En çok tepemi attıran, CHP'nin bu hayatî seçimdeki tavrı oldu. Seçim gecesi, insanlar yana yakıla tutanak arıyorlar, sonunda sabaha karşı HDP duyuru yapıyor, seçime girdiğimiz her yerin tutanakları bizde var, gelin bizden alın
diyor! Binlerce genç seferber olmuş, daha ne yapsınlar! Yahu hepimizin her şeyi gidip CHP'ye sorması, oradan temin edebilmesi gerekir. Ana muhalefet bu. Seçimde en hırslı, en iddialı, en örgütlü, en sistemli, en fedakâr olması gereken parti. Sandık gözlemcisi olarak çalışan gönüllüler -ki, başta başbakan, muktedirlere inat, bizzat varlıklarıyla, bu korkunç koşullarda bile bu seçimin bir demokratikleşme adımı olmasını sağladılar, helâl olsun!- geçirdikleri günü anlatıyorlar, internette sağda solda var. Okuyun da görün, sandık başlarında kimler nasıl davranıyor, hangi parti nasıl çalışıyor, neler oldu.
Aynı anda 41 ilde elektrik kesintisi tesadüf olamaz. Sandık sonuçlarına binlerce itirazın yapılması da, tartışmalı onca seçime rağmen alışıldık bir durum değil. Cihan Haber Ajansı başta olmak üzere, sandık sonuçları ile ilgili sağlıklı bilgiye ulaşım sağlayan kanalların siber saldırılara maruz kalması bir B Planı
nın parçası olmalı. Twitter ve YouTube yasakları ve internetin seçim öncesinde kullanılamaz ölçüde yavaşlaması, seçim kaybetme senaryosu
nun tedbirleri gibi görünüyor. Demek ki AK Parti'nin bu seçimden beklediğinin altında bir oyla çıkması durumunda düpedüz maraza kopacak ve önümüze herhangi bir seçim sonucu gelmeyecekti. Allah'tan kazanmış da, ülkeyi tüketecek bir kaosa sürüklenmemişiz. AK Parti seçim kaybetmeyi sindirecek durumda değilmiş. Sonuç: AK Parti'nin bu seçimleri kazanması mümkünmüş, ama kaybetme ihtimali mevcut değilmiş.
Hatırlayacak olursak, ABD Büyük Ortadoğu Projesi
kapsamında Erdoğan'a bir rol biçmiş ve kendisini eş başkan
ilan etmişti. Ne var ki, Erdoğan ekibinin kafasında Amerikan atına binip Osmanlı kılıcı sallamak
gibi bir arka niyet vardı.
ABD bunu anlamakta gecikmedi ve önce Libya'da, sonra da Suriye krizi sırasında yaşananlar sebebiyle atını Erdoğan'ın altından aldı! O yüzden Şanghay at pazarında dolaşmaya başladı.
Ross Wilson'dan önce de, ABD Dışişleri Sözcüsü Marie Harf, son basın toplantısında kendisine yöneltilen Türkiye hâlâ güvenilir bir müttefik mi?
gibi önceden ayarlandığı duygusu veren soruya, Türkiye NATO müttefiki
şeklinde hayli mesafeli ve yükü NATO'nun sırtına yıkan bir cevap vermişti. Bundan, bizim değil, NATO'nun!
anlamı da çıkardı, çizgileri bozduğunda gereğini NATO yapacaktır
tehdidi de.
Ama her iki anlamın da ortak sonucu, Erdoğan'ın artık kendileri için yararlı olmaktan çıktığıdır. Bu kuşkusuz Erdoğan'ın ABD'ye karşı olduğu ya da ABD'nin zararına işler yaptığı anlamına gelmiyor. ABD'nin istediği gibi davranma yeteneğini kaybettiği anlamına geliyor. Zararlı değil, ama işe yaramaz!
İktidarlar elbette hata yaparlar, hatta yoldan çıkabilirler. Böyle zamanlarda kitleler sokaklara çıkarlar elbette ama yönetenleri uyarmak için, mesaj vermek için, taleplerini duyurmak için… İktidar değiştirmek için değil!
Sokak gösterileri uyarı misyonunu aşıp iktidar düşürme yöntemi haline geldiği anda demokratik karakterini de kaybeder; zorbalığa dönüşür ve darbecilikten bir farkı kalmaz. Zira iktidarın sokak tarafından belirlenmesiyle ordu gücü tarafından belirlenmesi arasında özde bir fark yoktur. Darbeci, elinin altındaki birkaç yüz bin silahlı güce dayanarak tehdit eder seçilmiş siyasetçiyi. Sokak da özünde aynı şeyi sokağa döktüğü birkaç yüz bin kişiyle yapar. Sonuçta her ikisi de kaba güçtür; her ikisinde de çoğunluk iradesi dikkate alınmaz. Dolayısıyla her ikisi de gayrimeşrudur ve diktatörlük üretir.
Aziz Augustine, 'Tanrı Şehri' yapıtında haydutluk ile devlet arasındaki ilişkiyi pek güzel açıklar. Şöyle: Haydut çetelerinin küçük krallıklardan ne ayrılığı var? Soygun işinde, haydutları çetenin başı yönetir ve talan edilen mallar çetenin yasalarına göre bölüşülür. Eğer bu serseri kılıklı adamlar ilerleyip kaleler kurar, kentleri ele geçirir ve komşu ülkeleri fethetmeyi başarırlarsa, bunların kurdukları hükümete artık haydut çetesi denmez, daha ince bir söyleyişle krallık denir. Onlara bu ad eski eylemlerinden vazgeçtikleri için verilmiş değildir. Şimdi onlar yasalardan korkmadan böyle eylemlere girişirler de onun için…
Sadece devletin ve kurumlarının toplumu yasalar
bahsi ve vesilesiyle ezdiği bir süreçler bütününden bahsetmiyoruz. Aynı zamanda kurumların kendilerinin bütün bir mensupları açısından yaygın bir şiddet üretmesinden de bahsediyoruz. İstisnasız bütün kurumlar masumiyet temelinde değil, egemen karar
lar temelinde yönetiliyor. Halka karşı zehirli gazın ne zaman kullanılacağını yasalar ve masumiyet değil, egemenin kararları belirliyor.
Erdoğan, kazanabilmek için bir savaş ilan etti. Savaş ilan edebilmek için ise kendisine oy vermeyeceğini hesapladığı kesimleri toptan düşman safına yerleştirdi. Bu kadar düşmanın içinde cumhurbaşkanlığı yapmak çok mümkün mü? Malum cumhurbaşkanlığı makamı halkın bir kısmını değil tamamını temsil ediyor. Sizce Erdoğan'ın bu temsili üstlenme yeteneği, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek için yürüttüğü savaşın içinde yer alan 30 Mart muharebesinde ortadan kalkmadı mı?
Bir dönemeç daha geride kaldı. Türkiye'nin 17 Aralık öncesine dönme ihtimali mevcut değil. Önümüzde yeni dönemeçler var. Onlar da geçilecek ve geride ne kalacak? Geride kalanlar arasında, hâlâ uygulanmayan mahkeme kararlarının, yürütülemeyen soruşturmaların yer alması ihtimali var mı? Kaldığımız yer, başladığımız yer. Hâlâ 17 Aralık'tayız.
- Bir taraftan da kollarımla kendimi korumaya çalışıyorum. Ama ne fayda! Tekmeleye tekmeleye çenemi kırmışlar. Ben kendimi kaybetmişim. Elmacık kemiğim, tuzla buz olmuş. Gözümün iç duvarları, içe çökmüş. Burnumun üstü kopmuş. Delinmiş resmen, içi görünüyormuş, alnımdan bir parça kopmuş. Ben nasıl hayatta kaldım bilmiyorum. Ama ben özel değilim, burada kaç kişiyi bu hale getirdiler biliyor musunuz? Benim gibi kaç kişiye orantısız güç kullandılar. Ama onlar konuşmuyorlar, çünkü devlete güvenmiyorlar, nasıl olsa sonuç çıkmaz diye. Yolda yürürken işe giderken, kimi yakalasalar dövdüler, resmen işkence yaptılar. Kafamın sol tarafında sağlam yer kalmamıştı. Sonra da destan yazdılar öyle mi? Polisin yazdığı böyle bir destan işte!
Sonra?
- Burnumu da kırdıklarını söyledim değil mi, tepesi kopuyor. Perişan haldeyim. O kadar darptan sonra, beni 15 metre sürüklüyorlar. Bir sivil, beş çevik kuvvet var. Ben de video görüntüsünden gördüm, biri binadan çekmiş, youtube'a yüklemiş, beni yere bırakıyorlar. Sonra biri, gözüme bir şey sokup, gözümü patlatıyor…
Nasıl yani?
- Gözümün içine sivri bir şey sokup, gözümü çıkarıyorlar! Patlatıyorlar, göz eriyip gidiyor.
Yine de şu soruya da yanıt aranabilir. Bu toplantıyı kim dinledi ve sızdırdı? Bunu bilmemiz elbette ki mümkün değil ve istihbaratçılık oynamamın da alemi yok. Ama yine yakın tarihimize baktığımızda gördüğümüz şu: Bu ülkenin tarihi bir yandan da devlet içindeki bir gücün ya da kanadın, devletin zıvanadan çıkma ihtimali (bunu rakip kanadın aşırı güç kazanması ihtimali olarak da okuyabiliriz) karşısında karşı ve rakip kanadı (ya da kanatları) açığa düşürücü bir hamleyi uygulamaya koymasının tarihidir. Bir başka deyişle: Bu devletin mutabakatla yapıtığı işler vardır, mutabakat dışı yaptığı işler vardır. Mutabakatla yapılan işlerde tek bir bilgi kırıntısı sızmaz. (17 Aralık'tan bu yana, ya da öncesinde Hrant Dink cinayeti ile ilgili ne sızdı, mesela?) Ama mutabakat dışı işlerde bir el, zaman zaman devreye girer. Dolayısıyla AKP'nin yaptığı gölge boksu, esasen sonuçsuz bir faaliyetmiş gibi görünüyor.
Bitirelim artık. Yine de keşke birilerine sorma imkânımız olsaydı: Kahramanmaraş'ı da böyle mi tezgâhladınız?
Beyaz Türk
olmak, böyle bi'şey… Zenciler
işsiz de kalabilir, ama işin ucu kendilerine dokunduğunda yaşanılanı yeniden keşfetmek hakkı doğar…
Oysa, daha çok, o ünlü Temel fıkrasındaki gibidir her şey… Hani, Temel, askerliğini denizaltıda yapmış köyüne gelmiş, köylü meraklı, sormuş: Yahu Temel, siz, o torpidoları ateşlediğinizde denizaltı su almıyor mu?
Temel cevaplamış, İdris dayı, sen denize giriyorsun, af edersin, yelleniyorsun, su alıyor musun, işte, sistem aynı sistem…
Son sözleri söyleyelim de bu tartışma gerçek mecrasına dönsün:
1. Basın özgürlüğü patron katının kalitesine doğrudan bağlı bir kavramdır.
2. Patronunun devletle girdiği akçalı ilişkileri zamanında sorgulayamıyorsan, devamında yaşanılanları sorgulamanın anlamı yoktur.
3. Gerçek gazeteciye düşen, patron katıyla siyaset arasındaki hattın dışında, yaşam karşısında ilkeli durmak ve gerektiğinde işsiz kalmayı göze alabilmektir.
4. Bazen, patron katı
nın çıkarları, senin düşüncelerinle örtüşebilir, işini kolay yaparsın, bazen iş terse döner, senin için zor günler başlar.
5. Gazeteci, sergilediği ilkeli tutum nedeniyle işsiz kalabilir, ağlamaz.
1988 yılında çok genç yaşta dönemin en önemli basın organlarından GÜNEŞ Gazetesi'nin Yazıişleri Müdürü olduğumda, yazarımız Çetin Altan karşıma oturmuş ve bana şu, asla unutmadığım cümleyi söylemişti: Patronuna soramadığın soruyu başkasına sorma!
Putin'e teşekkür borçluyuz. Ülkemizi, tahmin etmediğimiz bir öneme ve güce kavuşturduğu için.
1- Saldırgan politikası, NATO'nun Soğuk Savaş sonrası gevşemiş ortak güvenlik anlayışını canlandırdı…
2- Soğuk Savaş bittiğinde Türkiye'nin jeo-stratejik öneminin kalmadığını söyleyen aklı evvelleri haksız çıkardı…
3- Avrupa ekonomisinin enerji ihtiyacı için Kazak, Türkmen, Azeri, Kuzey Irak, hatta İran ve Doğu Akdeniz doğalgaz depolarının hayati önemini gösterdi.
Bu denklemde Türkiye, asıl şimdi Avrupa'nın gerçek enerji koridoru, güvenliğinin de -tekrar- stratejik ortağı oldu.
Putin, doğalgazı ve nükleer füzelerine güvenerek dünya sistemini dağıtmaya kalktı, aslında dünyanın kendine gelmesine, derlenip-toparlanmasına yardımcı oldu.
Başbakan bu haliyle, sadece dindarlığı kalkan yaparak yolsuzluğa batmış bir siyasî kadronun ikbal dönemini uzatmak için sınır ve ölçü tanımaksızın, eline geçirebildiği her silahı kullanan bir ölüm-kalım savaşçısı değil, şehir şehir dolaşıp ruhlara karanlık aşılayan bir büyücü gibidir. Hepimizin geçmişini s… Kme peşindeki bir bakanın bile yatıştıramayacağı uğursuz duyguların hükmü altına girebiliyor, anlayabildiğimiz kadarıyla. Hangi siyasî hesap, polisin öldürdüğü bir çocuğun annesini meydan dolusu insana yuhalatmayı meşru kılabilir? Oralarda sahiden dindar birileri var mı?
Hükümeti gözü kapalı desteklemek, iktidar imkânlarından uzaklaşmamak için girdikleri, yalanla dolanla, zulümle, vicdansızlıkla dolu bu mücadeleyi bir an için dışarıdan bakan birinin gözüyle göremezlerse ne olacağına dair dindar siyasetçi ve gazetecileri uyarmak isterim aslında, ama kim beni dinleyecek ki? Olsun yine de söyleyeyim, Google'da bir şey ararlarken falan karşılarına çıkar belki: Muammer Güler'in lafı, bir siyasetçinin densizliği değil, mevcut hükümetin hepimize yaklaşımının özeti, başbakanın bize reva gördüğü tavrın simgesidir. O lafla bizim geçmişimize bir şey olmaz, ama sizin geleceğinize oldu bile.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.