet yönetim sanatının üzerine de sindiği muhakkak olan amatörlük ve acemiliğe sarılıyorlardı. Bu insanlar her gün, hem kendilerine hem de başka insanlara, işlerin bu şekilde devam etmesinin imkânsız olduğunu ispatlıyorlardı. Her şeyi herkesten daha iyi bilenlerin gülüp geçen tavrı içindeydiler. Bakışlarını hadiselerin çocukça yönüne dikerek şeytanî olanı algılamaktan imtina ediyorlardı; mutlak çaresizlik içindeki teslimiyetlerini, üstün bir konumdan -- gözlem yaparak kendini hadisenin dışında tutmak şeklinde nitelendirerek kendilerini de kandırıyorlardı. (…) Bunlar önce mutlak bir inançla, sonra bilinçli ve ısrarlı bir kendini kandırmayla, aybeay, rejimin önüne geçilemeyecek çöküşünün geldiğini müjdelediler. En feci darbeyi, rejim konsolidasyonunu görünür biçimde tamamladığında ve ilk başarılar gelmeye başladığında yediler: Bu darbeye karşı hiç bir hazırlıkları yoktu.

Sonraki yıllar istatistikî gösterişin bombardımanı başladığında Naziler, hedeflerine çok kurnazca bir psikolojik hamleyle işte bu grubu yerleştirdi; 1935 ile 1938 arasında, Nazi rejimine geç teslim olanların ana kitlesini bu grup oluşturuyordu. Var güçleriyle korumaya çalıştıkları üstün olma tavırlarını devam ettirme imkânını kaybettiklerinde kitleler halinde pes ettiler. Hep mümkün olmadığını iddia ettikleri başarılar birbiri ardına gelmeye başladığında, yenilgilerini ilân etmek zorunda kaldılar. İşte tam da bu başarıların işin korkunç yanı olduğunu idrak etmeye yetmedi güçleri.

"Ama o hiç kimsenin başaramadığını gerçekten de başardı!" "İşte asıl feci olan da bu ya!" "Aman efendim siz de tezatların peşindesiniz."
(1938 yılından bir sohbet)

Bunların bir kısmı bugün de kuyruğu dik tutmaya çalışıyor ve bütün yenilgilerden sonra hala, her ay veya en azından her sene, çöküşün önüne geçilemeyeceği kehanetini tekrarlamaktan vazgeçmiyorlar. Şunu teslim etmek gerekir ki tavırlarının belirli endamı da oluştu zaman içinde, ama tabii bir tür tuhaf uçuk kaçıklığı da. İlginç olan, günün birinde bir dizi hunhar hayal kırıklığı daha yaşadıktan sonra, kuvvetle muhtemel haklı çıkacak olmaları. Nazilerin devrilmesinden sonra ortalıkta dolaşıp yakaladıkları herkese en başından beri hep bunu söylediklerini anlatışlarını, daha şimdiden görür gibiyim. Tabii ki o gün gelene dek trajikomik figürlere dönüşecekler. Haklı olmanın da bir türü vardır ki sadece rakibe hak etmediği bir şan sağlar ve insana utanç verir. XVII Lui'yi düşünün meselâ.

İkinci tehlike hayata küsmeydi -- insanın kendisini mazoşist bir ruh halinde nefret, ıstırap ve ölçüsüz bir karamsarlığa teslim etmesi. Bu, Almanların yenilgiye karşı gösterdiği en doğal tepkidir. Her Alman zor zamanlarda (hem özel hayatının zor anlarında hem de Alman ulusunun zor günlerinde) bu ayartma ile mücadele etmek zorunda kalır: Sonsuza dek pes etmek, kendisini ve bütün dünyayı kabul etmenin sınırına varan uyuşuk bir umursamazlıkla, şeytanın insafına bırakmak; dikbaşlı ve kötücül bir duruşla ahlâkî bir intihar.

(…)

Bu içsel tavrın gerçek, dışarıya yansıyan neticelerinin neler olduğunu genel bir çerçevede söylemek oldukça zordur. Bazı örneklerde intihara bile sebebiyet verebilir. Ama çok daha fazla insan uyum sağlar, hayatını bu durumla beraber, tabiri caiz ise buruşmuş suratlarla, devam ettirmeye alışır. Almanya'da bugün görünür bir "muhalefetin" temsilcileri olarak karşılaşacağınız insanların arasında bunlar, maalesef çoğunluğu oluştururlar, bu yüzden de bu muhalefetin hiç bir zaman hedefler, yöntemler, planlar ve beklentiler geliştirememiş olmasında şaşılacak hiç bir şey yok. Muhalefetin ana ögesi olan bu insanlar ortalıkta dolaşırlar ve "dehşete düşerler". Yaşanan korkunç hadiseler yavaş yavaş ruhlarının gıdası haline gelmiştir; bu insanların elinde kalan tek ve kasvetli keyif bu korkunçlukları ballandıra ballandıra anlatılmasıdır ve bu olmadan bu insanlarla sohbet edilmesi tasavvur bile edilemez.

diYorum

 

41
Derkenar'da     Google'da   ARA