Bu vahşi, hukuksuz ve pervasız sistemin karşısında durabilecek bir toplumsal itiraz odağı yok. Sendikaların sesi cılız ve son birkaç yıldır çok tuhaf çıkıyor. Soma katliamının üstünden 5 saat geçmişken olay yerine gitme kararı alan Maden İşçileri Sendikası Başkanı Nurettin Çakul bağlandığı tv kanalında devletin olayı ne güzel yönettiğinden, özel işletmenin iş güvenliği konusundaki hassasiyetinden dem vuruyordu. Böyle bir sendika başkanı ne duydum ne gördüm. Madenlerdeki iş güvenliğini araştıran sosyal bilimci Doç. Berna Güler Müftüoğlu Hukuk, denetim… Bunlar bir kenara, asıl mesele işçi sınıfının sermayeye karşı örgütlenmesidir. Artık koltukçu sendikalar var. Maden İşçileri Sendikası'nın Gelik'teki şubesini ziyaret ettiğimde başkan bana, 'Hocam işçilerle ne konuşuyorsunuz, onlar hiçbir şeyden anlamaz ki' demişti. İşçilerin hakkını savunmak değil devletle ve sermayeyle dengeyi kurmak bu sendikaların görevi. 19. Yüzyıl vahşi kapitalizmidir bu.
İş kazaları artık vahşete dönüşmüş durumda.
Çığlıklarına kulak tıkanan işçiler yıllardır ne istiyor? Hatırlatayım…
En temel haklarını! Yani 12 saati bulan çalışma sürelerinin azaltılmasını, en temel iş güvenliği önlemlerinin alınmasını, makinelerin bakımı yapılmadan çalışmanın yasaklanmasını.
Ücretlerinin arttırılmasını değil, canlarının güvence altına alınmasını istiyorlar.
Yüreğimizi yakan Soma cinayeti bu gerçekleri bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarptı.
Ancak görünen o ki bu korkunç kaza ya da cinayet de kadere
bağlanıyor. Üç günlük yasla geçiştirilirek Davutpaşa'dan Ostim ve İvedik patlamalarına, Esenyurt'taki AVM çadır yangınına kadar yüzlerce kaza gibi unuttulacak. Sorumlular bedelini ödemeyecek.
Sadece vicdan ve adalet bekleyen işçi ailelerinin sayısı artacak.
Boko Haram, yarım yamalak ideolojisinin kör ettiği aklıyla asla bir kurtuluş politikası izleyemez. Çılgınca şiddetten başka bir savaş yöntemi de bulamaz. Hristiyan din adamlarına, Hristiyanlaştırılmış halk topluluklarına, çocuklara, okullara ve kadınlara yönelik şiddetinin bir yanında ahmaklık ve cahillik vardır; ama diğer yanında da alçakça boğazlanmış, işkenceyle parçalanmış, kitleler halinde yok edilmiş atalarının intikam ateşiyle tutuşturduğu öfkeleri vardır.
Hiç kuşkusuz, bütün diğer cihatçı örgütler
gibi onlar da, ilerleyen sürecin bir dönemecinde kendilerinden daha hesaplı, daha gelişmiş politika tekniklerine sahip düşmanları tarafından güdülmeye başlayacaklardır. Afrika, emperyalistler açısından her geçen gün değeri artan bir sömürü alanıdır ve savunmasız insanlara saldırarak güç göstermeye çalışan çaresiz saldırganların bu sürece karşı koymak adına oynayabilecekleri hiçbir olumlu rol yoktur.
Cihad kavramı yozlaştı. Kökleri Müslümanların anti-kolonyal hissiyatına dayanan ancak Soğuk Savaş döneminin seravarî özel şartlarında serpilmesi teşvik edilmiş bir yozlaşma hatta soysuzlaşma bu. Cihadın soysuzlaşması ne demek? Cihadın meşruiyet ve hukuki-mekânsal bağlamından kopması, teritoryal özelliğini yitirip küreselleşmesi ile birlikte ortaya çıkan sorun: Cihadın kimin için ve niye olduğunun önemsizleşmesi. Öyle bir cihad ki silah, kendisini elinde tutandan daha değerli olup onu kendisine köle yapmış. Cihad bazen hasta bir psikolojinin uzantısı hâline gelmiş. Bazısı için, yaşaması, tadını yitirmiş bir hayata, ölümü katarak canlandırma teşebbüsünün adı. Bir çeşit ölüm için ölüm arayışı.
Bugünün gündelik hayat ritminde her alan siyasi artık. İnsan haklarından tüketici haklarına, çevre meselelerinden iklim değişikliğine karşı uygulanacak politikalara, gen biliminin fırsat ve risklerinden bilişimin fırsat ve risklerine, futboldan kültür-sanat politikalarına siyasi olmayan alan yok. Ve bu denli karmaşık, çok boyutlu siyasi alan yalnızca partilerle ve merkezi iktidar anlayışıyla da yönetilemez hale geldi.
O nedenle gerçekten sivil toplumun örgütlenmesinin önündeki her türlü engeli kaldırarak, dernekler ve vakıflar kanunlarını baştan aşağıya yeniden yazıp demokratikleştirerek başlayabiliriz. İfade özgürlüğünün önündeki her türlü kısıtlamayı, medyadan internete denetleyici, yasaklayıcı zihniyeti terk ederek başlayabiliriz. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununu, polis vazife ve salahiyetleri kanununu baştan aşağıya demokratikleştirerek başlayabiliriz.
Ak Parti'nin Afyondaki konuşmasında Başbakan, Bu ülkenin tarihinde, tek bir diktatör vardır. O da CHP'nin Milli Şef'idir
dedikten sonra, İnönü'nün, Bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam
, Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır
cümlelerini de hatırlatmış ve yorumlamıştır.
CHP Kurultayında Milli Şef
ilan edilen İnönü Cumhurbaşkanı seçildikten 11 yıl sonra, çok partili seçimlerde muhalefet lideri
seçilmiş; Sayın Erdoğan'a ise, Başbakan olduktan on yıl sonra diktatör
denilmeye başlanmıştır. İnönü'ye diktatör
diyenlerin haksız olduğunu biliyorum; Erdoğan'ın demokrasi ve insan hakları dışına çıktığını savunanların haksız olduğunu maalesef söyleyemiyorum!
İnönü'nün Sizi ben de kurtaramam
, Şartlar tamam olduğu zaman. .
sözlerini Sayın Erdoğan'ın anlamadığı anlaşılıyor. Başbakanımızın yakın sayılabilecek tarihimizi inceleme fırsatını bulamamış olmasına ne kadar üzülsek yeridir. İnönü'nün cümlelerini ihtilal istiyordu, ihtilalle birlikteydi
gibi anlayan Başbakan'ın, 17 Aralık darbesini
önlemesi ve ülkemizi koruyabileceğini nasıl bekleyebiliriz?
Afyon konuşmasını okuduktan sonra Erdoğan'ın, Demokrasiye yönelik müdahelelerin, millete ne büyük acılar yaşattığını
bilmediği söylenemez ama, Bizler, darbenin ne olduğunu biliyoruz
sözünün gerçek dışı olduğu maalesef çok açıktır.
Gazetecilik sadece gazetecilik için yapılmayınca, araya politik çıkarlar, romantizm, partizanlık, kariyer kaygıları ve egolar girince, işin rengi değişiyor. Aşk romanı yazmak gibi değil habercilik. Teknik ve etik bir mesele. Roman yazarken yazdıklarınızdan sorumlusunuzdur, ama okurun o romanı okurken içine girdiği haletiruhiye sizi bağlamaz. Halbuki haber öyle değil. Kamuyu harekete geçiren bir haberi yazarken, yayımlarken hem sorumluluk alırsınız, hem de sonuçlarından dolayı hesap vermek durumundasınızdır.
Flat Earth News/Düz Dünya Haberleri
adlı kitabında İngiliz Gazeteci Nick Davies de modern gazeteciliğe sert eleştiriler getirir. Ama o gazeteciliğin içine düştüğü en büyük sorunun Kontrolsüz haber yayınlamak
olduğunu söyler: Doğruluğu kontrol edilmeden yayınlanan haber, bağışıklık sistemi olmayan bir insan gibidir. Gazeteciliğin esası doğruyu aramak olduğu için, gazetecinin temel görevi de doğru olan bilgiyi almak, olmayanı da reddetmektir. Ama günümüzde bazı şeyler değişti. Bağışıklık sistemi çökmeye başladı. Garip, önemli ve fark edilmeyen bir gelişme olarak gazeteciler doğrulanmamış haberleri dünyaya pompalamaya başladı.
Davies'in tarif ettiği çarpıtma ve propaganda mikrobuyla zehirlenmiş gazetecilik sadece bizde değil, her yerde var. Reklamcıların, halkla ilişkilercilerin, emniyet mensuplarının, savcıların, partilerin veya liderlerin verdiği doğrulanmamış bilgilerle haber yapılan gazeteciliği sistemin bir hastalığı ve gazetecilik alanının zayıflığı olarak nitelendiriyor NickDavies.
İslamiyet'te yalan söylemenin caiz olduğu üç durumdan söz edilir: Ailenin sadakatini korumak, düşmana bilgi vermemek ve toplumun huzurunu korumak… Doğrusu bunlar ahlâk felsefesi açısından tartışılmayı hak ediyor. Ama şimdi karşı karşıya bulunduğumuz durum çok çok daha acil. Zira pornografiye varan bir yalan rüzgarı var ortada ve bu halen devam ediyor. Makyevelist mübah
düsturunun cılkını çıkartan bir yalancılık hem de! Sözkonusu iki dini grup sanki son 10 yıldır bu ülkede her türlü yolsuzluğu, inkarı, hukuksuzluğu birlikte yapmamışlar gibi biri erdem
rolünü oynamaya çalışırken, diğeri ne istediniz de vermedik
diyerek aldatılmış sevgili havasını çalıp durdu. Tam bir müsamere! Milyar dolarları saymaktan bitap düşenler son üç ay boyunca bir defa bile O telefon konuşmasındaki cümleler bana ait değil
deme ihtiyacı duymadılar. Bunlar komplo, montaj
deyip durdular. Tamam da ne? Doğru mu? Derken yalanlar yalanları davet etti ve milyarlarca doları kontrol eden bir diğer grubun lideri bir ceketim var
diyerek hepimizle dalga geçer gibiydi.
Devlete hizmet, nasılsa gerektiğinde otomatik olarak, reflekslerle, alışıldık yöntemlerle sürdürülebiliyordu. Bıyıklar kesildi, modern de değil post-modern olundu, şaraplar yudumlandı, dünyalar gezildi, nerenin nesi güzel methedildi, şu markadan başka soda içmem
yazıları yazıldı, ama devlet Sağmalcılar Cezaevi'nde insanları diri diri yakıp 34 kişiyi öldürdüğünde Devlet Girdi!
manşeti atılabildi (Hürriyet). '90'larda, düşük yoğunluklu savaş
yılları boyunca, Kürtlerin feryadına tek sütuna beş santimlik yer bulunamadı. Lifestyle
hummasına kapılmış televizyon kanalları, zenginleşenlerin cicibicilerini yoksulların gözüne sokmaya ara verdiklerinde, Genelkurmay'ın emirlerini yerine getiriyorlardı.
Bu dönemin önemli bir yeniliği, gazetecinin bizzat kendini konu etmeye başlaması, celebrity
haline gelmesiydi. Gazeteci bir tür seçkindi, bizim sıradan dünyamıza ancak işe yeni girmiş stajyer muhabirlerini gönderen, kendisi en şık yerlerde yiyen içen, giydiği, seyrettiği, konuştuğu… Her şeyi haber
leştiren bir özel insan türüydü.
Hatırlayacaksınız, yolsuzluk ve rüşvet
iddialarını mahkeme dışında her alanda kendine göre değerlendirme gayreti içinde olan Başbakan Erdoğan, Al Jazeera televizyonuna verdiği mülakatta, Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisindeki söylenen olaylar, Halk Bankası'ndan alınan ya da soyulan para değildir
diyordu.
G20 Zirvesi'ndeki yolsuzluk tanımı ise Başbakan Erdoğan'ın yolsuzluk literatürüne katkısından epeyce farklı:
Kamu gücünün özel kazanç için kötüye kullanılması.
Bu yolsuzluk tanımına göre olaylara baktığımızda, her gün yenilerinin eklendiği bir yolsuzluklar zinciri
görüyoruz.
Hükümet, geçen hafta Yap İşlet Devret (YİD) yöntemiyle ihale edilen ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Çılgın Projeler
olarak adlandırdığı dev altyapı yatırımlarını üstlenen işadamlarının aldığı yurt içi ve yurt dışı borçlara Hazine garantisi verdi.
Böylece hem özelleştirme kapsamındaki projelerin tüm riski devletleştirildi, hem de gerçekleştirilen ihalelerin şartları deyim yerindeyse yol ortasında
değiştirildi.
Devlet Hazinesi'nin sırtına 60 milyar doları aşan yeni bir kambur bindirmenin yolu açıldı.
Söz konusu işadamları projeleri yaparken batarlarsa, borçlarını tamamen Hazine ödeyecek.
Sınırsız Hazine garantisi verilen projelerin büyük bölümünü ise Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Körfez Geçiş projesi gibi, Sabah-atv için oluşturulan 630 milyon dolarlık yardım havuzuna para veren işadamlarının kazandığı ihaleler oluşturdu.
Getirilen düzenlemeyle üstlenilen borçların kamuoyundan saklanmasının da zemini hazırlandı. İmzalanan borç üstlenim anlaşmaları Resmî Gazete'de yayımlanmayacak. Ayrıca yurt dışından temin edilen krediler de devletin dış borç kaydı
adı altında ödenecek.
Böylece vatandaşın parasının, kimin borcunun kapatılması için kullanıldığı halktan gizlenecek.
Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu?
diyenlere şimdi bizlerin sorması gerek:
Devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.