Patronsuz Medya

Siz bu kötülükle nasıl yaşayacaksınız?

Biri belki börek yaptı mı size de veren komşunuz, belki biriyle işyerinde aynı tavana bakıyorsunuz. Belki biri öğrenciniz, öğretmeniniz; belki biriyle aynı konserlerde aynı şarkıyı söylüyor, aynı yazarın kitabı çıktığında seviniyorsunuz. Hatta belki konu 'oralara' gelmeden içindeki nefreti fark edemeyeceğiniz çok daha yakınınız… Bir insanın oğlu intihar etmiş, bir bakmışsınız Oh olsun yazmış, darısı babasının başına diyebilmiş. Bu bir insanlık meselesidir.

* Pınar Öğünç (Radikal) 17 Eylül 2012

Tecavüz kimin suçu?

Mağdurun kabahatini aramak? Sadece tecavüz değil bütün şiddet olaylarının etrafını beş dakika geçmeden kim bilir o ne yaptı ki böyle oldu kuşkuculuğu sarıyorsa konuşmaya önce bu kabahat avcılığından başlamalıyız. Hırsızın hiç mi suçu yok, dişi köpek kuyruk sallamasaydı, minareyi çalan kılıfını hazırlar gibi suçlu kayıran muazzam sözlerin beşiği bu meseleyi konuşmadan koştur koştur nereye gidiyorsun?

-Dayak yemiş! -Hak etmiştir ki yemiştir
-Nezarette kendini öldürmüş! - Nezarete düşmeseymiş
-Erkek arkadaşının evinde ölü bulunmuş! -Eee su testisi su yolunda

Bu kuşkucu neslin kredileri sayesinde tecavüzcü, tecavüz ettiği 13 yaşındaki engelli çocuk hakkında bile cilve yaptı, para aldı ifadesi verebiliyor. Umudu, hapse girse dahi arkada bıraktıklarının arasında iftira atıldı adama dalgası oluşturabilmek. Tabi bu yöntemin senelerdir denendiğini ve tuttuğunu biliyor pezevenk. Tek bir tecavüz olayı yoktur ki zanlının toplumun aklına mağdurla ilgili şüpheler düşürecek ifadeler vermediği. Ama sadece tecavüz ve dayak olaylarında böyle bir açık kapı var. Meselâ gasp yapan biri mal sahibi hakkında o da istedi diyebilir mi? Yok böyle bir iltimas. Tecavüzün ve dayağın kabul edilebilir gerekçelerinin toplumda kol gezdiğinin açık kanıtı bu. Eşşeğe tecavüz etse bile işveli işveli anırdı diyecek adam çıkartır bu ülke.

* Siminya (Kız Kısmısı) 12 Eylül 2012

Hz. Muhammed'e hakaret edene siz ne yapardınız?

Müslümanların verdiği tepkiyi anlamak için mağduriyetlerinin tarihine bakmak gerekiyor. Kolayca yanlış, hunharca, ayıp! dememek için itilmiş kakılmış halkların birikmiş öfkelerinin hangi tür kültürel araçlarla kaşındığını anlamamız gerekiyor.

Yanlış anlaşılmasın. Anlamak, kabul etmek demek değildir. Sömürgeciliğin hamurunu kardığı coğrafyalarda bu film gibi saldırılara Yalnızca bir film işte diyerek bakmamak lâzım. Zaten yalnızca bir film olsa bunlar olur muydu?

Bu tür filmlerle galeyana gelen halklar, kendi haline hiç bırakılmamış halklardır. Batılıların kurup çalıştırdığı sömürge devletleri her alanda tam saha baskı yapmış, daha sonra bu korkunç devletleri miras bıraktıkları yerli subaylar aynı baskıyı bu sefer kendi halklarına uygulamıştır. Bir şiir yazıp işkence görmüş, kendini anlatamamış, anlattığında darbe yemiş halklara N'olacak, bir film işte demek doğru değil.

Fikir özgürlüğüyle fikir özgürlüğü kisvesi altında kültürel suç işleyen işler arasında fark vardır. Şeytan Ayetleri romanı fikir özgürlüğüne girer. Sivas'ta Madımak Oteli'ndeki aydınları yakanlar önce İslâm'a, sonra insana kastederler.

Adını bile anmak istemediğim bu korkunç film ise ırkçı bir müdahaledir. Sanatsal densizlik, fikri rezalet ve kültürel aşağılamaya sanat demek için Sam Becile olmak gerekir.

Müslümanlara kızmadan onları anlamak gerekir. Kitlesel tepkiler, anlayışsızlığın değil, kemiğe dayanan bıçağın sesidir. Cinayetler ise Müslümanların değil, bir avuç densizin işi…

* Koray Çalışkan (Radikal) 14 Eylül 2012

Bu halkın acıları çirik gibi taze

Ordu son 7 ayda 330 kişiyi öldürmüş olduğunu, cirosunu açıklayan bir şirket gibi bize bildiriyor. Böylelikle 'terörü' etkisiz hale getirdiğini bilmemizi istiyor. Güveniniz tam olsun yani, diyor. Köhne ve acımasız bir edayla.

İktidardaki parti, siyasî hayatının üçüncü dönemine, 50 yıla yayılsa ancak tedavi edilebilecek yaralar sığdırmakta mahir. Bu da net.

Hata yapma, hata yaptığını söyleyene kükreme, hatada diretme, hataların uç uca eklenerek devasa bir felâkete dönüşmekte olduğunu görmek istememe… Bu konu başlıklarında her gün nasıl daha da ustalaşabilirim acaba diye kendisiyle yarışıyor, yeminle.

Ha biz böyle yuvarlanarak toz duman düşerken, ne dediği katiyen anlaşılmayan, vızıltı şeklinde bir de muhalefetimiz var. Vız, vız. Düt. Müt. Minval bu.

* Ezgi Başaran (Radikal) 12 Eylül 2012

1922'de 'Gâvur İzmir'i kim yaktı?

Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotografçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihi vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi'nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuru tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon'dan beri Yunanların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi. (Falih Rıfkı, Çankaya, s. 324-325.)

* Ayşe Hür (Radikal) 9 Eylül 2012

ABD ve İsrail İran'a saldırırsa ne yapacağız?

Dış politika pastasının üzerindeki süsleri kaldırıp altına bakacak olursak şu görünüyor: Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan'la birlikte Orta Doğu'da Sünnî bir blok oluşturdu. Ve İran, Irak ve Suriye'den müteşekkil Şii bloku karşısına alıp Suriye'de çatışmaya aktif olarak müdahale etti. Kendimizi kandırmayalım ve bu işi doğru tanımlayalım: Türkiye, Cumhuriyet'in kuruluşundan beri ilk defa, komşu bir ülkede rejimi devirmeğe çalışanların aktif olarak yanında yer alıyor.
Türkiye'nin karşısında, sadece, ölüm kalım mücadelesi veren Esad yok. Esad'ın devrilmesi ile hayatî çıkar kaybına uğrayacak olan Rusya ve İran ve İran'ın Lübnan'daki müttefiki durumundaki Hizbullah ile Irak var. Esad ve destekçileri Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapacaklar. Neye muktedir olduklarını görmeye başladık. Biz Esad için hayatı zorlaştırdıkça o ve dostları da bizim için hayatı zorlaştıracak. Türkiye eğer İran'a karşı ABD ve İsrail'in yanında yer alırsa bu durum daha da kötüleşecek. Ortadoğu batağına daha çok gömüleceğiz. Kızgın ve yaralı İran'ın can havliyle salıvereceği terör köpekleri ısırılmadık yerimizi bırakmayacak.

Davutoğlu neyi anlamıyor?

Buna rağmen Türkiye'nin İsrail ve ABD'nin tarafını tutacağına kesin gözle bakabilirsiniz. Davutoğlu'nun Ortadoğu'da işlediği temel hata şunu anlamamaktır: Bölgede ABD ve İsrail'in çıkarları ile Türkiye'nin çıkarları örtüşmüyor. Onların lehine olan bizim aleyhimizedir.
AKP'nin dış politikası bana İttihat ve Terakki'nin Almanya'nın yanında Birinci Dünya Savaşı'na girip İmparatorluğun sonunu getirmesini hatırlatıyor. Davutoğlu, İttihatçılar gibi kör, neyi kazanıp neyi kaybedebileceğini iyi hesaplamadan, politika üretiyor. Ortadoğu'da çomak soktuğu arı kovanlarında bal yok. Sadece bol bol sokulmak var.

* Metin Münir (Milliyet) 30 Ağustos 2012

Sadaka ile yaşayan kadın

Bach birçok müziksever tarafından yaşamış en büyük besteci sayılır. Hayatta iken, besteciden çok, usta bir org çalar olarak biliniyordu. Patronluğunu yapan prensler ve şehir yöneticileri, bugün, her biri birer şaheser addedilen bestelerinin değerini anlamadılar. Kıt kanaat geçindi. Arkada bıraktığı eşi, Anna Magdalena, uzun yıllar hayırseverlerin yardımı ile yaşadıktan sonra bir tür düşkünler evinde öldü. Ölüm defterine Almosenfrau olarak kaydedildi Sadaka ile yaşayan kadın.
Hayat ortalama olanların tarafındadır. Sürüden kopanların çevresinde, her zaman, onları aşağı çeken bir sıradanlar konfederasyonu vardır. Sadece sanatta değil her sahada bu böyledir: Sıradanlık kraldır.

* Metin Münir (Milliyet) 22 Ağustos 2012

'Devleti zora sokan' gazeteciler

Sayfalar dolusu telefon dökümlerinden yapılan niyet (örgüt) okumalarına, o niyet bile yaratılamayınca Örgütsel gizlilik içinde yapılmış her halde. O yüzden anlamıyoruz şifreyi minvalli çıkarımlar… Nerede yasal sınır olan üç ay, dört yıldır dinlenenler mevcut.
Nihayetinde inilen yer Almanya mı, İspanya mı bakılmadan her yurt dışına çıkışı Irak'ta bir örgütsel toplantıya bağlamalar… Eski tarihli davaların, sonunda beraat kararı çıktığı, hatta AİHM'de Türkiye'yi mahkûm ettirdiği söylenmeden anılması… Misal ev işçileriyle Van depremiyle ilgili kimi haberlerin 'devleti zora sokacak' nitelikte bulunması… Devleti zora sokmak nedir?Benim yüreğim yandı, Türk analarınınki yanmasın diyen gerilla annesiyle ilgili haber yüzünden muhabirinin örgüt lehine sonuç çıkaracak haber yapmakla suçlanabilmesi… Editörün muhabirine Şu habere git deyişinden örgüt hiyerarşisi çıkarılabilmesi… Aynı yayında çalışanların birbirlerinin numaralarını telefonlarına kaydetmiş olmalarıyla ulaşılan 'büyük' bağlar… Bir eylemde fotograf çekerken 'yakalanan', ev aramalarında yemek tariflerine el konan, aslında gazetecilikle suçlanan gazeteciler… Diğer davaları da katarsanız 98 Kürt gazeteci cezaevinde.

* Pınar Öğünç (Radikal) 31 Ağustos 2012

Şiddet ve derecesi sorunun niteliğini değiştirmiyor

Ulus-devlet kuruluşundan itibaren izlenen olması gereken odaklı siyasetler, varolmadığı savunulan bir toplumun rüşeym halindeki milliyetçiliğinin, on dokuzuncu asır sonundakilere benzer, şiddeti temel araç olarak gören ve Marxist olduğunu savunan bir harekete evrilmesinin altyapısını hazırlamıştır.
Daşnaktsutyun ya da Makedon Dahilî Örgütü'nün (VMORO) bir asır sonra ortaya çıkan hayaleti görünümündeki bir örgütün bu hareket aracılığıyla toplum adına konuşma tekeli tesisi ise sorunun çözülmesini fazlasıyla zorlaştırmıştır.

* M.şükrü Hanioğlu (Sabah) 26 Ağustos 2012

Öpsün seni Zeki Müren

Ömür boyu müstehcen bir iki yüzlülüğü, herkesin gözünün içine baka baka sürdürmüş olan bu sanatçımızın herkesten iyi bildiği bir şey vardı kuşkusuz. Toplumunu çok iyi tanıyordu. Dalai Lama'nın huzurundaymış gibi ulvi bir aydınlanmışlık ve abartılı bir saygıyla, yarı hıçkırarak kendisine 'Paşam' diye hitap eden sunucuların karşısında o daha büyük bir tevazuyu oynuyordu. Herkes birbirine istirham ediyor, estağfurullahtan geçilmiyordu.

Bu, gerçekliği olan bir dünya değildi. Her şey gibi travestiydi. Tevazu teröre; nezaket tecavüze dönüşüyordu. O hiç bir zaman dile getirilememiş olan şey; o mistik nesne; orada, tam da ortamızda kalakalıyordu. Utanç yüklü bir eziklikle, lâyık olmadığımız bir dünya karşısında kaba saba ve renksiz sırıtışımızla izin isteyip seyre çekiliyorduk. Paşam gerçekten de, her ne yaşıyorsa, hak etmişti.

Yaşlandıkça yüzüne bir tehdit ifadesi gelip oturdu. Pek sevip desteklediği, ölümünden sonra 'Bana güzel Türkçesini miras bıraktı' diye demeç veren Ajda Pekkan'dan şuncacık ders almamış olsa gerekti. 1960'larda içine oturduğu imgeyi küçük aksesuarlar dışında ölene kadar değiştirmedi. Oysa artık kimse krape saçla gezmiyordu. Zeki'yi imajını bulmasında çok etkilemiş olduğuna inandığım Neriman Köksal bile 'o' makyajdan hanidir vazgeçmişti. Zeki Müren'e benzeyen tek kadın kalmıştı memleketimizde. Semra Özal.

* Yıldırım Türker (Radikal 2) 19 Ağustos 2012

 

56
Derkenar'da     Google'da   ARA