Patronsuz Medya

Balyoz ve Yedi Kilise

Bugün Balyoz davasından hüküm giyenler aslında geniş bir ideolojik ve kurumsal öz-aldatmanın sonucunu yaşayan 'kader kurbanlarıdır'. Çünkü bu insanlar onlara öğretileni yaptılar… Bu öğretilenin bir parçası da kişilik pompalanması yaratıyordu. Dolayısıyla kendilerini bilgili, akıllı vs de sanıyorlardı ve geçmiş eylemlerin başarısı bu kanılarını güçlendirmişti. Gerçekte nasıl olduklarını hiç anlayamamış ve belki de hiç anlayamayacak olan, bir anlamda zavallı insanlardan, kaybedilmiş hayatlardan söz ediyoruz.

Ama oturup acınacak halimiz yok. Çünkü yaratılan sistem sayesinde bu kast onyıllardır toplum üzerinde güç tahakkümü oluştururken, bunu kişisel imtiyazlara tahvil etti. Bu insanların yaptığı siyasî eylemlerin hukuki karşılığı ayrı şey, ama bir de toplumun enerjisini, katma değerini, hayallerini ve yaratıcılığını emmesi meselesi var. Soru toplumun buna nasıl razı geldiğidir… Alt kastı oluşturan İslâmi kesimin kendisini batı düşmanlığı, kurtuluş menkıbeleri, uyduruk tarih söylemleri ile oyalaması nedenlerden biridir. Diğer neden ise üst kastın orduyu kuşatan bir sosyolojik yapı oluşturması ve bu yapının Cumhuriyet'e geçişle birlikte nemalanıp palazlanırken, üniversite ve medyaya hakim olup yönetimdeki gayrımeşruluğu normalleştirmesidir.

Taraf'ta çıkan bir habere göre Van'daki Yedi Kilise'nin restorasyonu için sahibine ulaşılmaya çalışılmış ve İl Kültür Müdürlüğü kimseyi bulamayınca çalışma başlayamamış. Neden sonra 'Kilise'nin Fatih Altaylı'ya ait olduğu ortaya çıkmış ve o da bütün köyün kendilerine ait olduğunu ama olaydan haberinin olmadığını söylemiş. Önce iki nokta: Yedi Kilise gerçekten de yedi adet kilise. Geniş bir bölgeye yayılmış durumdalar. Sahibinin kim olduğunu ise Van'da herkes biliyor. İl Kültür Müdürlüğü'nün sahibi bulamaması kasıtlı bir tutum olabilir ancak. Gelelim asıl meseleye: Acaba Fatih Altaylı'nın dedesi bu kiliselere nasıl sahip olmuş? Oralar hep Altaylı ailesine aitmiş de Ermeniler gelip kilise mi kurmuşlar? O bölgede yerleşik birilerine sorduğunuzda iddiaları şu: Ermenilerin gönderildiği dönemde oraların ağası olan Hüsamettin Altaylı, bölgeye el koymuş. Sonradan oraları birine satmış ama daha sonra sattığı adamın da malına el koymuş…

Hukuk neredeymiş diye soran olduğunu sanmıyorum… Halen o kastla çevriliyiz. Balyoz davası Cumhuriyet'in sadece bir ayağının ehlileşmesine dönük bir adım. Diğer ayağı hâlâ duruyor.

* Etyen Mahçupyan (Zaman) 26 Eylül 2012

Nişantaşı'ndan sonra İzmir'de Zapata isyanı

Meksika Devrimi'nin ve toprak reformunun öncüsü, gelmiş geçmiş en karizmatik devrimci figürlerden olan Zapata'nın büstü açılırken Sarıgül şöyle bir konuşma yapmıştı: Yaşadığı devirde ülkesinin yüzde 80'i topraksız köylülerden oluşan Zapata, köylüsüne dağıtılacak bir avuç toprak için, hak için, adalet için savaşmıştı. Dünyanın en büyük köylü ordusu onun çevresinde gönüllü toplanmıştı. Toprak ve hürriyet idealinden yola çıkarak yerli halkın ve köylülerin haklarını savunmak amacıyla 1910 yılındaki Meksika Devrimi'ne katılan bu büyük halk kahramanının büstünün bu alanda yer almasından büyük onur duyuyorum.

Hayatımdaki büyük gizemlerden biridir, Sarıgül Nişantaşı'nın göbeğine bu büstü dikerek topraksız Nişantaşı köylülerine ne mesaj vermek istemiştir?

* Pınar Öğünç (Radikal) 24 Eylül 2012

Balyoz kararı: Giden neydi, yerine ne geldi?

Dolayısıyla Kenan Evren'in 12 Eylül darbesini dayandırmak istediği muhafazakâr aile babası, güçlenerek varlığını koruyor ve mevcut durumda AKP iktidarının da en büyük dayanak noktasını oluşturuyor. Ve dayanak noktası bu olduğundan, işin doğrusu Erdoğan da bu tabanın doğal bir üyesi olduğundan, son zamanlarda Erdoğan'da da Evren'leşme emareleri görülüyor. Olur olmaz herkesi azarlama tavrını, otoriter yönelimleri zaten biliyorsunuz, onları tekrarlamıyorum ve aslında söylemek istediğim de o değil. Evren'de örneğini bulan bir de düşünüş tarzı vardır o dünyanın. Her durumda kendisini haklı gören, her türlü eleştiriyi olmadık gerekçeler bulup paylayan, neredeyse herkesi topluma şikâyet eden, onları kalabalıklar ortasında alenen mahkûm etmeye çalışan, o kendi sert tonuna ve azarlayıcı mantığına aşık olan ve bu yüzden de kimi zaman bir otorite karikatürü haline dönüşebilen bir halden bahsediyorum. Bunu en parlak örneğin önceki gece yaptığı konuşmada verdi Erdoğan. Medya ile ilişkilerine değinirken şöyle dedi:

Medyaya bakıyorsun orada da ayrı bir sorumsuzluk. Hangi ülkede teröre karşı halkı ve vatanı için canını ortaya koyan güvenlik güçleri bu kadar hırpalanır? Sonra Başbakan medyaya çok saldırdı. Ne yapacaktım? Okşayacak mıydım? Dertli olan biziz canı yanan biziz sen hâlâ orada canı yananlara karşı onun üzerinden ne kadar rant elde ederim onu düşünüyorsun.(…) Terörle mücadele boğaza karşı keyif çatıp ahkâm kesmeye benzemez. Benim Mehmedim siperde gözünün önünde eşi var anası va babası var, eli tetikte canı burnunda bekliyor. İstanbul 'dan beyefendiler o Mehmet ile değil, Genelkurmay'ın başkanının ayakkabısının altıyla uğraşıyor. Bu ne terbiyesizliktir ya?

* Yetvart Danzikyan (Radikal) 24 Eylül 2012

Ölülerini unutanların ülkesi

Eskiden el yazması kitapların içine ya hafız, ya kebikeç yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşerattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinden yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: Koruyan, esirgeyen kebikeç anlamında…

Niye anlamıyoruz hâlâ? Çocuklarımızın dudaklarının kenarından sızan kanlar, bu ülkenin vicdanına yazılan duaların mürekkebidir. Onların ezilmiş bedenlerinden çıkan yakıcı sulardır, canımızı acıtan…

Ya hafız, ya kebikeç…

Çocuklarımızın kara gözlerinin, ela gözlerinin, yeşil gözlerinin aşkına, şu lânet dünyanın yükünü erkenden taşımaya başlayan çelimsiz omuzlarının üzerindeki güzel başlarının aşkına, pencere pervazlarına çarpıp ölen serçelerin kanadından daha hafif olduğunu iyi bildiğim yüreklerinin aşkına…

* Ercan Kesal (Radikal) 23 Eylül 2012

Biz robot vatandaşlar!

Çağdaş savaşların ibret verici özelliği eskiye oranla sivil ölümlerin artması. 19 yüzyılda savaşlarda ölen her on kişiden biri sivilken İkinci Dünya Savaşı'nda oran %50 oldu. Günümüzde %80. (Kaldor, New and Old Wars). Irak'ta on ölüden dokuzu sivil.

Ne yapılabilir?

Mesele silâhları susturmak değil, ellerine o silâhları vermemekte.

Yeni savaş teknolojisini geliştirenler siviller. Bilim adamları. Üniversiteler. Araştırma laboratuvarları. Siparişi alan sanayiciler. İmal eden işçiler.

Silah tacirleri geliştirdikleri her yeni silâhı etkisiz kılacak yeni silâhları bizlere, bizlerden toplanan vergilerimiz karşılığı satıyorlar.

Alıcı biziz.

Savaş aygıtları imalâtına dur demeyi aklımızdan geçirmeyen, asker olmadığımız halde savaşlarda en çok öldürülen, biz robot vatandaşlar.

Ve Ankara iftiharla dünyaya silâh satıcısı konumuna soyunuyor.

* Gündüz Vassaf (Radikal) 23 Eylül 2012

Düşünce özgürlüğü, sembolik şiddetin paravanı haline geldi

Düşünce özgürlüğü kategorisi bugün sembolik şiddetin paravanı haline geldi. Batı dünyası düşünce özgürlüğü ilkesini yeniden tanımlamak ve hegemonik iktidarının bir parçası olmaktan çıkarmak zorunda. Bu da kolay bir iş değil. Çünkü düşünce özgürlüğünün ön koşulları, örneğin bir eserin yazarından bağımsızlığı; eserin dolaşıma girmeden önceki filtreler; bilimsel ve estetik kıstaslar bugün erozyona uğradı. Sosyal medyada isteyen istediğini, sözünü, resmini, videosunu dolaşıma sokabiliyor. İnsanlar zihinlerini, belleklerini çalıştıran değil, kursaklarını ifade eden basit denklemleri, formülleri, görsellikleri tercih ediyorlar. Düşünce özgürlüğünün kıymeti akla gelenin söylenmesi değil. Düşünce özgürlüğü bilgi ve estetik kriterlerin korunabildiği bir ortamda eserler ortaya koyabilir, ancak o zaman medeniyetin çıtasını yükseltebilir.

* Nilüfer GöleUğur Kömeçoğlu (Zaman) 20 Eylül 2012

Faili meçhul değil: 'Faîlî Dewlet'

Süleyman Gasyak'ın taksi olarak çalıştırdığı bir Toros'u var. O gün dört kişiler: Yahya Akman 13, Aziz Gasyak 14 yaşında. Bir de Ömer Candoruk var. Botan Karakolu'nun orada ekip durduruyor. Birlikte giderken Candoruk kendini arabadan atıyor. Kalaşnikovlarla tarıyorlar, yaralı halde bagaja atıyorlar. Uzaktan gören kadınlar var. Kalan üçünü de tarayarak öldürüyorlar. Yahya'nın altın yüzüğünü almak için parmağını kesiyorlar, kesilen kulaklar, burunlar… Aileler şahitlerin tarif ettiği yola gelince üzerilerine toprak atılmış cesetleri buluyor. Toros'a da el koyuyorlar, plakasını değiştirip JİTEM'in aracı olarak kullanıyorlar. Düşünün o araba her gün ailenin evinin önünden geçiyor. Davut Amca'nın hikâyesini de unutamam; beş çocuğunu ve eşini öldürüyorlar. Aydın Binbaşı denen birinin talimatıyla gerilla kıyafetli üç kişi geliyor. Aileden Lokman'ı istiyorlar vermeyince Atış serbest deniyor. Biri üç, biri beş yaşında çocuk, biri de sekiz aylık bebek. Filmde olaya şahit olan Lokman Elgün'ün eşi anlatıyor cesetlerden kapının nasıl açılmadığını… Bir hafta sonra Aydın Binbaşı köye gelip hepsini kendisinin öldürttüğünü, bu konuda konuşanları da öldürteceğini söylüyor. Aile hiç bir şey yapamıyor… Tutanak, soruşturma, hiç bir şey yok…

* Pınar Öğünç (Radikal) 20 Eylül 2012

Günde 10 ölüyü taşıyabilecek hiç bir hükümet yoktur, mutlaka devrilir

AKP'lilerin ve Erdoğan'ın devleti ele geçirdik güvenini en fazla yaşadıkları sırada Uludere'nin gerçekleşmesi bir tesadüf mü sizce?

Uludere'den sonra art arda felâketlerin sıralanması bir tesadüf mü?

Bütün silâhlı olayların sonunda AKP'nin darbe yemesi tesadüf mü?

Bu olaylarda AKP'yi devletin sahibi olduğuna inandırıp öne iterek, AKP'yi her facianınsorumlusu ve savunucusu yapan aklın partinizi ve iktidarınızı nereye doğru ittiğini gerçekten görmüyor musunuz?

Ordunun her hatasının faturası artık orduya değil AKP'ye kesiliyor, bunu fark etmiyor musunuz?

Tabii, devlet benim oldu yanılgısının içeride olduğu gibi dışarıda da yansımaları oluyor, AKP dünyanın gözünde birdenbire Suriye'deki El Kaide tarzı yapılanmaların kollayıcısı durumuna düştü.

Türkiye'nin Ortadoğu'nun Pakistan'ı olduğuna dair yorumlar yayınlanıyor.

Bu gelişmeler, bir zamanlar AKP'nin en büyük müttefiki olan Batı'nın bugün AKP iktidarına kuşkuyla baktığını ve onu yalnız bıraktığını düşündürmüyor mu?

Dış dünyanın desteğine sahip olmayan siyasî bir iktidar, demokrasi dışı bir rekabette orduyla baş başa kaldığında neler olabileceğini hiç aklınızdan geçirmiyor musunuz?

AKP yanlış bir hayal için kendi iktidarını buduyor.

Eğer AKP yaptığı hataların bedelini siyasî arenada öderse gene pek bir sorun yok ama onu kanlı bir kaosla devirmek için birileri harekete geçerse, bu sefer hepimizi evimizin kapısında vururlar.

AKP'li yöneticiler de bizimle aynı kaderi paylaşır

* Ahmet Altan (Taraf) 20 Eylül 2012

Bir nesil nasıl yok olur?

Önümüzdeki 30-40 yıl içinde gerçekleşecek ve hayatı bu coğrafyada yaşayan herkes için elverişsiz ve zor hale getirecek değişimler olacak. Doğa koşullarındaki istikrarsızlık ve iklim krizi hayatlarımızı alt üst edecek değişimlere yol açacak. Bu ülke insanlarının bu sorunlarla nasıl baş edileceğine ilişkin hiç bir öngörüsü ve politikası yok. Yıllardır süregelen şiddetin yol açtığı acılar her şeyi önemsizleştiriyor. Aklı başında hemen herkesin gördüğü ve dile getirdiği gibi sorunlarımızı tartışabileceğimiz ve çözüm arayacağımız politik zemin de tükeniyor, yok oluyor.

Ama başka açılardan da tükeniyoruz ve bir şeyleri değiştiremezsek acılarımız daha da çoğalacak. Politika hayata ilişkin olmalı; oysa hayat ve politika birbirine değmeyen iki farklı şey artık bu ülkede. Son otuz yıl içinde bir nesil yok oldu. Birilerinin hâlâ çok meraklı olduğu üzere sayısal olarak kimin kimi daha çok yok ettiğinden söz etmiyorum. Hayat dediğimiz şey bir arada yaşama becerisi geliştirmekle derinden ilintili ve bu beceri bir neslin tahayyül dünyasından yitip gidiyor. En çok ihtiyacımızın olduğu bir zamanda bu becerinin yitirilmesi de bir çeşit yok oluştur. Bir nesil böyle de tükenir.

* Bülent Şık (T24) 19 Eylül 2012

 

59
Derkenar'da     Google'da   ARA