Aslında, bu kafa karışıklığını anlamak mümkün, doğrusu, şu anda iktidara karşı olanların bileşkesi, Kürtlere iktidarın vadettiğinden daha azını vadediyor veya hiçbir şey vadetmiyor. Dahası, siyasal istikrarsızlığın barış sürecine zarar vereceği de kesin. Bu, sadece Kürt siyasi hareketinin değil, hepimizin kaygı duyması gereken bir husus. Ancak, artık o eşik geçildi; yani siyasal istikrasızlık geri dönülmez bir noktaya geldi, dahası iktidarın içerde ve dışarda yaşadığı meşruiyet krizi, onu 'çözüm sürecini'n bir aktörü olmaktan çıkardı. Çözüm sürecine titizlenmek ve tehlikeye girmesinden sakınmak önemli, ancak mevcut siyaset tablosunun buna artık izin vermediği de bir gerçek. Kürtler de, iktidar karşısında cepheye katılsınlar demiyorum, ama yeni durum onlar için de yeni bir okuma yapmayı gerektiriyor diye düşünüyorum. Mevcut tablonun en çok Kürt siyasi hareketini zorladığını kabul etmek zorundayız. Ancak, böylesi bir savrulma dönemi, sadece mesafeli siyaset ile de, sadece Kürtleri ilgilendiren konular üzerine kapanarak da geçiştirilemez.
Sonuçta, hepimiz için çok karanlık bir süreç içinde yol alıyoruz ve nereye gittiğimiz henüz belli değil, o nedenle en azından hâlâ kolay çıkış arayışı içinde boş hayallere, sığ akıl yormalara bel bağlamaya bir son verelim. Ayrıca, sanki bugünün gelişi çoktan belli değilmiş gibi şaşırmış gibi yaparak da, 'ben demiştim' diyerek de, sorumluluktan kaçış yolu aramayalım. Zaman haklı çıkmak derdine düşmek değil, gerekirse kendimizi haksız, yolu düze çıkarmayı başarmak zamanı.
Soru malum: Bu savaşta hangi tarafı tutmalıyız? Bu soruya muhatap olduğumda genellikle başlıktaki soruyla cevap veriyorum: Bu savaşta taraf tutmak zorunda mıyız? Ardından böylesi bir savaşta taraf olmasanız da olur, hatta böylesi daha iyi olur
diyorum. Çünkü:
1) Bu bir iktidar mücadelesi. Eğer iktidardan pay almak istiyorsanız bir tarafı seçmeniz gerekebilir, ama böyle bir derdiniz yoksa bütün taraflarla aranıza mesafe koymak daha iyi olabilir.
2) İki taraf da bunun bir iktidar mücadelesi olduğu gerçeğini örtüp bizi aslında milli iradeyi savunmak
veya yolsuzlukla mücadele etmek
istediklerine ikna etmek istiyor.
3) Böylesi bir savaştan kimsenin galip çıkma imkanı yok. Belki de kimin daha çok ve daha az kaybettiğine bakmamız gerekecek. Ama daha vahimi, Cemaat ve hükümetin birbirlerini tüketmesiyle Türkiye'nin önünün açılacağının garantisi yok, çünkü ortada alternatif olma potansiyeli taşıyan üçüncü bir güç bulunmuyor.
Tabii ki bu yazıyı burada bitirmek eksik olur. Çünkü hükümet bizi ısrarla devlet içindeki devlet
e karşı mücadelesine destek olmaya; Cemaat de yolsuzluklara karşı yargının yanında durmaya çağırıyor. Yolsuzluk iddialarını ciddiye alacak kadar AKP'yi, devlet içinde devlet
iddialarını ciddiye alacak kadar da Cemaat'i tanıdığımı düşünüyorum. Bu nedenle Cemaat kontrolündeki devlet içindeki devlet
yapılanmasını tasfiye ettiği ölçüde hükümete, yolsuzlukla mücadele ettiği ölçüde yargıya (dolayısıyla Cemaat'e) destek olmanın bir sakıncası bence yok.
Demokrasi ve şeffaflığı savunan birisi olarak, şeffaflıktan uzak olan Cemaat'e, milli iradeden kastı çoğulcu demokrasi olmayan hükümete (dolayısıyla Erdoğan'a) kayıtsız şartsız destek vermeyi hiç düşünmedim, bundan sonra da düşüneceğimi sanmıyorum.
Son söz: Eğer Gülen cemaatinin sivil kanadı, gizli-kapaklı işler çeviren sivil olmayan kanadı etkisizleştirir ve sahici bir sivil toplum hareketini inşa ederse; AKP de çoğunlukçu/dayatmacı anlayıştan uzaklaşıp çoğulcu/katılımcı demokrasinin önündeki engelleri kaldırırsa bu ülke için hayırlı olur.
Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleştiği, evrensel hukuk ilkelerinin yönetimde etkili olduğu ülkelerde ise idari tasarruflar ve harcamalar şeffaf olmak durumundadır. Bu ülkelerde böylesine kayıt dışı ilişkiler kurmanız mümkün olmaz. 12 Haziran seçimlerinden sonra gitmekten vazgeçtiğimiz 'AB yolu' demek; 'kayıt' demek, 'hukuk' demek, 'herkese eşitlik' demek, 'kurumsallaşmak' demekti. Yani o dünyada kanun dışı işler yapmadığınız müddetçe, kimse devlet ihalelerinden dışlanamaz, bütün ihaleler ya da imtiyazlar; eş-dost, tanıdık ya da yakınım gibi kriterlerle dağıtılamaz. Kimse hukukun suç saymadığı bir durumdan ya da taşıdığı aidiyetten dolayı dışlanamaz, ötekileştirilmez.
Yanlış anlaşılmasın, ben, para trafiğinde kimseye hesap vermek zorunda kalmasınlar, kayıt dışı işler daha kolay yapılabilsin diye Türkiye rotasını Batı'dan Doğu'ya çevirdi, demiyorum. Ancak Türkiye'nin yönünün, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışından -daha İslami değil- şarklı bir yönetim anlayışına doğru dümen kırdığını ve bunun da hiç iç açıcı bir durum olmadığını söylemek pekâlâ mümkün.
Bu açıdan baktığınızda ülkede bugün yaşananları cemaat-AK Parti kavgası olarak görmek, olayı saptırmaktan başka bir şey değildir. Türkiye bugün, on yıllardır iğneyle kuyu kaza kaza elde ettiği kazanımların yok olup olmamasının kavgası içindedir. Devletin yönünü çevirdiği şarklı yönetim anlayışının, şeffaflıktan ve hesap verilebilirlikten uzak olması nedeniyle belirli bir yönetici elit haricinde kimsenin hayrına olmadığı ortadadır.
Bu toplum fişlemelerden, devlet gücü ve baskısıyla insanların hedef gösterilmesinden, ötekileştirilmesinden, psikolojik harekâtla oluşturulan mahalle baskılarından, komplo teorilerinden, hayal mahsulü düşmanlıklar ve iç tehditler üzerine kurgulanmış korku imparatorluklarından çok çekti. Milletin AK PARTİ' Yİ iktidara taşımasının en önemli sebeplerinden biri de çekilen bu sıkıntılara tepkiydi.
Geçmişte kendisinin yaşadığı bu tip mağduriyetleri, şimdi tasvip etmek ve bizatihi uygulamaya çalışmak siyasi iktidar için izah edilebilir bir durum değildir.
Buradaki sorunun, talebin adını doğru koymak lazımdır; sorun büyüyen Türkiye'nin önünü kesmek
değildir, komplo
, dış güçlerin müdahelesi
, çete
, örgüt
değildir. Hele hele iktidara darbe girişimi
hiç değildir. Bugünün Türkiye'sinde demokrasi dışı yöntemleri, bu konuda acı tecrübeler yaşamış bir milletin evlatları olarak kimsenin istemeyeceği açıktır. Sorun ya da talep, çok basit ve yalın olarak, demokrasi talebidir. Vatandaş iktidar partisine, yolsuzlukları örtme, yolsuzluklarla demokrasi içinde mücadele et! İnsanları ötekileştirme! Bana zorlayıcı bir ahlâk anlayışını dayatma! Evime, çocuklarıma, özel hayatıma, inancıma karışma! Yapabiliyorsan bütün bunları güvence altına al, alamıyorsan gölge etme!
demektedir.
Eğer mutlaka bir komplo aranması gerekiyorsa, bu komplonun, bir iktidarın karşılaştığı her olumsuz olay ve durumun arkasında komplo olduğu zannıyla hareket eder hale gelmesinde
, dolayısıyla ülkenin operasyonlara müsait hale getirilmesinde
aranması gerektiği düşüncesindeyim.
Hiçbir şeye değil de, ulusça 100 yıla yakındır kurtuluş savaşı veriyoruz, helak olacağız ona yanıyorum. Aslında adını doğru koysak bu dertten kurtulacağız. Biz Türkler 1918-22'de de kurtuluş savaşı falan vermedik. Anadolu'da Türk, Kürt, Rum ve Ermeniler bir iç savaş yaşadılar. Anadolu insanı birbirini boğazladı.
Son yılların kurtuluş savaşları da tam bir palavra… Uzlaşma kültürümüz olmadığı için harbiden birbirimizi boğazlıyoruz.
Sebebi de hep aynı, demokrat değiliz, şeffaf bir toplum kurmaya niyetimiz yok.
Kurtuluş savaşı teraneleri altında güme giden ise Sayıştay yetkileri ve Kamu İhale Kanunu…
Erdoğan'ın çok bağırmasının tek nedeni var: 'Örgütlenmiş malı götürme' sisteminin üstünü örtüyor. Gerisi palavra.
Bu seçim rallisi bir bakıma nihai siyasi hesaplaşma. Böylesi bir döneme girilirken her bir iç ve dış aktörün dinamikleri ve süreci etkileyecek girişimlerde bulunmaması düşünülemezdi. Sorun aktörlerin ne yaptığı ya da yapmak istediğinde değil, yönetme erki olanların sorunları ve süreci nasıl yönettiğinde.
Bu gerilimin içinde iki tarafta da kimse kendi ütopyasını anlatmak derdinde değil. Tabi eğer varsa. Gerilimin tarafları aktörler üzerinden pozisyon alıyorlar. O nedenle kimse mesele üzerinden, bu sürecin sonundaki ülke hayalinden beslenerek konuşmuyor. Birbirlerini ve hatta kendilerini koşulsuz desteklemeyenleri de şeytanlaştırmanın dışında bir hedef yok. Ya da varsa bile biz bilmiyoruz.
Demokratikleşmeyi savunduğunu söyleyenlerin bile tek adamlığı ve merkeziyetçiliği savunur hale geldiği, kuvvetler ayrılığı gibi evrensel bir ilkenin bile 2013 Türkiye'sinde yeniden konuşulur hale geldiği günlerden geçiyoruz.
Sürekli olarak her meselede aynı seçime, aynı sınava zorlanıyoruz, sivil siyaset için sivil siyasetçilerin de keyfiliğine razı olmak ya da Kürt meselesinde açılım süreci uğruna yolsuzluklara da razı olmak. Şeffaflığı, hesap verebilirliği, denge denetleme mekanizmalarını ve sivil siyaseti bir arada yaşatamayacakmışız gibi düşünmemiz isteniyor.
Cemaat ile CHP ittifakı mümkün mü? Bir centilmenlik havası var gibi…
Yeni iktidar AK Parti koalisyonunun içindeki bir unsurla dışındaki bir unsur arasından doğacak. Erdoğan ile Kürt hareketi ya da Cemaat ile CHP öne çıkan ihtimaller. Erdoğan partiyi vermemekte direnirse, AK Parti yolsuzluklarının sanıldığından çok olduğu gösterilecek, bütün kadro ve taban hedefe alınarak yıkılacaktır. Bu durumda CHP tek alternatif kalır. Gelişmeler yeni iktidarın AK Parti'nin içiyle CHP'nin içi arasındaki sahada oluşturulmaya çalışıldığını gösteriyor.
Yargıda gerçekten demokrat, vicdan sahibi hukukçular var. Kaç kişiler? Etkileri var mı? Bu olan biten karşısında ne yapıyorlar?
Yargıda herkes demokrat ve vicdan sahibidir. Bundan kuşkulanmak için bir nedenimiz yoktur. Sadece konuşmak için iktidarın değişmesini beklerler. Yani korkuyla ilgili çok küçük ve önemsiz bir sorunumuz vardır!
* Orhan Gazi Ertekin → Çınar Oskay (Hürriyet) 29 Aralık 2013
İşte hadise budur! 'Yeni Türkiye' dedikleri, 'Yeni Türkiye'den anladıkları da budur: Tayyip Erdoğan iktidarını kısıtlayabilecek, alternatif olabilecek hiçbir şey bırakmamak. Buna devlet kurumları da dahildir. En başta yargı olmak üzere.
O nedenle, 'yolsuzluklar' birden ve otomatik olarak 'uluslararası komplo'ya, 'hainler'in, 'casuslar'ın faaliyeti gibi takdim ediliveriyor. Bu ülkede 'yolsuzluklar' ile mücadele imkânı bırakılmayacak hale getirilmek isteniyor. 'Yolsuzluk soruşturması', gelip 'Tek Adam'ın kapısına dayanırsa, olacak olan budur.
'Tek Adam' iktidarını pekiştirme yönünde kazanılacak her mevzi ise 'demokrasi'nin tabutuna çakılacak her yeni çividir.
Erdoğan, Gezi sürecinde öğrendiğini şimdi yeniden hayata geçiriyor. Yaşananların anlamını daha geniş bir bağlama oturtmakla kalmıyor, kendisine yönelik tehdidin aslında Türkiye'nin, yani doğrudan toplumun ve sıradan insanların çıkarına zarar verdiğini anlatıyor. Bu tehdidin yurtdışından da desteklenen bir projenin uzantısı olduğunu iddia edebildiği ölçüde, kendi konumunu 'milli' olarak tanımlayabiliyor ve AKP'nin düşürülmesini hedefleyen karşıtlarını da 'gayri milli' bir konuma düşürüyor. Halk Bankası soruşturmasının diğer dosyalarla birleştirilerek kullanılması ve bu bankanın bir tür merkez bankası işlevi görüyor olması, Başbakan'ın inandırıcılığını artıran unsurlar. Türkiye'nin zenginleşmek, dünyaya entegre olmak ve bu süreçte özgüvenli bir kimliğe kavuşmak isteyen yaygın seçmen profili açısından bu stratejinin epeyce işlevsel olacağını öngörmek gerek. Eğer buna karşı sadece 'yolsuzluk' teranesi ile çıkılırsa, çok şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşılabilir.
Erdoğan'ın asıl avantajı ise muhakkak ki AKP karşıtı cephenin bizzat muhafazakâr ve melezleşmiş kitlelerin gözündeki olumsuz niteliğidir. Toplumun yüzde elliyi aşan bir kesiminin her halükârda son on yılın kazanımlarını kaybetmek istemediğini, bu korkuyu derinden duyduğunu ve böyle bir tehdit altında kategorik olarak AKP'ye oy vereceğini varsaymak gerçekçi gözüküyor. Yolsuzluk soruşturmalarının zamanlaması, birleştirilerek kullanılması ve araya Fatih Belediyesi'ne ilişkin gerçekte içi boş olma ihtimali çok kuvvetli bir 'tampon' dosya konulması, Başbakan'ın 'asıl amaç ne?' sorusunun seçmen nezdinde de siyasallaşmasına neden oluyor. Eğer yaşanan çatışmanın özü 'siyasi' ise seçmenin tercihinin de 'siyasi' olacağı açık… Üstelik böyle bir değerlendirme içinde, yolsuzluk konusunda ısrar edip işin siyasi yönüne değinmeyenler daha da 'siyasi' olarak algılanıyorlar.
Mesele neyin Türkiye'nin lehine ve kimin geleceğin taşıyıcısı olduğu noktasına geldiğinde AKP hâlâ rakipsiz ve sonucun da ikinci bir Gezi'ye dönüşme ihtimali çok kuvvetli… Yani önce bir tür 'devrim' hayali, ardından AKP'nin konsolide olan gücü karşısında sukut-u hayal…
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.