Dünya kabuk değiştiriyor. Şili'de darbeden beri uygulamaya konulan Friedmancı neo-liberal sistem, beraberinde getirdiği ekonominin finanslaşmasıyla zengini zenginleştirip yoksulu yoksullaştırırken, şehirleri rant alanlarına dönüştürdü. Demokrasi dediğimiz rejimler, benden sonra tufan kapitalizmini denetlemiyor, denetleyemiyor. Dinler adına konuşanlar da sessizce kabulleniyor.
Sosyal devleti çökerten bankaların esenliği, topluma karşı giderek şiddet kullanan, terörizmle mücadele adına insan haklarını kısıtlayan, küresel ısınmaya sessiz kalan devletin desteğiyle sürdürülüyor.
Kendi sığ muhalefetine alışık olan düzen, henüz çekirdek halde olmasına rağmen kıtadan kıtaya yayılan küresel Gezi hareketini (Türkiye ve Brezilya'dan sonra son örneği Bulgaristan'da) anlamaktan aciz. Hareketi alkışlayanlar bile çözümü lider ya da iktidar değişikliğinde, koalisyon hesaplarında arıyor. Güçlü liderlerin, hatta siyasî partilerin meşruiyetlerini yitirmeye yüz tuttuğu bu tarihsel süreçte, alternatif lider çıkmazına teşne olanlar, dünya gençliğinin arayışıyla oluşmakta olan yeni siyaset dili ve biçimlerine ters düşüyorlar.
Neoliberal muhafazakâr milliyetçilik gücünü mağduriyete dayalı bir popülizmden alıyor. İşte bu noktada AKP'nin yeniliği
bitiyor. Kullanılan milliyetçi söylem, daha önceki sağ iktidarların ve askeri rejimlerin – yani devletin – bütün repertuarını kullanıyor. Dört tarafı düşmanla çevrili bir Türkiye imgesi, dış güçlerin maşası içimizdeki hainler, ki bu noktada düşman figürleri değişmiyor (AB, liberal aydınlar
, solcular
ve diğerleri). İslâmın yerini CHP ve darbeciler alıyor; Kürtler ise din birliği üzerinden iyi Kürt-kötü Kürt
ayrımıyla evcilleştiriliyor (bu noktada Kemalist rejimlerin de aynı ayrımı asimilasyon üzerinden yaptığını hatırlayalım). Yani AKP giderek ulusalcılaşıyor
. Söz konusu ulusalcılaşmanın doruk noktasına Gezi sürecinde vardığını gözledik. Havada uçuşan komplo teorileri, herkes evine bayrak assın
çağrısı, polisi, hatta askeri yücelten bir söylem, hep ulusalcılıktan ödünç alınan refleksler. Ulusalcılığın sınıf ırkçılığını anımsatan hayat tarzına, ahlâk anlayışına dayalı bir dışlama, ötekileştirme; samimi
milletle samimi olmayan
milleti birbirinden ayırma. Yani tıpkı Kemalist projenin yaptığı gibi milleti yeniden tanımlama ve kendi anlayışına göre milleti şekillendirme (içki, cinsellik, kadın bedeni üzerinden) arayışları.
Ancak neoliberal muhafazakâr milliyetçiliğin temel bir açmazı var; bu da birinci özellikle, yani pragmatizmle, üçüncü özelliğin, yani ulusalcılaşmanın çelişmesi. Bu çelişkinin test edileceği yer ise barış süreci. AKP'nin pragmatizmi – hangi nedenlerle olursa olsun – Kürtlerin tanınmasına, haklarının tartışılmasına imkân tanıdı. Ama bu yukarıda özetlediğim ve giderek belirginleşen ulusalcılaşma eğilimi ile taban taban zıt. Başka bir deyişle bu iki özelliği aynı bünyede yaşatmak mümkün değil. Bu noktada iktidarın, iktidar Erdoğan'dan ibaret olduğuna göre Erdoğan'ın, yapacağı seçim Türkiye'nin geleceğini de belirleyecek.
Gezi ve barış süreci birbirinden ayrılamaz. Ama bu, barıştan vazgeçmemiz gerektiği ya da barışı bu iklimde kuramayacağımız anlamına gelmiyor. Tam tersine. Barış, bu iklimden çıkışın tek yolu. Kürt sorununun çözümü toplumsal barışın sağlanmasında bir aşama, hem de çok önemli bir aşama. Bu yüzden de barışa eskisinden de çok sahip çıkmalıyız. Barış istemiyorlar
bağırış çağrışlarına kulağımızı tıkamalı, barışı onlardan çok istediğimizi göstermeliyiz. Müzakere masasında oturanlara kaçma fırsatı tanımamalı, gerekli adımları atmaları için baskı yapmalıyız.
Ve dikkatli olmalıyız, çok dikkatli olmalıyız. AKP hükümeti – hangi nedenle olursa olsun – bu süreci başlatarak büyük bir risk aldı. Bu çerçevede BDP/PKK üzerine düşeni yaptı, yapmaya da devam ediyor. Hükümet ise yavaştan alıyor. Kozmetik birkaç adımla kamuoyunu oyalıyor, demokratikleşme adımları içeren ikinci aşamaya geçmeyi erteliyor. Bu süreçte yukarıda tartıştığım Gezi barışı baltalamak için yapıldı
iddiası da hükümete yakın çevreler tarafından oya gibi işleniyor, yayılıyor. Bu noktada barışı gerçekten isteyenlere büyük sorumluluk düşüyor. Aslında hükümet barışı hiç istemiyordu, Gezi olaylarını da bu yüzden kışkırttı
demek işin kolayı. Ki bu aynı zamanda artık bir endüstriye dönüşmüş olan komplo piyasasının tuzağına düşmek anlamına da geliyor.
Yapılması gerekense çok basit. Her koşulda, her fırsatta haykırmak: Biz barışı istiyoruz, ya siz?
Kemalist toplum mühendisliğinin mirasçısı Beyaz Türk ırkçıları hiç yakınmasın. Bu canavarı onlar yarattılar. Zenci Türkleri
aşağıladılar, ikna odalarına soktular (bu noktada söz konusu sınıfsal/kültürel ayrışmada Kürtlerin, Alevîlerin ya da gayrımüslimlerin adlarının nedense anılmadığına da dikkat çekelim). Zenci Türkler iktidarı Beyaz Türklerin elinden almayı başardıklarında – haklı olarak – öfkeliydiler. Yıllar boyu biriktirdikleri mağduriyet hikâyeleri, sessizce sırtladıkları bir yük vardı. Bu bir yerde, bir şekilde ortaya çıkacaktı. Çıktı da. Bunu bir yere kadar da anlayışla karşılamak gerekiyor. Öte yandan yıllar boyu mağdur edilenlerin kendilerini mağdur edenlerin diline ve zihniyetine sarılması ahlâkî üstünlüklerini kaybetmelerine de yol açıyor.
Unutmamak gerekir ki, elitizmin panzehiri anti-elitizm ya da sığ bir popülizm değil. Gezi Parkı'ndakilerin ya da AKP'nin bu olaylar karşısında takındığı tavrı eleştirenlerin hepsini tuzu kuru Beyaz Türkler olarak algılamak, toptancı bir bakışla dışlamak, sadece öfkeyi yeniden üretiyor, toplumdaki bölünmüşlüğü derinleştiriyor. Geçmişin Beyaz Türkleri nasıl bugünün Zenci Türklerini yarattıysa, koku siyaseti
de yarının yeni Beyaz Türklerini yaratıyor. Toplum da bu arada bir şiddet sarmalının içinde yitip gidiyor. Süskind'in dediği gibi, koku hepimizin içine işliyor.
Tüm dert de bu aşamadan sonra başlamaktadır. Sistem bir kere oksjeniz kaldı mı kelimenin tam manası ile hapı yuttuk demektir. Bu sudaki kimyasal dengeler tamamen değişecektir. Suyun besini daha da bol hale gelecek ve her iki fabrika daha çok organik madde üretmeye başlayacaktır. Bu da üst tabaka için daha fazla organik madde üretimi anlamına gelse de alt tabaka için ilâve yük demek olacak ve alt taraftaki kimyasal yapı çok daha kötüleşecektir.
Bir başka olumsuz etki de şöyle ilâve dert getirecektir. Denizdeki su eninde sonunda dipte bir yere temas etmekte değil mi? İşte oksijensiz suyun denizin dibine temas ettiği yerde bu sefer çok daha değişik koşullar oluşacak ve 25 metredeki tabakalaşma sınırında çok ince mangan oksit parçacıkları ile dolmaya başlayacaktır. Bu zamanla tüm Marmara'yı kaplayacak ve 25 metrenin altına zaten zor ulaşan güneş ışığı artık hiç geçemez olacaktır.
Bu senaryolar birleşince alt sudaki hidrojen sülfür konsantrasyonu kısa zamanda hızla artacak ve her lodos sürecinde alt suyun üst su ile karışması ile atmosfere de çıkacaktır.
Tanrı her nedense bizim burnumuzu milyonda bir bile olsa bu H2S yani çürük yumurta kokusuna hassas kılmış. Lodos rüzgârları güneybatılı olduğu için bu hidrojen sülfür kokusu İstanbul'a doğru taşınacak ve tüm şehir zamanla artan koku ile kaplanacaktır. Zamanında Haliç'in veya İzmir Körfezi'ndeki koku misali… Oksijensiz alt tabakadaki suyun eninde sonunda İzmit Körfezi'ne dolması ile Körfez'de deniz yaşamı kesinlikle sona erecektir. Sadece lodos değil bu sefer doğudan esen her rüzgâr ile ilk etapta Körfez'in tamamı çürük yumurta kokusu ile dolacaktır.
11 Eylül saldırısı sonrası başlayan cihad furyası
na, bir anlamda çözüm olsun diye gündeme gelen, İslâm ile Batı arasındaki gerilimin kökenlerini deşifre ederek ortadan kaldırmayı hedefleyen ve 21. yüzyılın Barış Projesi olarak kabul edilen Medeniyetlerarası İttifak Projesi'nin kendisine teslim edildiği iki liderden birisi olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan…
1. AB sürecinden uzaklaştı…
2. Şanghay Beşlisi'nden üyelik talep etti…
3. Bu ülkelerdeki otokratik rejimlere heves etti;
4. Hem içeride, hem de dışarıda ülkeyi bölmek isteyenler olduğunu sürekli iddia ederek ve o nedenle herkesi düşman olarak gören askeri vesayeti bitirmek amacıyla kurgulandığını düşündüğüm komşularla sıfır sorun politikası
nı pek çabuk unutan, Birleşmiş Milletlere nizam ve bölgeye düzen empoze ederek, hemen tüm komşularıyla bu yüzden sorunlu halen gelen bir ülkenin başbakanı olarak;
özellikle Gezi Parkı direnişi sırasında ve sonrasında;
5. Kendi destek ve oluruyla uygulanan polis şiddeti ve
6. Kendisine karşı bir komplo içinde olduğundan artık emin olduğu Batı'ya ve Batı'nın işbirlikçileri
olarak gördüğü direnişçilere karşı çekinmeden kullanmaya başladığı ayrımcı, dışlayıcı, suçlayıcı dil ve yaklaşımla…
ortak düşmanın kimliği konusunda Orta Doğudaki ideolojik müttefiklerinin yanı sıra, Çin'le de mutabık kalmış oldu.
Evet, ortak düşman emperyalist emelleri olan Batı'ydı.
(Bir soru: Sizce hiç düşmanı olamayan veya düşman üretmeden ayakta kalabilen bir diktatörlük olabilir mi?)
O kadar trajik şeyler yaşadık ki. Meselâ çantayla para getirdiler. Muhtemelen polis, o an çok idrak edemiyorsun olayı. Kadının biri geldi yanında bir tane adam var, çantayı açtı içinde 10 bin euro para, dedi biz bunu Fransa'dan size toplayıp getirdik. Dedim biz para almıyoruz ki, - iyi niyetli de bir sürü para geldi, bankacılar, onlar bunlar toplamışlar, ama onları da kabul etmedik- aa dedi olurmu öyle, o zaman şey yapalım Özgür biz senin hesap numaranı alalım parayı sana atalım dedi. Bir dakika müsaade istedim, içeri gidip alınacaklar listesi yaptım, bunları istiyorum dedim, telefon numarası aldım bir de. Biliyorum ama almayacaklar, iki saat sonra aradım, şu an müsait değilim dedi, bir daha da aramadım, bir şey de almadılar. Ki parayı ne yapalım, para geçmeyen bir yer cidden almıyoruz. Dümendi, yani dışarıdan para alındı, yok faiz lobisi diye bir şeyleri bağlayacak orada. Böyle teyidleyebileceğim bir sürü olay yaşadık her yolu denediler.
Fare zehiri buldum bir kere. İlaçlar geldi bir poşette, normalde biz antibiyotik kabul etmiyorduk. Antibiyotik başka şeylere sebep olabilir, adama test yapamıyorsun, nasıl vereceksin, tepki verecek, şişecek belki adam. İlaçları yerlerine koyuyoruz, bir arkadaş antibiyotik koyuyor, dedim onu koyma almıyoruz, açıp dökelim. Bir baktım şişe daha önceden açılmış. İçinde toz çıktı, sarı un kıvamında toz. Veteriner arkadaş vardı, o da anlam veremedi bu ne ya. Bu işte bir iş var, kapak açık çünkü. Bir laborant arkadaş vardı abi ben bunu analiz ettireyim dedi. Üç saat sonra yanımıza bir kâğıtla geldi, fare zehiri çıktı. Yani orada bizim bir hastaya o ilâcı verip bizim öldürmemizi beklediler.
şifresihangi kasada saklı…
Amerikan-İngiliz ittifakı
+ Fransa'nın Ortadoğu-Kuzey Afrika hattında yenive güçlü oyuncular istemedikleri
anlaşılmıştır. Suriye Savaşı ve Mısır Darbesi, hatta Amerikan aracılığında (Hamas'a rağmen) başlayacak Filistin-İsrail müzakereleri bu gerçeği gösteriyor. Aynı zamanda, Rusya ve İran'ın, kanlı bilançoya karşın neden Suriye'de bu ölçüde kararlı direndiğini de… Bu, Türkiye'nin bölge politikasını da zora sokan bir ortak stratejidir…
Hedefi bellidir: İsrail'le yakınlaşmazsan sana Ortadoğu'da yer yok!
Bu strateji, Türkiye'yi, Mısır ve Suriye'de yalnızlığa itti…
Şimdi, sınırındaki Nusra Cephesi-PKK petrol savaşı
ile de gözlemciliğe
sürüklüyor.
Türkiye'nin aktif diplomasi
den tepkici diplomasi
ye dönmesi tamiri çok zor bir hata olur.
Ankara'nın Irak Kürdistan yönetimi ile geliştirdiği aktif ilişkilerden
rahatsız olanlar, Suriye'de yeni bir krizin yolunu açıyor olabilirler, buna yanıt, onların beklediği gibi tepkici
zeminde değil, soğukkanlı ve muhatapları tarafımızda tutacak
düzeyde olmalı.
Herkes, Ortadoğu'daki baş döndürücü gelişmelerin şifrelerinin
ne olduğunu konuşuyor.
Bence o şifre Londra'da bir kasada saklı…
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.