Patronsuz Medya

AK Parti'nin paradoksu

AK Parti açısından bu paradoksal durum başka üç alanda daha sorun üretiyor. Kutuplaşma ve Gezi sonrası aşama olarak şeytanlaştırma, AK Parti'nin ülkenin entellektüel sermayesinden beslenme yollarını kapıyor. Her tartışma yandaş-karşıt ikileminden değerlendirildiği sürece haklı eleştiriler, katkılar da azalmaya ve giderek sıfırlanmaya yaklaşıyor.

İkinci sonuç öncekiyle de bağlantılı olarak, beslenme yolları kapanmış bir iktidar, yaptıkları ve politikaları konusunda kalite kaybetmeye başlıyor. Eleştirilerle, katkılarla daha kaliteli, nitelikli işlere, uygulamalar, kanunlara ulaşılabilecekken kalite daha düşük seviyede kalıyor. Yalnızca demokratikleşme paketi etrafındaki tartışmalara, her eleştiriyi özellikle parti sözcülerinin ve yandaşlarının göğüslemekte kullandıkları dile ve argümanlara bakın, hayatımızda nasıl bir kalite kaybıyla karşı karşıya kaldığımız görülür.

Üçüncü sonuç ise özellikle Kürt meselesinde açılım sürecinde gözleniyor. Yukarıda söz ettiği yaklaşımlarla süreç yönetilmeye çalışılıyor bir yandan. Öte yandan Kürt meselesi gibi bir meselenin birden çok zemin ve katmanda birden çok ortaklık ve paydaşlıkla yürümesiyle ancak çözümü mümkünken, AK Parti kendi tutum ve tavırları nedeniyle yalnız kalıyor. Bu yalnızlaşma da AK Parti'nin ve sürecin önündeki zihni ve psikolojik engelleri çoğaltıyor.
Tüm bunların sonucunda ülke zaman kaybediyor. Evrensel ilkeler ve doğrular bile derin tartışmalara konu oluyor.

* Bekir Ağırdır (T24) 18 Ekim 2013

Gezi mi, Balyoz mu darbeydi?

Balyoz ve Ergenekon davalarına ilişkin yürütülen tartışmaların büyük çoğunluğunun hukukla falan alâkası yok. Bölünmüş, parçalanmış, mıknatısın zıt uçları gibi birbirini iten farklı toplumsal kesimlerin arasında, demir tozları gibi hep bir yerlere savruluyor bütün tartışmalar. Gerçek olanla gerçeküstü, saçmayla mantıklı olan, her şey belirsiz terkipler halinde birbirine karışıyor.

Boşanmak üzere olan çiftin, öfke, keder ve umutsuzlukla, aralarındaki her anlaşmazlığı en uç noktasına getirip artık, gerçek sorunları tartışmalarının imkânsız hale gelmesi gibi biz de gerçek bir konuşmanın imkânlarını yitiriyoruz yavaş yavaş. Gezi darbeydi diyenin karşısına Balyoz darbe değildi diyen dikiliyor. Toplumsal bir şizofreniye kayıyoruz yavaş yavaş. Asıl tartışmamız gereken budur her halde…

* Orhan Kemal Cengiz (Radikal) 11 Ekim 2013

Sekiz bardak su mu, su lobisi mi?

Bu konunun gündemimize gelmesinin sebeplerinden biri de bu; çünkü içme suyu musluklardan bedava akmıyor. İçme suyu bize içinde bakteri olan ama muhtemelen bize pek faydası olmayan yoğurtlar satanlar gibi, bazı zeki insanlar tarafından pazarlanıyor, satılıyor. Bizi sürekli olarak günde iki ilâ üç litre su içmemiz gerektiği söylemiyle bombardıman ediyorlar.

Peki ama, hemen bütün su şirketleri bu rakama nereden ulaştı, acaba doğru olduğuna işaret eden bir şey var mı?

Gerçek şu ki, ılıman iklimde yaşayan ve sürekli egzersiz yapmayan bir insanın günde ortalama altı ilâ sekiz bardak su ihtiyacı vardır ama bu suyu yedikleri yemeklerden, alkolden, çay ve kayveden de alırlar. Dolayısıyla hepsini su olarak içmeleri gerekmez.

Evet, gerçek bu: Kahve ve bira, asla söylendiği gibi kayda değer bir idrar söktürücü etki yapmazlar.

Kısacası bütün yedikleriniz ve içtiklerinize ek olarak sekiz bardak su içmenin size faydalı olduğuna dair hiç bir kanıt olmadığı gibi zararlı olabileceğine dair bilgiler mevcut.

Özellikle de sporcuysanız ne kadar su içtim diye kaygılanmanıza hiç gerek yok çünkü vücudunuz gereken ayarlamaları yapıyor.

Fazla su içerseniz idrarınız artar. Çok az içerseniz susarsınız ve daha az tuvalete gidersiniz. Bu kadar basit.

Vücudunuz tıpkı ne kadar oksijen alacağını bildiği gibi, ne kadar suya ihtiyacınız olduğunu da gayet iyi biliyor.

Fazla su içmenin bu bakımdan, oksijen yararlı denilerek bilinçli olarak fazladan solumaya çalışmaktan pek farkı yok.

* (BBC Türkçe) 10 Ekim 2013

Asker darbeyi bir daha aklından geçirmez mi?

Bu kişilere ve demokrasi anlayışları 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın 'ile sınırlı yazar çizerlere sormak isterim: Bu haliyle Balyoz davası, ülkenin sırtından askeri vesayeti silkeleyip atmış mıdır? Askeri olması gereken yere çekmiş midir?

Evet ise cevabınız, bir sorum daha olacak:

Neye, meselâ hangi hukuki düzenlemeye dayanarak bunu söylüyorsunuz?

Bir yolunu bulup bir grup askeri içeri tıktınız, ailelerini süründürdünüz diye askeri vesayet kalkmaz.

Çünkü: TSK'nın şeffaflaşması için en ufak bir adım atılmamıştır. Maddi kaynakları katiyen denetlenmemektedir. Savunma Bakanlığı'nın asker üzerinde hiç bir etkisi ve yetkisi yoktur. Askeri yargı adı verilen ucube, Roboski katliamında da gördüğümüz üzere askerin vatandaşa karşı işlediği cinayet gibi suçlarda mükemmel bir kılıf olarak dimdik ayaktadır. Görüntüye gelirsek, o bile kurtarılamamıştır, asker hâlâ protokolde çok ön sıradadır.

İhanet eden arkadaşın kulaklarını kesip orta yere asarsak diğer üyeler ayağını denk alacaktır mantığı demokrasi standardını yükseltmek isteyen bir devletten çok çeteye aittir. Balyoz ile yapılan tam olarak budur.

Askerin bugün kenara çekilmiş gibi gözükmesinin temel sebebi, TSK'nın üst kademesinin zamanın ruhuna uyan biçimde mülayim ve saygılı durmayı tercih etmesidir.

TSK'da bu yönetim, ülkede bu iktidar değiştiğinde aynı karakter özelliklerinin ve ruh halinin süreklilik göstereceğinin hiç bir garantisi yoktur.

Balyoz davası, demokrasi ve normalleşme adımı değil, 'şimdilik işimi görecek kadarını halledeyim' stratejisinin acımasız bir hamlesidir. Kaportayı rövanşla boyayıp, yeniymiş gibi aynı külüstürde bir ülkeyi döndürüp dolaştırmak böyle bir şeydir.

* Ezgi Başaran (Radikal) 10 Ekim 2013

Siyaseti 'tarihle birlikte' düşünmek…

Bir iktidar, sözde muhalefet eliyle ancak bu kadar muktedir kılınabilir! Bu dünya gerçek olamayacak kadar garip. Bu dünyada öncelikle tarih yok. Bu tasavvur –üstelik hiç farkında olmadan- bize aslında şunu söylüyor: Bu ülkenin bir demokrasi mücadeleleri tarihi yoktur. Daha öncesinden değilse bile en azından 1877'de açılan ilk Meclis için verilen mücadeleden başlayarak yapılan mücadelelerin toplam etkisi sıfırdır. Tarihçi Braudel'i yardıma çağırarak söylersem sadece bu uzun dönemli tarihin değil; Türkiye'de 1960'lardan bu yana verilen devrimci/sosyalist mücadelenin orta dönemli tarihinin de toplam etkisi sıfırdır! Bu yazıda söz konusu edilen muhalefetin dünyası 2002'de AKP iktidarıyla başlamış gibidir.

* Ferdan Ergut (T24) 2 Ekim 2013

Bir rüyaydı, bitti! AKP ve demokratikleşme

Bu bir demokratikleşme paketi değil, seçim paketi. Seçimlere hazırlanan her siyasî parti gibi AKP de kendi çıkarlarını gözetiyor; başka bir deyişle, atılacak taşın kurbağayı ürkütmemesi için bin dereden su getiriyor. Bu bir yere kadar normal.

Normal olmayansa bu pakete demokratikleşme paketi denmesi. 2010'da askeri vesayetin bileği henüz bükülmemişken geçerli olan yetmez ama evet mantığının hâlâ sürdürülmeye çalışılması, bizden bahşedilenle mutlu olmamızın, sesimizi çıkarmamamızın beklenmesi. İktidara minnetini dile getirmeyenlerin daha paket açıklanmadan AKP düşmanı (hatta bizzat Başbakan tarafından 27 Mayısçı) ilân edilmesi.

Ama o günler geride kaldı. Artık niyet okumamıza gerek yok. AKP'nin son üç senelik performansı – uygulanan politikalar, benimsenen üslup, bozulan ittifaklar – gözünü ışık bürümeyenler için ortada. Keza (ana) muhalefetin sefaleti de.

Zaten demokratikleşmeyi yukarıdan, bugün AKP, geçmişte asker, beklemek baştan yanlış değil mi? Özgürlükçü-demokrat yeni bir siyaset kurgulamak ve iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasî aktörleri demokratikleşmeye zorlamak daha doğru bir siyaset anlayışı değil mi? Godot'yu beklemek yerine gidip bulsak, askeri ya da sivil her tür vesayetten kurtulsak daha iyi olmaz mı?

* Umut Özkırımlı (T24) 5 Ekim 2013

'Hepimiz polis çizmekte ustalaştık, övünelim mi?'

Öyle bir yere geldik ki, bir lâf ediyorsunuz ya vatan haini oluyorsunuz ya da durduk yere kahraman. Ya ne dediğinizi anlamadığı için fazlasıyla beğeniyor ya da yine anlamadığı için yerin dibine sokuyor. Aşırı yerme, aşırı beğenme ifadesi içeren sivri tanımların düşünce akışını durdurduğunu düşünüyorum. Maalesef düşüncenin durduğu bir yerdeyiz. Her şeyi kestirip atıyoruz. Meselâ birine 'diktatör 'dediğiniz anda, üstüne koyacak başka bir düşünceniz olamaz. Diktatör, tamam, nokta. Kararınızı vermişsinizdir artık o kişiyle ilgili. Halbuki düşünmeye devam etmekten yanayım ben.

Buradan Başbakan ve hükümetle ilgili umutlarınızı yitirmediğiniz anlamını çıkarabilir miyim?

Hayır, çıkaramazsın çünkü ben Gezi'den sonra umudumu kaybettim aslında. Çünkü şunu gözlemledim: Bir siyasî parti göremiyorum artık ben. Sadece Başbakan Erdoğan var. Gerisi yok.

* Selçuk Erdem → Ezgi Başaran (Radikal) 2 Ekim 2013

Türkiye liderlik şansını nasıl kaçırdı?

Türkiye sınırlarının ötesinde, kendinden emin siyasî içgüdüleri kendisini terk etti ve bir yanlış hesaplama ustası oldu. Türkiye'yi Suriye'deki şiddetli iç savaşa ve Irak'taki iç savaşa yakın duruma müdahil etti. Iraklı siyasetçiler Türkiye'nin beceriksiz müdahelelerini şaşırarak ve eğlenerek izliyor. Türkiye farklı taraflar arasında arabuluculuk yapmasına izin verecek daha tarafsız bir tutum takınsaydı, nüfuzunu çok daha büyütebilir ve çok sayıda hayat kurtulabilirdi. Bunun yerine, tam tersini yaptı ve Sünnî güçlerden oluşan bir koalisyona katıldı. Bu koalisyondaki Suudi Arabistan doğası itibariyle mezhepçi. Bu nedenle Türkiye tüm Şii güçleri kendisine yabancılaştırmış oldu.

* Patrick Cockburn (Independent + BBC Türkçe) 30 Eylül 2013

Devleti değiştirmeden iktidar olmak

Sol kavramı bir soyutlamadır. Hele hele solun ideolojik sorunlarının derinleştiği bir dönemde solun tek bir tahhayülü olduğunu söylemek doğru olmaz. O nedenle de Gezi'ye bakıp, Gezi'nin çok katmanlı gerçeğini atlayıp, tek bir sol varmış gibi yapmak, oradan solun toplumsal tahhayülünün kalmadığını söylemek iş değildir.

AKP'nin devleti değiştirmeden iktidar olması, devlete karşı haklı tepkileri olan kesimlerin bu tepkilerini haksız bir biçimde AKP'ye yöneltmeleri sonucu doğurmuş olabilir ama bu haksızlığın sebebi bu kesimlerden çok, haklı tepkileri dikkate almayarak devleti değiştirmeden devletleşmiş olan AKP'dir.

Eğer ok atacaksanız biraz da buraya atın.

Tabii cesaretiniz varsa…

* Erol Katırcıoğlu (T24) 26 Eylül 2013

Erdoğan neden haklı?

Başbakan ne zaman Necip Fazıl'dan bahis açsa söylemi sertleşir. Belli ki siyasî kimliğinin temellerinin atılmasında en önemli unsurlardan biri Kısakürek'in şiir ve yazıları.

Kindar gençlik talebinden ayran içme çağrısına kadar birçok çıkışı Kısakürek damgalı. Hatta 'çapulcu' suçlamasında da onun izleri var.

Kısakürek'in anti-Semit, militarist, azınlık düşmanı ve demokrasi karşıtı bir 'başyücelik' rejiminden yana fikirlerinden ise henüz çok dem vurulmuyor. Umut verici tabii.

Her neyse. İşte bu önceki günkü konuşmasında şöyle demiş Erdoğan:

Herkesin kalemini sattığı ya da kiraladığı bir ortamda, bu dönemde de var ya, Necip Fazıl kalemini titretmiyordu.

Yani Kısakürek kalemini kiralayıp satmıyordu. Cevabı 'var ya' Necip Fazıl'ın döneminin iktidarına yazdığı mektuplar versin:
Müsteşar Bey'den 2500 lira ve 'Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim' cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? 26 Aralık 1956.

Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara'nın bu hücra ve münzevî otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. 14 Ocak 1958

Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Ayda 6 bin lire tahsis olunursa… Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. 14 Haziran 1958

Zannedilmesin ki büyük şair sadece Menderes hükümetinden para almıştı. 1936'da CHP'den yüklüce para alıp Atatürk güzellemeleri döktürmüşlüğü de var.

* Özgür Mumcu (Radikal) 26 Eylül 2013

 

67
Derkenar'da     Google'da   ARA