Patronsuz Medya

Osman'ın hikayesi

Sadık Dal - 22 Eylül 2012  


İki arkadaş, Çay fabrikasındaki gece on iki mesailerinden çıkmış, evlerine yaya dönerken Osman'a yol kenarında sızmış halde rastlamış. Yanından geçerken biri Osman'a doğru yaklaşmış, eğilmiş, seslenmiş. Osman'dan ses çıkmamış.

Arkadaşıyla yine sarhoştur, ayılması için silkelemişler fakat Osman'dan kan sızdığını fark etmişler. Önce kanama geçiriyor sanmışlar. Vücudunu sağa sola cevirmişler, yoklamışlar, iki farklı yerde mermi yarası fark etmişler. Alelacele hastaneye kavuşturmuşlar fakat Allah'ın planında Osman'a otuz altı sene ömür takdir edilmiş.

Otopsiden sonra "Garibanın tek dostu Allah'tır" sözünü doğrulacak sayıda mahalleliden oluşan cemaatle namazı kılındı, defnedildi. İki kardeşi onu tabutundan aldı, mezarına indirdı. Kıbleye doğru yüzünü çevirdiler, kefenli bedenini yasladılar. Mahalle imamının aşırları eşliğinde üzeri toprakla örtüldü. Ardından anasından başka kimse ağlamadı, yas da tutmadı.

Mahallede herkes kendi halinde, gariban Osman'a kimin kuşun sıktığına günlerce bir türlü anlam veremedi. Hayatı boyunca silâha hiç ilgisi olmamıştı. Emanet de olsa o, silâh bulamazdı. Kurşun sıktığı ölene dek gören olmamıştı. Bu yüzden intihar etme ihtimali yoktu. "Karanlık, pis bir işe mı bulaşmıştı?" şüphelerini dile getirenler de olmuştu. Gizemli yaşam süren Osman'ın ölümü de gizemli olmuştu.

* * *

Mahallede gençlerin, orta yaşlıların, işsiz avarelerin çok kalabalık yapmadan hafta sonu erkenden; diğer günler mesai sonrası adeta nöbetleşe buluştukları tek mekân Bakkal Tahsin Abi'nin dükkânın önüydü. Günün siyasî yorumu, maç, televizyon, film, düğün eleştirileri burada yapılır, sadece erkeklere özel bu toplanmalarda en taze dedikodular doğar ve buradan mahalleye yayılırdı.

On, on beş ayak üstü katılımcılı bu mahalle konseyi, saatlerce çeneden mesaili, toplantı halinde olabilirdi. Camiye akşam ve yatsı namazına giden yaşlılar bile gençlerin bu mekânına gelir, inşaat kalıp tahtalarından imal edilmiş tek bankta dinlenme bahanesiyle oturur, namaz vaktini beklerlerdi. Çenelerini bastonlarına dayar, konseyin daimi üyesi gençlerin ne konuştuğuna kulak verirlerdi. Araya lâf katmazlardı, sadece izlerlerdi, anladıkları kısım komikse güler giderlerdi. Ezana bir iki dakika kala bastonlarına destek alır, yerlerinden kalkarlar. Destek aldıkları bastonun metal ucunu yere "çak çak" vurur, camiye doğru ilerler; stabilize yoldaki irili ufaklı taşlardan gözlerinin gördüklerini baston marifetiyle yol kenarına savurarak bir sünneti yerine getirirlerdi.

Sohbettekiler, bakkaldan Alman üsulü abur cubur alır, yer, içer; düzenli olmasa da her gün farklı bir kişi tarafından çekirdek ısmarlanırdı. Sohbettin derin anlarında çabuk çabuk çıtlatılan tuzlu çekirdekten ağızlar, dillerin yanar ve yorulduğu olurdu.

Bu uzun sohbetlerde genelde ağzı iyi lâf yapanlar konuşurdu. Toplu çekirdek çıtlatmanın ve kabuğunu tükürmenin karışık ritmi "çıt çıt, tu" şeklinde uzaktan rahatlıkla işitilirdi. Dünya ve ülke gündemi yanında mahallelilerle ilgili, genelde nafile durumlar da burada değerlendirilir, kişilere ilginç yönleriyle benzetme yapılırdı. Eğer bir benzetme çok kahkaha ile beğeni kazanmışsa, yıllarca o kişiye ismiyle kullanılan lâkap olarak yapıştırılıp kalırdı. Bakkal Ta(h)sin Abi; mekânının şenlenmesinden, az da olsa ticaret yapmanın keyfinden bu sohbete hiç bir zaman engel olmaya çalışmadı.

Osman, bakkal kapı önü mekânlı, ayaküstü mahalle meclisinde farklı zaman ve kişilerce çoğunlukla gıyabında bazen de yanında en fazla yakıştırma yapılan, lâkap takılan kişiydi. En çok gündeme gelmiş kişiydi.

Osman; konuşurken veya güldüğünde hemen kendini gösteren diş hekimi, tedavi, dolgu hiç görmemiş ön üst çürük dişlere sahipti. Tok veya aç, ağzında diş aralarını temizleyen veya çürüklerini eşeleyip tornalayan bir kürdanla gezerdi. Burnunun direğini kardeşi, tam orta yerinden harçi denen fasulye sırığı ile kavga ederken on iki yaşında kırmıştı. Bu sebepten nefes alırken zorlanır, konuşurken burnundan konuşurdu. Burnu ile boksör görünümüne sahipti. Bu nedenle mi bilinmez kimse ona toslamaz, o da kimseye bulaşmazdı. Kavgacı hiç değildi. Esmer ve gür saçlarını kısa tutması tarzdan çok, askerde başına bulaşan bitin yeniden oluşma korkusundandı.

İki ayda bir, saç sakal birlikte tıraş olur. Tıraş olmadığında ise saçından çok uzayan sakalı ile derviş görünümlü biri olurdu. Bu tıraşsız halinden ötürü küçük çocuklar ondan korkardı. O ise bunun pek farkında olmazdı. Mahalle büyüklerinden biri: "Ne bu halin ulan!" fırçalı ikazı ile saçı başı tıraş olma zamanı geldiğini anlar, tıraşla parlar, sanki bambaşka biri olurdu.

Osman, babasını küçük yaşta kaybetmişti. Annesi Necibe Teyze'nin erken yaşta eşini kaybetmenin kederi ve çaresizliği ile psikolojisi bozuktu. Osman, parasız kaldığında annesine yüklenir, onu üzerdi. Bir defasında istediği parayı vermeyen annesine evdeki televizyonu "iyi göstermiyor, onu bir tamirciye götüreyim" deyip evdeki çarşaflardan birine sarmış, alıp gitmiş. Onu satıp şarap, meze parası yapmıştı. Annesi televizyon tutkunu diğer oğullarına Osman'ı döverler korkusu ile "televizyon aniden yandı" deyip onları kandırmıştı.

Osman'ın iki erkek kardeşi vardı. Onlara zekâ durumu ve yaşam tarzı ile hiç bir zaman abilik yapamadı. Kardeşleri de aynı sebeplerden ötürü onu abi gibi hiç görmedi. Kardeşleri Osman'a karşı görevini; sızmışken onu fark eden mahallelinin çağrısı ile eve naklederek yerine getirirdiler. Abilerinden bu sarhoş özelliğinden ötürü biraz da utanırlardı.

Osman, okul ilminden dördüncü sınıf seviyesine dek yararlanabilmişti. Sürekli ödev yapmadığından öğretmeninden fena bir dayak yiyince o gün teneffüste okulu kitaplarını bile almadan terk etmişti. O günden sonra bir daha kitap sayfası açmamıştı. Annesi onu bir daha okula göndermemişti.

Sonra yine annesinin yalvarıp yakarmasıyla yük, kum taşıma işi yapan komşusuna ait mavnalarda miço olarak çalışmaya başlamıştı. Gemici tayfasının etkisiyle küçük yaşta şarap ve rakı ile tanışmış, içme eylemini işinden çabuk öğrenmiş, ilerletmişti.

İçmede belirlenebilmiş bir limiti yoktu. Kimse neden içtiğini, bir derdi var mı yok mu, onu da paylaşmadığından bilmezdi. Kasetleri saran bir teybi vardı. Gıcırdayarak çalan kasetlerinde genellikle acılı Ferdi Tayfur şarkıları vardı ve evde onların şenliğinde içerdi. Alkolle dili biraz çözülürdü. Ayıkken pek konuşmazdı. Alkolle dostluğu herkesin, her şeyin önüne geçmişti. Özellikle rakıyı çok severdi. Zor bulduğundan olacak, Tekirdağ rakısını, içkinin mucidi Yunan tanrılardan habersiz olmasına rağmen, "ilâhî içecek" olarak tanımlardı.

Bir defasında büyükçe bir bakır tasa rakı dökmüş, üzerine mısır ekmeği ufalamış, kaşıkla rakıyı yemiş. Mahalle düğününde icra ettiği bu gösteriye şahit mahalle delikanlıları: "Adam rakıyı içmiyor, yiyor be!" diye haykırmış.

Diğer tutkusu sigarada ise tam bir profesyonel çekiciydi. Genelde nikotinine kolay eriştiği filtresiz Bafra veya Birinci sigarası; onları bulamazsa sarma tütün sigarası içerdi. Yine bir başka mahalle düğününde gözü mendille kapanmış, ağzına farklı farklı markalarda sigaralar tutuşturmuş da her birinin markasını iki nefes çekimden sonra bilmişti. Aylarca bu üstün gösterileri gençlerin mahalle meclisinde geliştilerek anlatılmıştı.

Bir ara kafeste beslediği florya kuşlarına yem için ektiği kendir, kenevir tohumlarından yetişen bitkilerden sigara yapıp çektiğini "suludan kuruya geçiş yaptığını" duyulmuştu. Onu sarhoş gören mahalle büyükleri: "Ne olacak bu çocuğun sonu? Allah iyilik versin. Bu adam ya ipten ya kazıktan gidecek!" dua ve tahminlerini dile getirirlerdi. Bütün mahalleli onu deli değil, kendi halinde, zararı sadece kendine olan bir meczup olarak nitelendirmişti. Defalarca hafız, hoca, yatır ziyaretine götürülmüş fakat psikiyatr, akıl hastanesi gibi tıbbî tedaviye hiç tabi olmamıştı…

Ayık olduğu bazı zamanlar mahalle meclisine dinleyici olarak katılırdı. Fikri olmadığından hiç konuşmaz. Avucuna dökülen çekirdek payını çıtlatır. Avuç içine sakladığı sigarasından derin derin çekerdi. Sigarasının dumanını, duanın uzun amin nefesi gibi kendi üzerine üflerdi. Anlayabildiği esprilere güler, uzaklara dalgın dalgın bakar, bir saatten fazla oturmaz, bir eyvallah demeden kalkıp giderdi.

Osman, üst başına çok özen göstermez fakat yırtık pırtık elbise de giymezdi. Bayramdan bayrama satın aldığı kıyafetlerde illa da siyah rengi seçerdi. Siyah rugan ayakkabı, siyah pantolon, gömlek; üzerine olmazsa olmaz siyah kruvaze yaka bir ceket. Gömlek ve ceket yakaları kirden ya da eskimişlikten genelde ağarmış olurdu.

Siyah giyme takıntısı defalarca sinemada ve vcd'den izlediği Matrix filminden sonra doğmuştu. Tekrar tekrar izlediği bu filmden, kendince bir şey anlamış olacak, matrix sözcüğünü diline dolamıştı. Bir süre: "Lan matrix; şiştt oğlum, matrix misin?" şeklinde kendince hitap cümleleri kurdu durdu. Bu takıntı sebebiyle bir süre ona mahalleli gençler: "Allah'ın matrixi" diye hitap etmişti. Bu hitaptan o pek hoşnut olurdu. Belki de sarhoş olunca Matrix gibi zamanı çabuk aşıyor, bölünebiliyor, yaşadığı yaşama dair zorluklarla başa çıktığını sanıyordu. Matrix moduna geçmek için içki ile devamlı birlikte oluyordu. Bu yüzden İlk lâkapı Matrix Osman'dı.

Osman, bir metre almış santim kadar boyu ile küçük, güneşten yanmış esmer teniyle yaşından büyük gösterirdi. O içkide sınırı aştığı zil zurna sarhoş halde, rugan ayakkabılı küçük ayaklarıyla paytak paytak yolun bir kenarından diğer kenarına kendini dengelemeye çalışarak yürürken ya da yolun kenarında sızmış halde bulunurdu. Siyah giyimli Matrix Osman, sarhoşken dik tutamadığı öne eğik başı ve yalpalayarak paytak yürüyüşü ile uzaktan bir pengueni andırırdı. Uydudan orijinalinden bir şey anlamadan tutkuyla "National Geographic Channel" izleyen ve etrafına izlediklerini anladığı kadarını hararetle anlatan Niyazi Abi, Osman'a bu benzerliğinden ötürü "Penguen" lâkapını takmıştı. Bir doğa otoritesinin taktığı bu lâkap bir sonrası verilene kadar Osman'a kullanılmıştı.

Osman ve mahalleli mesai arkadaşları gece on ikide işe gider. Kum çıkartan mavnalarda kaptanlık dışında her görevi yapardı. Sahile yakın, sığ bir yere demir atılır. Vince bağlı kepçelerle gece kaçak kum çıkartma mesaisi sabahın ilk ışıklarıyla biter. Kum, iskeledeki depolara boşaltılır. Osman'ın işi mavna iskeleye varınca biter. Mavna, yeniden kum çıkartma talebi gelinceye kadar bir iki gün yatara girerdi. Bu bir iki gün ara sanki içmek için ona verilmiş ödüldü.

Osman yevmiyeyi iş bitiminde peşin alır. Paranın bol olduğu ilk akşam çok içer ve genelde mahallenin çeşme yakınlarında sızardı.

Devamlı içtiği karşı mahalleden bir iki arkadaşı vardı. Bazen de yalnız içerdi. Parası tükendiğinde ise ispirto içerek kafayı bulduğunu söyleyenler vardı. Geceler zaman olarak; deniz kenarı, ıssız çeşme veya kayalardan sızan su başları mekân olarak ona göre rakıyla müthiş bir sentez elde etmek için yaratılmıştı.

İçmeyi sevdiği bir mekân da mahallenin suyu kesilmiş izbe, eski mısır unu değirmeninin kapısıydı. Bir defasında çocuklar ipini kesmiş uçurtmalarını aramak için değirmenin mıntıkasına koşarak inince ona rastlamışlar. Bir dilim beyaz peynir, azıcık yoğurt birkaç da körpe bahçe hıyarı ile değirmenin kapısında yapayalnız meyhane düzeni almış, çocuklara gülerek el sallamıştı. Büyüklerin sıkça kullandığı: "Sarhoştan deli bile korkar." Sözü çocukların kulağına küpeydi. Çocuklar, Kiraz ağacı dalına takılı uçurtmayı korkudan almamış, geri dönüp kaçmışlardı.

Matrix, Penguen Osman'ın hayvanlardan köpeklere, özellikle de kuşlarla yakınlığı vardı. Çok özgün ahşap kuş kafesi ve kapanları yapardı. Sonbaharda florya, saka kuşları yakalar; aralarından kendince en güzellerini seçer, özene bezene beslerdi. Hatta mahalle çocuklarının onunla nadir diyalogları ondan kuş isterken gerçekleşirdi. Osman'ın kuş uzmanlığı ergen yaşlarda yuvasından düşmüş -bazılarına göre yuvasından gizlice alınmış- bir alâkarga bulmuş, onu evinde büyütmüş, kimse görmemiş ama onu papağan gibi konuşturmuşmuş. Alakarga önce ev içinde, sonra arazide peşinden daldan dala uçarak gelirmiş. Osman'ı takip edermiş. Kuş bir kestane vakti, onu terk etmiş. Alakarga sonbaharda olgunlaşıp dökülen kestaneleri gagasıyla toplar, toprağa gömerek bahara saklarmış. Alakargaya yörede "çiha" denir. Bu kuşu konuşturma eğitmenliği sayesinde ona büyükler "Çiha Osman" lâkapı konmuştu. Bu sıra dışı kuş evcilleştirme hikâyesi, onu mahallede çocuklar arasında daha bir gizemli yapmıştı.

Askerlik görevini yaptıktan sonra -evlenirse düzelir umutlarıyla- çevreden ve annesinin birkaç kez evlendirilme girişimleri sarhoş namı yüzünden olumsuz sonuçlanmıştı. Osman'ın kol kasları kuvvetliydi. Yardım isteyenlerden sevgili sigarasını ısmarlayanlara odun, kömür, kum, çimento taşımaya yardım ederdi. Annesi yarılığa çaylık yaparak para biriktirmiş, üzerine konu komşu yardımlarını katarak küçük bir ev yaptırmış. Yeni evinde olmayı kutlamak için kuran okutmak istemişti. Kuran günü komşular eve gelmeden Osman eve zil zurna sarhoş gelmiş, odasında sızmıştı. Fakat bütün eve Osman'la gelen anason kokusu sinmişti. Eve gelen kuran okuyacak hafız: "Rakı kokusu olan eve melek girmez, kuran okunmaz!" deyip o günkü programı iptal etmişti. Annesi, Osman'ın sarhoşluğundan ilk kez bu kadar çok utanmıştı.

Osman'a mahalleli büyükler, bir de Mal Köpeği diye lâkap takmıştı. Anadolu'nun birçok yerinde koyun, kuzu, keçi gibi hayvanların sürüsünü kurt saldırısına karşı sabaha kadar dolanarak gece bekleyen bekçi köpeklere "mal köpeği" adı verilir. Mal köpeği, akşam hava kararınca mesaiye başlar, sabah gün ışıyıp da uyanmış çobanı görünce mesaisi biter. Gidip serin bir köşede gecenin gezinerek çalışma yorgunluğunu yatarak gidermeye çalışır. Onu insanlar gündüz sürekli uyurken görür. Nasıl oluyor da bu uyuşuk hayvan sürü koruyor diye insanlar şaşırır. Uyuşuk, çalışmayan kişilere Mal Köpeği lâkapı çokça kullanılır.

Osman da geceleri kum çıkartma mesaisine başlar, sabah işini bitirir. Aldığı yevmiyesi ile birkaç arkadaşlarıyla deniz kenarındaki kayalıklarda içmeye başlar, sonra da yaya yokuş yukarı mahalleye çıkmak isterdi. Sarhoş sarhoş mahallenin yoluna girerdi. Genellikle eve varamadan çok yorulur, yol kenarında sızardı. Ona rastlayanlar da çalışmış ve yatmış. Bu yüzden ona bir de mal köpeği lâkapı konmuştu.

Aylar sonra mahalle ve köylerden araçlardan benzin çalan bir hırsızlık şebekesi yakalandı. Şebeke elemanlarından birinde ele geçen silâh, balistik incelemeye gidince Osman'ın ölümüne sebep olan merminin bu silâha ait olduğu ortaya çıktı. Şebeke elemanı gece karanlığında Osman'ı köpek sandıkları, korkudan rast gele silâh sıktıklarını söylemişler.

Osman artık mahalle meclisinde adı geçtiğinde; penguen, matrix, çiğa, sarhoş, mal köpeği lâkaplarıyla değil; gariban, rahmetli gibi mistik ve şefkat sıfatlarıyla anılır oldu.

Yorumlar

Hikayeyi okurken uzun kış gecelerinde sobanın etrafında toplanıp bir sohbet dinliyormuşcasına kendimi kaptırdım gitti. Elinize sağlık. Devamlarını isteriz.

Şükrü Er - 23 Eylül 2012 (19:47)

Çevremiz böyle hayatlarla dolu. Bu hayatlardan veya bu hikâyeden ne anlamamız gerekli. Harcanmış veya yitirilmiş hayatlar mı? Hayat mı bizi sürüklüyor? Yoksa biz mi hayatı yaşıyoruz? Bu yazıyı okurken kendimize dönüp, hayatımıza dönüp, Osman'ın hikâyesi ile benzer hikâyeleri hepimiz yaşıyoruz diye düşünmeden edemedim.

Geçen gün "Dövüş Kulübü" filmini tekrar izledim. Film yine beni çarptı. Bu hikâyeyi okurken filmdeki şu replikleri hatırladım:

"Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş.

Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeler. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.

Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok. Ne büyük savaşı yaşadık…

Ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhanî bir savaş. En büyük buhranımız; hayatlarımız.

Televizyonla büyürken milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık… Ama olmıycazz.

Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok çok kızgınız."

Çıkış yolumuz nedir? Bilmiyorum. Aslında hayat bu da ben mi hayata fazla anlam yüküyorum.

Bilen varsa anlatsın…

Emrullah Akman - 26 Eylül 2012 (13:42)

diYorum

 

Sadık Dal neler yazdı?

70
Derkenar'da     Google'da   ARA