Patronsuz Medya

Bilmek güzeldir baba, ama sevmek kadar değil

Bir çocuk arada husumet olduğunda annesinin mi, babasının mı haklı olduğuna karar vermek zorunda değildir. Bilakis, haklıyı haksızı ister istemez düşünmek zorunda kalmak bile onu adaletsizce yıpratır. O yalnızca çocuk olmalı, ebeveynleri tarafından çok ama çok sevilmeli ve bu sevginin sonuna kadar tadını çıkartmalıdır.

Kadın için çocuk sahibi olmak, anne olmayı keşfetmekle bitmiyor. Bu işin bir de baba olma halet-i ruhiyesini anlama kısmı var. Çünkü karşımızdaki adamlar direk olmakla çomak olmak arasındaki acımasız ayrımın çelişkisinde kaybolmaya bu denli yatkınken, duruma duygusal açıklık kazandırabilecek hassas donanım büyük ölçüde bizim niteliklerimiz arasında bulunuyor.

* Benedicta (Gah Çıkarım Gökyüzüne) 6 Mart 2012

İçimizdeki yanık kokusu

Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum demişti bir gün babam.

Niye baba?

Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm. Sonra, börtü böcek…

Ne fark eder öldükten sonra diyemedim tabii ki. Olur baba. Bunları düşünme Allahaşkına dedim yavaşça.

İçimde bir battaniye haberinin sızısı vardı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi on dokuz aralık iki bin günü, Bayrampaşa Cezaevi'nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:

Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere 'Sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun' diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu.

On iki yıldır bu ülkenin ciğerlerinde yanmış insan etinin kokusu tütüyor. Dozerle yıkılmış cezaevi duvarının önünde, Hepimizi yaktılar diye bağıran kız kardeşimin sesi, bir 'palemsest' gibi, yeni bir şeyler yazmak için açtığınız her sayfasında hayatınızın, karşınıza çıkacak. Ya görmezden gelir, sürdürürsünüz ölüm uykunuzu ya da yüzleşir, hesabını verirsiniz bu utancın.

* Ercan Kesal (Radikal) 23 Aralık 2012

Liberalizmin muhalefet yılları…

Tüm bu politikalarda kanımca gözden kaçan AKP'nin artık tamamen soy kapitalist-sağcı bir parti olarak hareket ettiği, buna ilâve olarak siyasal düzlemde ise Tek Parti İktidarı reflekslerini kazanmaya başladığı, otoriter kadim merkezi devraldığı, elbette bunu ilk örneğin tersine oy desteği ile sağladığı, bu özelliğiyle sınıfsal yönü ağır basan bir otoriter rejim kurmaya yöneldiğiydi. AKP özetle mücadele ettiği şeyin bir başka biçimine dönüşmüştü artık. Bu haliyle sevilmek, beğenilmek istiyordu. Yoksa onun yanında, yakınında işiniz yoktu. Sizin fikirlerinizin ise hiç bir değer yoktu.

Mevcut durumda AKP aslına bakarsanız bu meseleleri çoktan aşmış durumda. Yerli silâhlanma hamlesi, Patriotların daveti ve Ortadoğu'da rol oynama takıntısı ile Türkiye sınırlarını da aşan bir iktidar hedefliyor. İçeride ise orta sınıfı TOKİ'nin önderliğinde inşaat-arazi değerlenmesi-rant sistemi üçgeninde tutma ve bu yolla iktidarını sürdürme politikası, ayan beyan ortada.

* Yetvart Danzikyan (Radikal) 17 Aralık 2012

Faiz rantı haram da arsa rantı helâl midir?

Türkiye'nin sanayiini nasıl kaybetmekte olduğunu görmek için öyle allâme-i cihan olmaya filân gerek yok. Açın meselâ Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın yayımladığı banka kredileri serisini, acınacak halimizi oradan bir görün. Ben gördüm. Sene 2000, Türkiye'de banka kredilerinin yüzde 50'si imalât sanayi şirketlerine gidiyor. Sene 2011, imalât sanayi şirketlerine giden banka kredilerinin toplam krediler içindeki oranı yüzde 20'ye geriliyor. Küçülme oranı yüzde 60. Daha ne olsun? Bankalar böyle olunca, sanayici, neden inşaatçı olmasın? Onlar da öyle yapıyorlar. Geçenlerde Konya'dan bir dostum, Baktım herkese konut kredisi veriyorlar, ben de artık çalışanlarıma kendi yaptığım konutları pazarlıyorum diyordu.

* Güven Sak (Radikal) 14 Aralık 2012

'Tefeci, simsar, tüccar'

Avrupa'da yüzyıllar boyunca ekonominin ana alanlarından yasal olarak dışlanan, toprak sahibi olması, tarımda çalışması yasaklanan Yahudiler üretim alanından dolaşım alanına sürülmüştür. Ulusal iktisadî süreçlere dahil olmalarına izin verilmediği için, ulusal ekonomiler arasındaki çatlaklara, yani uluslararası ticarete mahkûm edilmişlerdir.

Günlük yaşamın ekonomisinde insanlara en önemli gelen şey paradır. Oysa, gerçekte önemli olan üretimdir. Para, üretimle tüketim arasındaki arabirimdir, üretilen malların dolaşımını kolaylaştıran ikincil bir unsurdur. Para bir anda ortadan kalksa, üretim sürdüğü müddetçe, hiç bir şey olmaz, tüm ihtiyaçlar karşılanmaya devam eder. Ama üretim durursa, yaşam durur.

Yahudiler bu anlamda gerçek ekonominin dışına sürülmüştür.

Yani parayla, ticaretle uğraşmaları talihli veya zengin olmalarından değil, ırksal özelliklerden hiç değil. Hıristiyan toplum tarafından dışlanmış, itilmiş olmalarından.

Tefeci Yahudi tiplemesinin maddî temeli budur.

* Roni Margulies (Taraf) 7 Kasım 2012

Bir yanda Fazıl Say, bir yanda Tayyip Erdoğan

(1) Bu televizyon dizisi, esas olarak duygusal bir melodram (İngilizce soap opera dedim). Tarihi esas olarak egzotik bir arka plan gibi kullanıp, peşpeşe saray entrikalarını, ihtiras ve kıskançlık öykülerini bu çerçeveye oturtuyor. Belgesellikle ne ilgisi var? Esasen, bırakalım böyle bir melodram dizisini, hiç bir sanat eseri belgesel bir doğruluk iddiasında bulunamaz.

(2) Şahsen benim beğendiğim, hoşlandığım bir dizi değil; kitsch buluyorum. Ne ki, dünya böyle milyonlarca tarihsel kitsch örneğiyle dolu. Ve bu da düşünce ve ifade özgürlüğü ile sanatsal yaratı özgürlüğünün bir parçası. İnsanlar böyle şeyleri de üretme ve tüketme özgürlüğüne sahip olmalı.

(3) Bütün bu ecdadımıza hakaret söylemi, çok eski, çok geri bir zihniyete işaret etmekte. Yani şimdi meselâ İmparator I. Otto'nun veya Prens Bismarck'ın film ve romanlarda nasıl resmedildiği de Almanlar için mi bir alınganlık konusu olmalı? Ya da XIV. Louis, her sabahki petite levée töreni sırasında, huzura kabul edilme ayrıcalığına sahip çok az sayıda soylunun önünde, etrafına bir örtü örtünmüş vaziyette lâzımlığının üzerinde otururken gösterilirse (ki tarihî gerçektir), Fransızlar küplere mi binmeli? Kral Arslanyürekli Richard'ın, VIII. Henry'nin veya III. Richard'ın sanat ve edebiyatta resmediliş biçimleri İngilizleri öfkelendirebilir mi? Bugün kimse, ne sanat ve edebiyata ve ne de ecdadına böyle fetişist, atavistik (atalara tapınmacı) biçimde yaklaşmıyor. Ama nedense başbakan, böyle bir popülizmle gelenekçi-milliyetçi duygulara seslenebiliyor! Yeri gelmişken sorayım; Kanunî gerçekten otuz yıl boyunca, yılda elli iki hafta, haftada yedi gün, hiç at sırtından inmemiş miydi ve saray hayatı ya da cinsel hayatı diye bir şey bilmiyor muydu? O kadar çocuğu da at sırtında mı peydahladı, merak ediyorum doğrusu.

(4) Bütün bunların üzerine, başbakanın bu melodram dizisinin yapımcı ve yayımcılarını yargı ile tehdit etmesi biniyor ki, bu da işin en korkunç boyutu. Bu, artık saçma bir gülünçlük de değil; gelenekçi, aşırı-muhafazakâr değerlere uygun bir sansür tehdidi demek. Başbakan melodramlardan hoşlanmayabilir (ki ben de hoşlanmıyorum), ama bunun hukuk veya mahkemelerle ne ilgisi var? Bu televizyon dizisini hangi yasayla yargılamaya, belki mahkûm etmeye kalkacaklar? Süleyman'ın aşk hayatının ya da ricalinin entrika ve yalanlarının göstermeyi hangi madde yasaklıyor? Artık bu kadarı da olmaz. Çağdaş dünyanın reddetmesi gereken bir demokrasi düşmanlığı söz konusu.

* Halil Berktay (Taraf) 28 Kasım 2012

Seferî Süleyman

Gelelim, Erdoğan'ın, 30 yılını at sırtında geçirdi demiyor diye Muhteşem Yüzyıl dizisi hakkında yargıyı göreve çağırmasına. Bir defa, Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) 'Falanca padişahın hayatını at sırtında geçirdiğini öne çıkarmamak' diye bir suç yok. Başbakan'ın bilgisi için söylüyorum, zaten bu padişahın lâkapı Seferî değil, Kanunî idi. Yani, her ilkbaharda, mesaiye gider gibi o savaş makinasının başına geçip Avrupa'ya sefer düzenlemesiyle (yağmaya gitmesiyle) tanınmıyordu. Sarayında oturup kanun yapmasıyla (medeniyet kurmasıyla) tanınıyordu, şükür.

İkincisi, Erdoğan'ın (Melih Gökçek'in Tükürürüm böyle sanatın içinesine yaklaşır biçimde) sanata bu müdahalesinin TCK'yla çok ilgisi var aslında: Büyükanıt'ın Tanırım, iyi çocukturunu fazlasıyla aşar biçimde, Yargı görevi yapanı etkileme başlıklı TCK Md. 277'yi ihlâl etti. Cezası 2 ilâ 4 yıl hapistir. Üçüncüsü, Başbakan artık halkın ne seyredip ne etmeyeceğine de karışmaya başladı. Bende de böyle başlamıştı diye bir fıkrası da vardır ama anlatmayayım. Dördüncüsü ve bence en önemlisi, bu skandalları yarattıktan ve ne zihniyette olduğunu apaçık gösterdikten sonra, üstüne bir de Başkan seçilmeyi umuyor…

* Baskın Oran (Radikal) 2 Aralık 2012

Maymunları Islatmasınlar

Dini ya da felsefî bir takım nedenlerden kendi özgürlüklerini sınırlamış insanlardan bazıları, kendi yapmadıkları şeyleri özgürce yapanlara bırakın isteyen yapsın rahatlığında yaklaşıyor. Fakat önemli bir kısmı da kendi gözünün önünde x ya da y yapılmasını dayanılmaz buluyor ve yapanlara düşman oluyor. Nefret suçlarının temelindeki bu özgürlük karşıtlığı bazen kendini o kadar şiddetli gösteriyor ki, herhangi bir dini adanmışlığı o şiddet için yeterli bulamıyorum. Bu insanı bu kadar kızdıran, bencil bir nedeni olmalı diyorum. Özgürlüklere en şiddetli karşı çıkan insanın, o özgürlüklerden mahrum kalmanın acısını en çok çeken olduğunu ve aynı şeyleri yapmak için yanıp tutuştuğunu sanıyorum. Korkarım bu durumda; James Randi'yi meşhur eden ve nefret suçlarına neden olan aynı motivasyon oluyor.

Beş maymun hikâyesini bilenler için, sonuç olarak mustafa der ki, muza uzanan maymunların soğuk suyla ıslatılmasını ilk başta engellersek, sonraki maymunları dövmelerini de engellemiş oluruz. Motivasyonları teşhis etmeye daha çok kafa yorarsak, Muza uzanma özgürlüğünü engelleyen maymunlara ölüm! şeklinde maymunsal kin duymaktan daha iyi sonuç elde ederiz.

* Mustafa Dokumacı (Mustafa Der Ki… 6 Haziran 2012

Öyle görünmese de, hürüz…

İyi bir yazı birbirine ters iki unsurdan meydana gelir. Yazılanlardan ve silinenlerden diye yazdınız. Siz nasıl yazı yazarsınız? Ne kadar zamanınız alır? Yazı yazarken vazgeçmediğiniz ritüelleriniz var mı? Yazdıklarınız mı daha çok olur, sildikleriniz mi?

Çok zor, çok uzun düşünerek, çok vakit harcayarak yazı yazarım. Her yazı tırmanılacak yeni bir dağdır. 'Pazar Yazıları'nın bazıları haftalarca düşünmenin ve yazıp silmenin ürünüdür.

Aynı anda dört beş veya altı yedi yazı yazarım. Önce bir fikir veya tespit veya anı veya konuşma gelir aklıma ve onu yazarım. Sonra ona ekler yaparım, geliştiririm.
Eğer bir okur beni okumak için beş veya on dakikasını harcıyorsa, harcadığım zamana değmiş desin, istiyorum. Daha önce duymadığı bir şey duysun, bilmediği bir şey öğrensin, aklına gelmemiş açıların da var olduğunu fark etsin. Onu düşündürecek bir şeyler olsun. Karanlık olduğunu sandığı bir yerde ışık olduğunu anlasın. Gülümsesin.

Yazarla okur arasında bir alışveriş var - bu alışverişten her zaman okur karlı çıksın istiyorum. Kazıklanmasın.

Bunun olması için bilgi ve berrak düşünce şarttır. Ve kısa her zaman uzundan iyidir, eğer köşe yazısı yazıyorsanız. İyi bir yazıda fazladan bir tek kelime bulunmamalı - bu nedenle her zaman sildiklerim yazdıklarımdan fazladır.

* Metin Münir (Türk-Rus) 28 Kasım 2012

 

62
Derkenar'da     Google'da   ARA