Tahminim şöyle:
ABD, RTE'nin alternatifini bulamadı. (Alternatif İhsanoğlu ise ABD Türk insanını hiç tanımıyor demektir.)
Hepimiz biliyoruz ki, yeni bir Ortadoğu kuruluyor/kurulmak zorunda!
ABD elindeki belgelerle RTE'ye ölümü gösterdi, sıtmaya razı olan RTE ile başta Kürt meselesi olmak üzere yeniden kurulacak Ortadoğu'da yeni mutabakatlar sağladı!
Artık RTE, iplerinin tamamen ABD'nin elinde olduğu bir cumhurbaşkanı adayı!
Biz seçeceğiz, ABD kullanacak!
Çeyrek yüzyıla yaklaşan süreçte açıklamaları ve talimatları tartışılan, ekibinden bazı isimler gecikerek de olsa sanık sandalyesine oturtulan Tansu Çiller'in şüpheli
olarak ifadesine başvuruldu mu?
Hayır! Savcılık ifadesi bir yana, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'nun bazı üyeleri Topal cinayeti konusuna ilişkin sorular yöneltirken araya giren Komisyon Başkanı AKP'li Nimet Baş, tutanaklara göre, Çok fazla milletvekilimiz soru sormak istiyor… Eksik kalan hususlar olursa yazılı olarak versin
diyerek konuyı kapatıyor. Tutanaklara göre, Nimet Baş, komisyon görüşmesini kapatırken, kadın başbakan
olarak bedel ödetildiğini
öne sürdüğü Çiller sayesinde Türkiye'de kız çocuklarının başbakan olma hayalleri kurabildiğini
anlatıyor!
Durum bu…
Yeni Ortadoğu denkleminin kazananları az çok ortada. Ya kaybedenleri? Ankara, hiç şüphesiz yeni denklemin kaybedenlerinden. Hatta bizzat kendi hazırladı bu sonucu. Arap Baharı'nı yanlış okuduğu için Suriye ve Irak girdaplarına haddinden fazla dalan Türk hükümeti başarısız siyasetin bedelini ödüyor. Suriye ile düşman, Irak'la hasım. Sahada ardı ardına maruz kaldığı 'test'lerden geçemedi. Sadece son 3 yıl zarfında uçağı düşürüldü, sınır illeri vuruldu, diplomatları, pilotları ve sivil vatandaşları esir edildi. Suriye konusunda Avrupa-ABD ekseninden kopup hem dünyada hem de bölgede yalnızlaştı. Arap Baharı öncesinde demokrasi arayışı içindeki Arap halklarına model olan Türkiye, 3 yıl gibi kısa bir zamanda gözden düştü. Bunda Ankara'nın Avrupa Birliği (AB) sürecinden uzaklaşmasının da hatırı sayılır etkisi var.
Ege'de miras davalarıyla bölüne bölüne ufalmış zeytinliklerin büyük bölümü zaten 10-15 dönüm… Fakat iki-üç
kelimelik kalem oynatılarak talana açılan bu kanun teklifi yasalaştığında, ter döke döke ailesinin geçimini sağladığı bilmem kaç yüzyıllık zeytinliğiniz eğer 24 bin 999 metrekareyse artık zeytinlik
olmaktan çıkıyor.
İşin Türkçesi ise şu: Köylüyü kendi toprağından uzaklaştıracak, yabancılaştıracak bu teklifte; 25 dönümün altındaki zeytinliği zeytinlik olmaktan çıkarmak; maden şirketlerinin makine parkına yer açmak anlamına geliyor.
Tünelin öbür ucu
diyorum; bu, böyle iki toplumlu
bir hayatın sona erdirilmesi imkânıdır. Türkiye'nin bugün yapması gereken, bu bölünmeyi ortadan kaldıracak tedbirleri almaya başlamaktır.
Tayyip Erdoğan bunun tersini yapıyor. Bölünmenin varlığı ve muhtemel genişlemesi üstüne kuruyor bütün politikalarını. Monşerlere karşı birleşin, ey sevgili halkım!
Bir toplumda, fikir ayrılığı, her türlüsüyle olabilir, vardır. Erdoğan siyasî mücadelesini buna dayandırmak istemiyor; zaten olan bir toplumsal- kültürel ayrımı, siyasî sermaye olarak kullanmaya karar vermiş. Ötekileştirme
demek, zaten, bu demek. Onlar monşer! Siz, saf ve temiz, Müslüman vatandaşlarsınız.
Onun monşer
dedikleri, hiç değilse onların bir kısmı, Erdoğan'a ve hareketine karşı daha adil, daha sorumlu mu davranmışlardı? Hayır, hiç öyle davranmadılar. O bağnaz, gözü dönmüş muhalefet biçimini hâlâ sürdürmek isteyenler de eksik değil.
Ama, ustalık dönemi
nden söz edilecekse, ustalık bunları aşmanın yollarını arayıp bulmaktan geçer. Varolan bir zaafı parmaklayıp bunu oya çevirme siyaseti, ister istemez, bir demagoji
siyaseti olacaktır --popülist demagoji
.
AKP'nin en çok övündüğü başarısı askeri vesayete son vermek olarak takdim edildiği için, vesayetten demokratik siyasete geçişten söz ediliyor olsa gerekir. Tek problem, bu vesayet parantezinin ne öncesi ne de sonrasında demokratik siyasetten söz etmenin mümkün olmadığı gerçeği. Gerçi AKP'lilere sorarsanız, demokrasimizde hiç sorun yok, ama en iyisi onlara sormayıp genel demokrasi standartlarına bakmak.
Her şey bir yana, demokrasi tokat yemeden başbakanlara yuh çekilebilmesi demektir; başına bir iş gelmeden iktidarı özgürce eleştirebilmek demektir; kuvvetler ayrımının işlemesi demektir; yargı bağımsızlığı demektir, şeffalık ve hesap sorabilirlik/verebilirlik demektir. Türkiye'nin içinde bulunduğu halin bu olmadığı ortada.
Tüm bu mağduriyetler, Cemaat'in yayın organlarının daha sivil ve hürriyetçi bir dile yönelmelerine yol açtı. Fakat açık söyleyeyim, bu yönelim ne kadar konjonktürel, ne kadar samimi emin değilim. Bunun için Cemaat'in ciddi adımlar atması gerekiyor. Bir defa, Devlet'teki kadrolarını desantralize
etmeleri lazım. Cemaat'e sempatisi olan hâkim, savcı veya polis misiniz? İşinizi evrensel hukuk standartları içinde, adilce yapın, yeter. Evet, çok açık ki, bu güç siyasi amaçlar için kullanıldı ve bumerang gibi geri dönerek Cemaat'i vurdu.
İslâmcı sosyalizm
benzeri çözüm
lere inanmam. Bunlar son kertede uzlaşacak ideolojiler değil. Ama saygı
diye bir şey var. Düşünsel mesafeyi korurken aynı zamanda saygılı olunabilir. Bu da, karşındakine beyefendi
diye hitap ederek sağlanacak bir şey değil. Onun kendisi olarak varolma hakkını tanıdığını kanıtlamakla başlayacak bir şey.
Burada ise insanları inançları düzeyinde rencide ederek işe başlamak gibi bir alışkanlık, bir pratik var. Varsa, bunun sonuçları da bellidir. Zaten olan da bu.
Kendini net bir şekilde Kemalizm'in değer ve tavırlarından ayıran bir sol
olmayınca, geniş kitle oraya bakmaz oluyor. Orayı dinlemiyor, oradan bir şey almıyor --düpedüz düşman olmasa bile. Bu durumda, böyle bir siyasî konjonktür yaratmakla, geniş kitle kendi sağından gelecek etkilere açık kalıyor. İşte, bakıyoruz, Erdoğan MHP'nin yönetici kadrolarıyla mücadele ederken MHP tabanını mutlu edecek bir söylem kullanmakta bir sakınca görmüyor. Kitlesi de bundan ötürü ona sırt çevirmiyor, çünkü öbür tarafta hiçbir şekilde ortak zemin bulamadığı bir kesim var.
Şehirleşmebabında, Başbakan 2010'da Türkiye biliyorsunuz artık bir tarım ülkesi değil
diye övünürdü, artık köyler şehirleşmeli
diyor. Böylece köylü ülke olmaktan kurtuluyor ve kalkınıyoruz. Sonuçta nüfusun yüzde 80'i ucube şehirlerde tıkılmış hâlde. İdarî anlamda 783. 000 km2 toprağı olan, 75 milyon civarında insanın yaşadığı Türkiye'de merkez dışındaki nispeten yetkili, tüzel kişilik sahibi tek yönetim birimi olan belediye sayısı, bütün belediye düzeyleri dâhil olmak üzere 1. 389'a geriledi. Belediye sayısı Türkiye'nin yarısı kadar olan Almanya'da on kat, 13. 854! Belediye sayısının azalması artık yerelde karar alınamaz demek.
Çalışma hayatı babında, istatistiklerde tarım dışı istihdam
diye bir kalemin bulunduğu bir memleket burası. Tarımdan koptuğu anda vasıfsız
sınıfına düşen işgücünün hâli ortada. Yakın zamandaki Soma katliamında ölenler eski çiftçilerdi. Keza şehirlerde, sakalık, otopark değnekçiliği, bar diskotek zabıtalığı, pizza dağıtıcılığı iş olmayan işlerde karın tokluğuna, çoğu zaman kayıt dışı çalışanların çoğu eski köylüdür.
Kültürsüzleşme ve yabancılaşmababında, kırsalın kadim bilgi birikimi yok olmaya yüz tuttu. Kendine yeterli, doğaya zarar vermeyen hâliyle sürdürülebilir hayat tarzı yok oluyor. Şehirleşenlerin ise yeni ihtiyaçları çığ gibi: Tüketim toplumuyla tanışıyorlar, seviyorlar elbet, alışıyorlar, borç harç daha fazlasını elde etmeye çalışıyorlar. Bu anlamda tarım, doğa ve kırsalın lağvedilmesiyle sınırsız tüketim temelli kalkınmacılık birbirini besliyor! Ve AKP'nin kırsal kökenli tabanı için kırsalı çağrıştıran hayat artık muteber değil. Ezcümle, memleketin istikameti belli: Tarım, doğa, kırsal ve elbet kenti güle oynaya tüketmek!
Hükümet Cemaat'i bölmeye çalıştı, stratejisi buydu. Şimdi 'itirafçı' gibi çıkıp Cemaat'i anlatan eski Cemaatçiler var ya… İşte onlar aracılığıyla bölmeyi denediler. Bazı başka cemaatleri güçlendirip Gülen cemaatiyle dengelemeye çalıştılar. TÜRGEV gibi bir vakıf kurarak sosyal alanda onun tek hakim olmasını engellemek istediler. Başından beri yani askere karşı birlikte savaşırken aslında birbirlerine karşı da bir hazırlık içindeydiler. Dışarıdan bakan, hiç bilmeyen biri için cemaat de AKP de dindar, niye kavga ederler ki sorusu meşru olabilir. Ama din dediğiniz zaman her şey bitmiyor, aslında başlıyor. AK Parti ve Cemaat bambaşka iki perspektife sahip, dindarlık zemininde kardeş değil kuzen sayılabilecek iki hareket. Bir taraf esas olarak siyasi, diğeri sosyal. Ama siyasetin gözü sosyalde, sosyalin gözü siyasette. İkisi de birbirinin asli alanına göz dikiyor, patırtı buradan çıkıyor.
4, 5 milyarlık koskoca dünya tarihinde biz ağaçtan ineli 4 milyon yılcık olmuş. Birkaç yüz yıllık sınırların bizim atfettiklerimiz dışında nasıl bir önemi olabilir? İnsan hayatından kıymetli ne olabilir?
Tutun ki yurtseverlik, ulusalcılık, vatanseverlik yahut milliyetçilik, siz ne diyorsanız o kıymetli bir şeydir. Düşünsenize ne kadar büyük bir yalandır? Yüzbinlerce milliyetçi neden kaçıyor askerden? Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır. Siz hiç güle oynaya vergi ödeyen ulusalcı gördünüz mü? Ee, o çok sevdiğin ülken için askere gitme, vergi verme, ama azıcık gaza gelince dağa taşa Türk bayrağı döşe, sosyal medyada kahramanlık türküsü ol. Yahu hani nerede düşman? Kim o?
Bir yıl öncesine dek görece ilgisiz ve ilişkisiz biçimde varlığını sürdüren birçok kesim artık çok daha yakın bir ilişki içindedirler. Bu yakınlık düşünce ve tahayyül dünyalarındaki büyük farklılıkların da iyice gün yüzüne çıkmasına yol açmıştır. İşleri zorlaştıran şey bunun yavaş, uyum için yeterli zaman bırakan bir biçimde değil de çok hızlı olmasıdır. Gezi hareketi Türkiye toplumunun önüne olağanüstü bir fırsat sunmuştu. Zamanın hızlandığı, on yıllarca sürebilecek zihinsel değişimlerin hızla gerçekleştiği devrim niteliğindeki günlerin ardından, iktidarın bu imkânı kullanmak yerine hoyratça reddetmeye yönelik tutumu toplumdaki değişik sınıfsal, dini, milli ve kültürel kimliklerin birbirini tanımasına değil, birbirinden uzaklaşmasına hizmet etti.
İçimizde taşıyabileceğimizden fazlasını ihraç edebileceğimiz olağan kötülere, evet ihtiyacımız var. Kötüler
den taşıyabileceğimiz kadarını işleyerek ve dönüştürerek içimize almaya da. İçinde taşıyabildiği hiçbir şey olmayan ve nefretini elinden aldığımızda koca bir boşluktan ibaret olduğunu göreceğimiz siyasetçiye ise hiçbir ihtiyacımız yok.
Hâlbuki soru çok nettir: Kürtlerin Türklerden ayrılma ve bağımsız olma hakkı var mı, yok mu?
Konu hukuk olduğu için bu sorunun cevabının da net olması gerekir. Cevap şudur: Evet vardır. Üstelik bu hak kutsaldır. Hem dinen hem de demokratik olarak, Türklerin Kürtleri (Kürt veya Müslüman diye) idareleri altında esir tutmaya hakları yoktur. Dur bakalım, ne esareti?
diyeceklere tekrar soruyoruz: Esir tutmuyorum dediğin adamın senin yanından taşınmasına, senden azad olmasına izin verecek misin, vermeyecek misin?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.