Uludere olayının sırrı; PKK'nın 3 yöneticisinden biri olan Fehman Hüseyin isminde gizlidir. Kudrete doyamayan hükümet; 1999 yılında Abdullah Öcalan'ın yakalanmasıyla DSP'nin kazandığı siyasi zaferin benzerini hesaplamış, Kürtlerle barışa mecbur kalmadan iktidarını perçinleyeceğini hayal etmiştir. Bu büyük zafere ait bilgi ve emirlerin doğrudan Başbakan tarafından yönetilmediği ihtimali sıfırdır.
Kasım 2011'de; Fehman Hüseyin'in sınır bölgesine yakın bir yerde olduğu
istihbarat bilgisi hükümettedir. Dolayısıyla risk alınmış, içlerinde Fehman Hüseyin'in olduğu sanılan ve kaçakçı olduğu bilinen gruba bütün riskler göze alınarak atış emri verilmiştir. Hükümet, on gündür izledikleri yol için hâlâ biz kaçakçıların gittiğini görmedik
diyebilir mi?
Maksat şu: Siyasal sorumluluk, savaş konseptini yürüten hükümettedir. Muhalefet de desteği kadar sorumluluğu taşır. Ne olduğu, nasıl olduğu, kimin emriyle ve kimin eliyle neyin etkisiyle o bombaların yağdırıldığının ortaya çıkması önemlidir yine de, bir kabulün başlamasıdır çünkü. Kürtlere, varlıkları, tarihleri, topraklarıyla bakıştaki temel sakatlığın ifşasının başlaması: Bir ulusun, bir ulus devlet tarafından dize getirilmesi projesinin adının ilerleme, çağdaşlaşma, modernleşme, ulusal bütünlüğü koruma, milli birlik ve beraberliği garantiye alma olamayacağının.
Sınırları göremezseniz, boşlukları göremezseniz, sınırları gizleyen, boşlukları gizleyen sistemi ve sistemdeki payınızı göremezsiniz. Bir sistemin cinayetidir Roboski. İktidarı ve muhalefetiyle sistemin tamamı mesuldür: Ankara'dan bakınca o bombalama, sistemin devamı için gerekli işlemlerin bir mecburi sonucundan ibaret görünür ve hükümetin dediğinden başka savunma yoktur: Kaza.
Bu kaza
sözü, akçeli işlerdeki kâr
sözüne benziyor az: Kendisi yolsuz olan, işleyişi yolsuzluğa ayarlı sistemden kazançlı çıkanlar, elindekilere kâr
diyor. Onun hesabının sorulmasının iftira
olduğunu öne sürüyor. Can işlerinde elinden çıkan cinayete de kaza
diyor; Uludere'ye de aynı kalıp, iş cinayetlerine de aynı kalıp.
İktidarda kimin olduğunu bilmeden, sizin mi yoksa muhaliflerinizin mi ülkeyi yöneteceğinden emin olmadan iktidar-toplum ilişkilerini, devletin gücünü ve sınırlarını tanımayı deneyelim! Böyle bir durumda; iktidara mutlak yetkiler verir misiniz? Yoksa onu temel hak ve özgürlüklerle sınırlandırmak mı istersiniz? Unutmuyorsunuz değil mi iktidar makamında 'muhalifinizin' oturma ihtimalini?
İktidarı hukukla sınırlandırmaz mısınız? Devletin, kamu harcamalarının şeffaf olmasını istemez misiniz? Çoğunluk olanın her şeyi yapabileceği bir rejim mi öngörürsünüz, yoksa kanun yapıcının aşamayacağı evrensel hukuk ilkeleri mi?
Çoğunluk iktidarının hem yasamayı, hem yürütmeyi, hem de yargıyı tümüyle denetlediği bir kuvvetler birliği mi istersiniz, yoksa bunları ayırır ve birbirini dengeler ve denetler hale mi getirirsiniz? Unutmuyorsunuz değil mi iktidarda 'siz' olduğunuz kadar, rakipleriniz de olabilir ve bu yıllar sürebilir…
Ha, eğer iktidarınızın ebedi olduğunu varsayıyorsanız, bunu sağlayacak mekanizmalara sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, evet bunların hiçbirine ihtiyaç duymazsınız…
Zorlu İkili"si Olarak Rasim Ozan ve Nagehan Alçı
Hem Alçı hem Kütahyalı televizyonun asli kuralını özümsemiş ve işin temelde performans ve gösteri ayağıyla ilgili olduğunu çözmüş çıkışlarıyla köşe yazarlığından çok televizyon personası olmaya yatkınlar. Köşe yazılarından çok televizyondaki varlıklarının tartışılmasının nedenlerinden biri de bu alanda gösterdikleri üstün ve tabii ki gürültülü performans. İkisinin de muhataplarını dinlerken ve konuşurken her daim tetikte olması, sadece yüksek egolarının bir uzantısı değil, bulundukları alanın zorunlulukları gereği olarak da seçilmiş bir strateji aslında. Açık vermemekle ve ne pahasına olursa olsun tavizsiz bir benim söylediğim mutlak doğru
tavrıyla geçen yüzlerce programın anlattığı sıkıcı ama önemli hikâyenin tüm numarası, klasik bir anne-baba tavsiyesine dayanıyor sanki: Kendinizi ezdirmeyin
. Bu tavsiyeyi Kütahyalı-Alçı ikilisinde aşırı ciddiye alan hal, pek tabii ki doğal mecrasına ulaşıyor nihayetinde: Başkasını ezmeye.
Yolsuzluklar tüm siyasî sistemlerin problemidir. Alternatiflerinden daha açık, şeffaf, denetlenebilir yönetim biçimi olması, demokrasilerde hem yolsuzluğun daha az vuku bulmasını hem de daha kolay ortaya çıkartılıp cezalandırılmasını sağlar. Yolsuzluklara, yolsuzluk yapanlara müsamaha gösterilemez. Yolsuzluk yapıldığıyla ilgili ciddî emarelerin bulunması hâlinde, yargı makamlarının mutlaka bunun üzerine gitmesi gerekir. Bu çerçevede, örneğin, bakan çocukları da, gerekirse, göz altına alınabilir, tutuklanabilir, yargılanabilir. Siyasîlerle ilgili benzer iddialar varsa, onlar için de ilgili usul kuralları işletilerek yargı mekanizmaları harekete geçirilir. Ayrıca, siyasî bir müeyyide veya ön tedbir olarak, yargı kararları beklenmeden azledilmeleri yahut istifa etmeleri sağlanabilir. Bunun aksi, yani siyasîlerin ve çocuklarının dokunulmaz olması düşünülemez. İşin esası budur. Bu tür operasyonların zamanlaması, kapsamı, tarzı, teknik boyutları, siyasî sonuçları elbette tartışılabilir, ama bunlar, olayın esasını değiştirmez.
Bu ilkesel bakış hükümetin yargının normal şekilde çalışmasını engelleyici idarî ve siyasî adımlar atmamasını gerektirir. Demokratik bir ülkede hukuka saygısı olan bir hükümet, iddiaların üstünün örtülmesine, yargı sürecinin önünün tıkanmasına ne kendisi tevessül eder ne de bunun yapılmasına izin verir. Yargı da, âdil yargılama ilkesinin gereklerine uygun olarak yargılamanın yapılması ve gerçeğin ortaya çıkartılması için gerekli tedbirleri alır. Bu çerçevede, hükümetin son iddialarla ilgili olarak yargıya müdaheleden kaçınması sadece ülkenin iyiliği için değil kendisinin itibarı ve inanılırlığı açısından da yapması gereken şeydir.
Transparency International ve Avrupa Birliği'nin Eurobarometer istatistiklerine göre, İtalyan kamuoyu, son yıllarda yolsuzluğun tırmanışta
olduğunu da düşünüyor; özetle sorun yerli yerinde ama kamuoyunda konuya bir ilgisizlik var.
İtalya'da, yolsuzluğa ilgi düşerken, ırkçılık, zenofobi ve aşırı sağa ilgi yükseliyor. Asker, olur olmaz nedenlerle sokağa
indiriliyor, faşizm dönemini çağrıştıran üniformalar giyen siviller, sokakta teftişe çıkıyor.
Siyaseti magazinleştirmeye devam ederek, yolsuzluğu normalimiz
hâline getirme lüksümüz var mı?
Bugün yolsuzluğu savunan barışseverler
, yarın döne döne, bu ilkesizlikle neyin savunucusu olabilir; karar Türkiye'nin…
Siyaset mühendisleri asıl, boş konuşmalarla, komplolarla magazinleşmeye
neden olanlar. Mühendisten çok da, malzemeden çalıp
binaları başlara yıkan, müteahhitler gibiler.
Bir kadın, çocuğunun ölümüne dayanamaz değil. Dayanır. Fadime Ayvalıtaş çocuğu ölmüş ilk anne değil. Ama çocuğu öldürüldükten sonra, o çay koymak zorundayken beklediği telefon gelmezse ölür. Fadime Ayvalıtaş o röportajda iktidar için Başsağlığını bırak, arayıp 'gözünaydın' diyelerdi
diyordu. Bu katillerin ölüye saygısı yok ama kadınlara hiç yok.
Çocuklarına mezar isteyen kadınların cumartesilerine saygıları yok. Roboskili annelerin acılarına saygıları yok. Medeni'nin annesine saygıları yok. Medeni'nin annesi Çocuğumun katili sizsiniz. Benim oğluma Gezi Parkı'nda kahraman diyorlar. Oğlumun katilini bulun. 5 ay oldu savcılar, polis nerede? Niye benim oğlumun katilini bulmuyorsun?
diye Türkçe konuşsaydı bile kadını anlayamayacaklardı, acısına saygı duymayacaklardı. Kürtçe olduğu için hiç anlamadılar. Ama bilmedikleri bir dil olduğundan değil. Halbuki Dar hejiroke
ye ağlamak gibi, Medeni'nin annesine ağlamak için Kürtçe bilmek mi lazım?
Ortodoks ve Katolik kiliseleri yüzyıllar boyunca çatışma içinde oldular ve sosyolojik karşılaşmaların yaşandığı anlarda birbirlerini fitne ile suçladılar. Sonraki yüzyıllarda Protestanlığın ortaya çıkması ile birlikte, her olayda fitne arayışı Batı dünyasına da sıçradı. Fitneden genelde anlaşılan kasıtlı olarak ikilik çıkarmak, insanların aklını çelmek, taraf yaratmak, gerçek dışı bir iddiayı gerçekmiş gibi sunmaktı. Amaç toplumsal yırtılmalar ve kırılmalar üzerinden, inanç dünyasındaki belirli bir kurumun, yani siyasi bir odağın gücünü ve prestijini yükseltmek, o kurumun takipçilerinin artmasını sağlamak ya da 'karşı' tarafın gücünü kırmak, ona destek veren kitlelerde kuşku yaratmaktı.
Kötü niyetle davranan, ahlâki olmayan bir siyaseti sürdüren insanlara her dönem rastlanabilir… Ama Hıristiyan dünyasına asıl zarar verenler bu kişiler ve ürettikleri fitneler olmadı. Asıl büyük zarar fitnenin bir toplumsal atmosfere, solunan bir ortama dönüşmesiyle ortaya çıktı. Öyle ki kimsenin fitne yapmasına bile gerek kalmadı. İnsanlar birbirlerinden kuşku duymaya başladılar, aldatılmışlık hissinin içine gömüldüler. Siyaset insanları bilinemez ve güvenilemez bir sosyal ortama sürükledi, yabancılaşmayı ve yalnızlaşmayı besledi. Öte yandan aynı ortam irili ufaklı iktidarların üretim alanı olarak kullanıldı ve zamana yayılan tahribatlara neden oldu. Hıristiyanlar iktidar kavgasından çok çektiler ve ortak bir kamusal alanın kıymetini burunlarını sürterek öğrendiler…
Türkiye'de devlet hep ideolojik yapıdaydı, halen de öyledir. Cumhuriyetten bu yana laik Kemalist ideolojinin kuşattığı vesayetçi devlet sancılı bir şekilde el değiştirirken, evrensel değerler temelinde demokratik, eşitlikçi, çağdaş hukuk devletine değil özünde aynı despotizmle malul başka bir ideolojik yapıya evrilmektedir. Son günlerde yaşananlar, aynı ideolojik kökenden gelen farklı kanatların devlete hakim olma savaşıdır.
İdeolojik iktidarların egemen olduğu devletler, tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi özgürlükçü, eşitlikçi, adaletli, hukukun üstünlüğüne dayalı hizmet aygıtları olamazlar. Belli bir ideoloji uğruna toplumu biçimlendirmeye çalışırken kendi ideolojilerinden yana olmayan bütün kesimleri ve birey yurttaşı ezerler. Bu türden yapıların boğazına kadar yolsuzluğa haksızlığa batmaması, çürümemesi olanaksızdır. Bir ideolojinin sahipleri gider öteki ideolojinin egemenleri gelir, çürüme sürer. Bir süre sonra da devletin yeni sahipleri eskilerin postuna bürünürler.
devrim
Ama devrim oldu, yaptık işte; daha ne istiyorsunuz?
diyen ve bu şekilde ihtiyarlayan AKP ve etrafında hızla yükselen yeni sınıf mesela Gezi'yi hiç anlamadı. Bu gençleri hiç anlamadılar ve habire eskiden yağ yoktu, gaz da yoktu, kuyruklar bile vardı; haddinizi bilin, şükredin
kıvamında fırça çektiler sağa sola. Türkiye'nin demokratikleşmesinde pili bitmekte olan bir AKP'ye yeni bir enerji ve atılım verecek olan Gezi hareketi şeytanlaştırmanın malzemesi oldu. 27 Mayıs'larda, 28 Şubat'larda her zaman bir takım şeytanlar bulunduğu gibi.
Sosyal medyada, sanal alemde toplu saldırılar; paranoya yaratıcı haberler… Bir zamanlar Erdoğan, Gül, başörtülüler hakkında uydurulan asparagas haberler Geziciler
nezdinde bir düşman kategorisi yaratılarak, salvo ateşine girişildi.
Otoriter dil her yerde boca edilirken, Kemalistlerin vazgeçilmez referansı karşı-devrim
teranelerini piyasaya sürdüler habire… Düne kadar jakoben devletin borazanları olan Çölaşan'ların, Özdil'lerin yerini alan yeni aparaçik yazarlar, tazelenen devletle eklemlenen yeni jakobenlerin borazanı oldular. Bunlar büyük bir kibir, bilgiçlik ve aşağılayıcı bir dille eskilerin yöntemlerini de (bel altı vurmalar vs.) sahiplendiler (Çölaşan sürekli liboşlardan
bahsederdi mesela; şimdikilerin bazıları da aynı tarzla sürekli liberallere
çakmaya çalışıyor). Aynı onlarınki gibi, damarlarına işlemiş Kemalist bakışla her şeyi bildiklerini düşünüyorlar.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.